1 Kasım 2008 Cumartesi

CUMHURİYET YAZILARI- YAZARLARI

Vakit yazarı Üzmez’e ve adli tıp raporuna ilahiyat dünyası ve STK’lerden büyük tepki
‘Tam bir rezillik’
‘Şehvet istismarı’ Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Nadim Macit, konunun mağdurunun bir kız çocuğu olduğuna dikkat çekerek, “Dolayısıyla neresinden bakarsanız bakın bu olay bir şehvet istismarıdır” dedi. Ankara Müftülüğü’ne bağlı “Alo Fetva Hattı” yetkilisi, Hüseyin Üzmez’in 14 yaşındaki küçük bir kız çocuğuna cinsel saldırıdan yargılanmasının “rezilliğin daniskası” olduğunu belirterek “Bir cinsel sapıklıktır” dedi. ■
‘İslamla bağdaşmaz’
‘Çocuğun cinsel istismarı’ suçundan yargılandığı davada tahliye edilen dinci Anadolu’da Vakit gazetesi yazarı Üzmez’e ilahiyat dünyasından tepki yağıyor
ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - “Çocuğun cinsel istismarı” suçundan yargılandığı davada tahliye olan dinci Anadolu’da Vakit gazetesi yazarı Hüseyin Üzmez’e, ilahiyat dünyasından da tepki geldi.
Ankara Müftülüğü’ne bağlı “Alo Fetva Hattı” yetkilisi, Üzmez’in yaptığının “rezilliğin daniskası” olduğunu belirterek “Bir cinsel sapıklıktır” dedi. Kuranıkerim’de kızlar şu yaşta evlenir diye bir şey olmadığını belirten yetkili, şöyle devam etti:
“Kuranıkerim teferruata girmez. Bu örf ve âdetle ilgili bir şeydir. Ama bir defa, bir kızın evlilik yapabilmesi için asgari regl olması lazım. Ondan evvel evlenme olduysa, gerdek ve zifafın kesinlikle olmaması gerekir. Adam, kız regl olduktan sonra gerdeğe girer. Regl olması onun artık doğurganlık kazandığını gösterir. Kız regl gördüğü zaman, bluğ çağına girmiş demektir. Yani, oruçtur, namazdır ibadetlerini yapması gerektiği çağa girmiş... Bir birey olarak çocukluk çağından çıkmıştır. Dinen bu evlenemez diyemeyiz. Ama kız çocuklarının kaç yaşında evlenmeleri daha uygundur denirse, bu ülkelerin örf ve âdetlerine bakarsak, bilimin gelişmişliğine de bakarsak, 14 yaşında birinin evlenmesinin biyolojik olarak bazı zararları olduğu bilinmektedir. Evlilik evcilik oynamak değildir. Eğer çocuğu 14 yaşında evlendirirseniz evcilik oynar. Sıkıntı da orada zaten... Analık sorumluluğu daha gelişmemiştir. Genel olarak Kuran’da, İslami literatüre göre, özellikle Hanefi ekolünde, kızların 17 yaşından sonra evlenmeleri tavsiye edilir.”
Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi ve TUSAM Danışmanı Prof. Dr. Nadim Macit, Cumhuriyet’e yaptığı değerlendirmede, konuyla ilgili yargı sürecinin sonuçlanmasının beklenmesi gerektiğini belirterek “Ancak, olayın şu andaki görünümü ile ilgili olarak böyle bir şeyi İslamla bağdaştırmak mümkün değildir” dedi. Konunun mağdurunun bir kız çocuğu olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Macit, “Dolayısıyla neresinden bakarsanız bakın bu olay bir şehvet istismarıdır. Kuran’ın ya da Hazreti Peygamber’in yaşayan öğretisinin bize sunduğu şey nedir? Duygularımızı, isteklerimizi kontrol edebilmektir. Olay basına yansıyan boyutuyla ne hukukidir ne de ahlakidir” diye konuştu.
Macit, şunları söyledi: “İslam dininde nikâh dediğimiz bir akit meselesi vardır. Yani bu türlü ilişkilerin tümü anlaşmaya dayalıdır. Bu anlaşma da reşit olmuş kişiler arasında yapılır. Bugün Türkiye’de reşit olma yaşı 18’dir. Ancak bu yaştaki kişiler arasında belli bir akde dayalı olan ilişkiler helaldir. Sonuçta bazı konularda dindarlık propagandası ve gösterişi yapan insanların en azından savundukları fikirler çerçevesinde tutarlı olmaları şarttır. Benim din anlayışım açısından insan önemlidir. İslamın amacı da insandır. Burada çocuk yaşta bir insanın istismarı söz konusudur.”
‘Cezasız kurtulamaz’ Sivil toplum örgütleri de Üzmez’i kurtaran raporu inandırıcı bulmadı. Cumhuriyet Kadınları Derneği, İstanbul Barosu Kadın Hakları Merkezi ve Çocuk Hakları Merkezi, İstanbul Kadın Kuruluşları Birliği, Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği ile SHÇEK temsilcileri “Tahliyesine anlam veremiyoruz. Üzmez’in yaptığı cinsel saldırıdır. Bu olaydan cezasız kurtulması mümkün değil” değerlendirmesinde bulundular. ■
Adli Tıp’ın görüşü gerçeği yansıtmıyor’
İstanbul Haber Servisi - Hüseyin Üzmez olayında Adli tıp raporunun gerçeği yansıtmadığının altını çizen sivil toplum kuruluşları, “Tahliyesine anlam veremiyoruz. Üzmez’in fiili basit bir cinsel taciz gibi ifade ediliyorsa da aslında doğrudan doğruya cinsel saldırıdır. Bu olaydan cezasız kurtulması mümkün değil” dedi.
Cumhuriyet Kadınları Derneği (CKD) Başkanı Şenal Sarıhan: Adli tıp raporunun doğru olmadığı, gerçeği yansıtmadığı inancını taşıyorum. Üzmez’in bu olaydan cezasız kurtulması kanımca mümkün değil.
İstanbul Barosu Kadın Hakları Merkezi ve Çocuk Hakları Merkezi: Olayda mağdur çocuğun haklarının korunmayarak reşit olmayan 14 yaşındaki B.Ç’nin şikâyetini geri almasının bilinçli olmadığı ve raporda çocuğun cinsel istismarının ruhsal hasar oluşturmadığı görüşünün hukuken ve tıbben hatalı olduğu ve çok kısa bir sürede böyle bir rapor verilmesinin diğer davalarla kıyaslandığında inandırıcı olmadığı ortadadır.
İstanbul Kadın Kuruluşları Birliği (İKKB) Koordinatörü Nazan Moroğlu: Adli Tıp raporu usulüne uygun verilmemiş, çocuk hakları göz ardı edilmiştir.
Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme DerAdli Tıp Kurumu raporuna anlam veremiyoruz. Olayı şiddetle protesto ediyoruz.
Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği İstanbul Şubesi Başkanı Kahraman Eroğlu: Çocukları korumaktan sorumlu devlet bakanlığına bağlı Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu yetkililerinin derhal harekete geçerek rapora itiraz etmeleri gerekmektedir. Ailesi çocuğu koruyamıyorsa korunma kararı çıkarılarak çocuk devlet güvencesine alınmalı.
ÜNİVERSİTE-ADLİ TIP
Kişi aynı raporlar farklı
Üzmez’in taciz ettiği 14 yaşındaki B.Ç’nin ilk muayenesini gerçekleştiren Uludağ Üniversitesi raporunda, “intihar eğilimi” gözlenen B.Ç’ye “ağır patolojik depresyon ve anksiyete” teşhisi konulduğu belirtilirken; iki ay sonra hazırlanan İstanbul Adli Tıp Kurumu raporunda bu bulgular tespit edilmedi. ■
ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ-ADLİ TIP
Raporlar çelişiyor
BURSA (Cumhuriyet) - Dinci Anadolu’da Vakit Gazetesi Yazarı Hüseyin Üzmez’in tacizine uğradığı belirtilen B.Ç. için Uludağ Üniversitesi ve İstanbul Adli Tıp Kurumu 6. İhtisas Kurulu’nun verdiği raporlar çelişiyor. Üzmez’in taciz ettiği 14 yaşındaki B.Ç’nin ilk muayenesini gerçekleştiren Uludağ Üniversitesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Başkanlığı’nın raporunda, “intihar eğilimi” gözlenen B.Ç’ye “ağır patolojik depresyon ve anksiyete” teşhisi konulduğu, zekâ düzeyinin ise 10 yaş 10 ay seviyesinde olduğu saptamasına yer verilirken; iki ay sonra hazırlanan İstanbul Adli Tıp Kurumu’nca hazırlanan raporda bu bulgular tespit edilmedi. Uzman doktorların raporlarında adli makamlara, “Çocuklar, ailelerinden ya da karşı tarafın tehditlerinden korktuklarından ya da sanık tarafından kandırıldıklarından, ailelerinin dağılacağı endişesiyle, gerçekleri her zaman söyle(ye)memektedir” uyarısında bulunduğu belirlendi.
Kahraman: Dava dosyası gitmedi
Bu davada müdahil olmak isteyen Bursa Baro Başkanı Zeki Kahraman ise dava dosyasının Adli Tıp Kurumu’na gitmediğini iddia etti. Kahraman, iki rapor arasında çelişki varken, üçüncü bir rapor alınması gerektiğine dikkat çekerek şunları söyledi: “Bu maalesef yapılmamıştır. Bir diğer itirazımız da raporun geliş hızıyla ilgili. Bu tür yargılamalarda beklenen raporlar genellikle 6-12 ay arasında gelir. Raporun geliş hızı şüphelendiriyorAnlaşıldığı kadarıyla Kurul, dosyanın tümünü inceleyerek değil, iddianameyi okuyarak muayene yapmış!.”
RAPOR HAZIRLANACAK
Tabipler birliği incelemeye aldı
Türk Tabipleri Birliği ve ilgili uzmanlık dernekleri, Üzmez’i kurtaran raporun bilimsel boyutu, hekimlik ve bilirkişi uygulamaları ile ilgili olarak bir rapor hazırlayacak. Tartışmalı rapora imza atan kurulun Başkanı Dr. Ergezer’in 2005’te gerçeğe aykırı rapor verdiği için meslekten men cezası aldığı belirtildi. ■
ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - Türk Tabipleri Birliği (TTB), İstanbul Tabip Odası ve ilgili uzmanlık dernekleri, Hüseyin Üzmez’in yargılandığı davada tahliyesine olanak sağlayan adli tıp raporunun bilimsel boyutu, hekimlik ve bilirkişi uygulamaları ile ilgili olarak bir rapor hazırlayacak. TTB’den yapılan açıklamada, “Sanığın serbest bırakılması ve olayın hızla gelişme süreci, böyle bir travmaya maruz kalan tüm çocuklara bir gözdağı niteliğindedir. Yaşadıklarını anlatmakta zorlanan çocuklar, bu gibi olaylarla korkutulup sindirilmektedirler” denildi. Türk Tabipleri Birliği, İstanbul Tabip Odası, Adli Tıp Uzmanları Derneği, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Derneği, Adolesan Sağlığı Derneği ve Türk Pediatri Kurumu tarafından, raporun bilimsel incelemesinin yapılması ve bir değerlendirme raporu oluşturulması için çalışmalara başlandığı bildirildi.
Merkez Bankası 2009’da öngörülen yüzde 4’lük büyümenin kolay olmayacağını açıkladı
Kriz büyümeyi vurdu
Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz, yılın dördüncü ve son enf- lasyon raporunu açıkladı. Yılmaz, son dönemde YTL’deki keskin değer kaybının enflasyonu olumsuz etkileyeceğini söyledi. Yılmaz, “Döviz kuru hareketlerinin yıllık enflasyon üzerindeki doğrudan etkilerinin 2008 sonunda 1.2 puan, 2009 yılı sonunda ise 1.5 puan olarak gerçekleşeceğini tahmin etmekteyiz” dedi.
Yılmaz, hükümetin 2009 bütçesinde öngördüğü yüzde 4’lük büyüme oranı için “Yüzde 4’lük büyümeyi sağlamak bugünkü koşullarda çok kolay olmayacak” dedi. Durmuş Yılmaz, “Krizin şiddetlendiği son 6 haftada Türkiye’den ne kadar para çıkışı oldu” sorusuna da “Bir rakam vermiyoruz. Ama bir miktar çıkış oldu” yanıtını verdi. ■
Bütçede büyüme güvensizliği
© Merkez Bankası, hükümetin 2009 bütçesinde öngördüğü yüzde 4’lük büyüme oranını yakalamanın bugünkü koşullarda kolay olmayacağını açıkladı.
ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz, hükümetin 2009 bütçesinde öngördüğü yüzde 4’lük büyüme oranı için “Yüzde 4’lük büyümeyi sağlamak bugünkü koşullarda çok kolay olmayacak” dedi. Yılmaz, “Krizin şiddetlendiği son 6 haftada Türkiye’den ne kadar para çıkışı oldu” sorusuna da “Bir rakam vermiyoruz. Ama bir miktar çıkış oldu” yanıtını verdi. Banka yıl sonu enflasyon tahminini ise yüzde 11.1’e yükseltti.
Merkez Bankası Başkanı Yılmaz, yılın dördüncü ve son enflas- yon raporunu açıkladı. Küresel piyasalardaki sorunların belirginleşmesinin iktisadi faaliyetteki yavaşlamanın devam edeceğine işaret ettiğini belirten Yılmaz, “Temmuzdan bu yana yurtiçi faaliyetteki yavaşlama daha da belirginleşti. Küresel finans piyasalarındaki çalkantı tüm dünyada hissedilirken ülkemizde de özel tüketim ve yatırım harcamalarının durağan bir seyir izlemeye devam edeceği tahmin edilmektedir” diye konuştu.
Yılmaz, küresel finans krizinin Türkiye de dahil olmak üzere gelişmekte olan ülkelerin para birimlerinde değer kaybı yarattığına işaret ederek “Döviz kuru hareketlerinin yıllık enflasyon üzerindeki doğrudan etkilerinin 2008 sonunda 1.2 puan, 2009 yılı sonunda ise 1.5 puan olarak gerçekleşeceğini tahmin etmekteyiz” dedi.
Baykal’dan Erdoğan’a
‘Tıpış tıpış IMF’ye’
CHP lideri Baykal, “Biz kendi yağımızla kavrulmasını biliriz” diyen ve IMF’ye göndermelerde bulunan Başbakan Erdoğan’ın tavrını “kabadayılık” olarak nitelendirdi. Baykal “Başbakan’ın bütün cakasına rağmen IMF ile tıpış tıpış bir anlaşma arayışı içine girmekte olduğu görülüyor” dedi. Baykal, hükümetin dünyadaki tablonun ciddiyetini kavrayamadığını söyledi. CHP lideri hükümetin gerekli önlemleri almakta geç kaldığını vurguladı. ■
CHP lideri Baykal, AKP’nin ekonomik krize önlem almakta geciktiğini söyledi
‘Kabadayılıkla olmaz’
© Hükümetin ekenomik krizin ciddiyetini hâlâ anlayamadığını belirten Baykal, ‘‘Başbakan’ın, bütün cakasına rağmen IMF ile tıpış tıpış bir anlaşma arayışı içine girmekte olduğu görülüyor’’ dedi. Hükümetin krize yönelik tek önleminin yurtdışındaki tasarrufların Türkiye’ye aktarılması olduğunu belirten Baykal, buna prensip olarak olumlu yaklaştıklarını, ancak bunun kara para aklama gibi sıkıntılara yol açmamasının sağlanması gerektiğini vurguladı.
ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, hükümetin ekonomik krize yönelik gerekli önlemleri almakta geç kaldığını vurgularken “Başbakan’ın bütün cakasına rağmen IMF ile tıpış tıpış bir anlaşma arayışı içine girmekte olduğu görülüyor. Kabadayılıkla krizle mücadele olmaz” dedi.
CHP lideri Baykal, dün parti meclisi toplantısı öncesinde yaptığı açıklamada ekonomik krizle ilgili değerlendirmeler yaparken; dünyadaki tablonun Türkiye’yi de etkisi altına alacağını, hükümetin olayın ciddiyetini kavrayamadığını, popülist, demagojik bir söylem içinde olduğunu vurguladı. Baykal, “IMF konusunda tam bir çelişki içindeler. Ümük sıkma terminolojisiyle konuyu ele almaya çalışıyor. Ama bir yandan da IMF ile ciddi bir anlaşma zorunluluğunun etkisinde oldukları görülüyor. Başbakan’ın, bütün cakasına rağmen IMF ile tıpış tıpış bir anlaşma arayışı içine girmekte olduğu görülüyor” görüşünü dile getirdi.
Hükümetin krize yönelik ortaya koyduğu tek önlemin yurtdışındaki Türk vatandaşlarının tasarruflarının Türkiye’ye aktarılması olduğunu anlatan Baykal, buna prensip olarak olumlu yaklaştıklarını, ancak bunun kara para aklama, mali saygınlığın ortadan kalkması gibi sıkıntılara yol açmamasının sağlanması gerektiğini vurguladı. Baykal, “Krizden nemalanmak isteyen birilerinin bulunduğu anlaşılıyor. Düzenleme bir vergi affına dönüştü. Kara para konusunda ciddi bir gevşemeye yol açacak. Hayali ihracatçıların ve naylon fatura düzenleyenlerin bu suçları da düzenlemeyle affedilmiş olacaktır. Deniz Feneri Derneği konusundaki sorumluluğun da ortadan kaldırılmasının kapısı açılacaktır” görüşünü dile getirdi.
Terör brifingi sonrasında hükümetin yakın gazetelerde yer alan haberlere dikkat çeken Baykal, “Başbakanlık bunları yalanladı. Bunların söylenmiş olması başka, söylenmemesi bizi başka noktalara götürür. Türkiye alıştıra alıştıra terör konusunda bir noktaya mı yönlendirilmek isteniyor?” dedi.
CHP lideri Baykal, Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu’nun İstanbul adaylığıyla ilgili bir soru üzerine “Belediye başkan adayları ile ilgili olarak, Ankara dışında somut karar noktasına gelmiş değiliz” dedi.
Cumhuriyet Bayramı’nda 3 ayrı resepsiyona dikkat çekilerek yöneltilen bir soru üzerine Baykal, “Cumhuriyet karşısındaki niteliği, tavrı tutumu belli olan insanları her şeyi unutarak, yok sayarak sanki cumhuriyet konusunda bir ihtilaf yokmuş gibi bir yapay davranış içinde sevgiyle, sevinçle kucaklamanın şartları kaldı mı? Cumhuriyetin sahipsizliği böyle bir tabloya yol açtı” dedi.
Baykal, Can Dündar’ın “Mustafa” belgeseliyle ilgili bir soruya da “Herkes kendine göre bir yaklaşım sergileyebilir. Atatürk’ün özel yaşamının gündeme getirilmesinden rahatsızlık duyma anlayışında değiliz. Ancak Atatürk deneyimini doğru anlamak gerekir. Atatürk, 1930 modeli bir diktatör olarak nitelendirilemez. En yakın arkadaşlarını harcadı, demek insafsızlık olur. Atatürk’ün sofrasının da, terk edilmiş, yalnız bir adamın eğlencesi gibi anlaşılması haksızlık olur. Unutulmamalıdır ki o sofra cumhuriyetin ilan edildiği ortamdır. Atatürk, mutsuz, yalnız öldü, diye de düşünmüyorum. Eserinin geleceğinden güven duygusu içindeydi. Sayın Dündar, daha önce de Sarı Zeybek’i yapmış kişidir. Şimdi, ‘2008 Can Dündar’ çalışması ile karşı karşıyayız” karşılığını verdi.
ERDOĞAN’A ÖRTÜLÜ ÖDENEK SORUSU
Ağır suçlama
CHP Konya Milletvekili Atilla Kart, yolsuzluk ilişkilerinin irtibatlandığı kurumların başında “Deniz Feneri yapılanması-Vakıfbank-Başbakanlık Örtülü Ödeneği ve özel kalem müdürlüğü harcamalarının” geldiğini savunurken “Başbakanlık örtülü ödeneğinin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kişisel harcamalarında kullanıldığını” ileri sürdü. ■
‘Örtülü ödenek, kişisel harcamalarda kullanılıyor’
ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - CHP Konya Milletvekili Atilla Kart, “Başbakanlık örtülü ödeneğinin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kişisel harcamalarında kullanıldığını” ileri sürdü.
Kart, dün TBMM’de düzenlediği basın toplantısında, örtülü ödeneğin başında bulunan Maksut Serim ve eski Başbakanlık Özel Kalem Müdürü Hikmet Bulduk’u hedef alan bazı savları dile getirdi. Serim’in Erdoğan’ın belediye başkanlığı döneminde Vakıfbank Valide Sultan Şubesi’nde müdür olduğunu anımsatan Kart, İstanbul Büyükşehir Belediyesi adına çifte hesaplar açıldığını, İGDAŞ, BELBİM, İSTAÇ, İSTON ve İSFALT gibi belediye iştiraklerinin tüm gelirlerinin, burada toplandığını, bu hesaplardan belli basın organlarına kaynak aktarıldığını söyledi. Kart, “Bu gelişmeler, AKP iktidarının yolsuzluk havuzunu, 1994’ten itibaren İstanbul Büyükşehir Belediyesi bünyesinde oluşturduğunu gösteriyor.
Serim, 2002’de sahtecilikten mahkûm oldu. Erdoğan’ın Başbakan olmasından sonra ise Basın ve Halkla İlişkiler Müşaviri unvanıyla göreve başladı ve daha sonra örtülü ödeneğin başına getirildi” açıklamasını yaptı.
Deniz Feneri Derneği’nin Almanya Frankfurt’taki “kara parayı aklamaya yönelik havalelerinin Vakıfbank’ın Frankfurt şubesi aracılığıyla yapıldığının” altını çizen Kart, bu paraların faizsiz olarak Vakıfbank’a yatırıldığını vurguladı. Kart, “Adalet bakanları, devlet, halk adına alınması gereken bu geliri, bir yerlere peşkeş çekiyor. Sayın Başbakan’ın ifadesiyle ‘Bizim Çalık Grubu’na peşkeş çekiyor” dedi. Serim ile dönemin Özel Kalem Müdürü Hikmet Bulduk arasında, ödeneklerin kullanımında iç içe geçen ilişkilerin ve ardından bir kavganın başladığının ortaya çıktığını kaydeden Kart, Bulduk’un Şubat 2008’de görevinden ayrıldığını, bu tarihe kadar kendisinin ve eşinin malvarlığında ciddi artış olduğunu ifade etti. Kart, “Öyle anlaşılıyor ki devletin güvenliği ve devlet sırrı kapsamında kullanılması gereken örtülü ödenek, Başbakan’ın kişisel ve özel harcamalarında kullanılmış. Bunun başka açıklaması ve anlamı olamaz” diye konuştu,
KÜRESEL KRİZ YENİDEN ANIMSATTI
Marx’a dönüş
Kriz tedirginliğinin yaşandığı Türkiye’de Kapital ilk kez Marksizme yakın duran yayınevleri dışında bir yayınevi tarafından basılacak. İş Bankası Kültür Yayınları, Kapital’in 3 cildini yeniden basacak. Yapı Kredi Yayınları ise Marx’ın felsefi fikirlerinin dayanağını oluşturan Friedrich Hegel üzerine çok önemli bir uluslararası konferans düzenleyecek. ■
Kapital’e dönüş ve Hegel konferansı
Bankaların umudu Marx
Haber Merkezi - Dünyayı etkisi altına alan küresel mali kriz, tüm sektörleri olumsuz yönde etkilerken bir dönemin “yasaklılar” listesinde olan Karl Marx’ın “Kapital”i en çok satanlar arasında zirveye yerleşti. Kapital, Frankfurt Kitap Fuarı’nda en çok satan kitap oldu. Kriz tedirginliğinin yaşandığı Türkiye’de ise Kapital ilk kez Marksizme yakın duran yayınevleri dışında bir yayınevi tarafından basılacak. İş Bankası Kültür Yayınları, Kapital’in 3 cildini yeniden basacak. Yapı Kredi Yayınları ise Marx’ın felsefi fikirlerinin dayanağını oluşturan Friedrich Hegel üzerine çok önemli bir uluslarası konferans düzenleyecek.
KAPİTALİZMİN KALELERİ
Marx’ın çözümlemek için neredeyse tüm ömrünü verdiği kapitalizmin kaleleri sayılan bankalar, marksizme dair felsefi ve ekonomi politik kaynakları Türkiye’nin gündemine taşımaya hazırlanıyor. İş Bankası Kültür Yayınları (İş Kültür), 2010 yılına dair projeksiyonuna Karl Marx’ın Kapital’ini aldı. Almanca orjinalinden çevrilecek olan eser, Hasan Âli Yücel Klasikler Dizisi çerçevesinde okuyucuya sunulacak. Yayınevi yetkilileri, Kapital’i yayınlama kararının krizle bir ilgisi olmadığını, uzun süre önce belirlenen programın bir parçası olarak gündeme alındığını ifade etti.
Benzer bir hamle Türkiye’nin bir diğer prestijli yayınevi Yapı Kredi Yayınları’ndan geldi. Yapı Kredi Yayınları Cogito Dergisi ve MonoKL Oluşumu 14-16 Kasım 2008 tarihlerinde Bahçeşehir Üniversitesi Beşiktaş Kampusu’nda “Uluslararası Hegel Kongresi” düzenleyecek.
‘HEGEL UZMANLARI’
Kongrede, dünyada “Hegel uzmanı” olarak tanınan 15’i yabancı, 2’si Türk 17 akademisyen dört oturumda bildirimlerini sunacak. Katılımcılar ayrıca “Hegel’in Görüngübiliminin Günümüz ve Gelecek Felsefesi’ndeki Yeri” ile “Hegel ve Marksist Felsefe” başlıklı iki açık oturuma katılacak.
Katılımın ücretsiz olduğu kongrede anında tercüme yapılacak.
Ayrıntılı bilgi için: http://www.ykykultur.com.tr ve http://kongre.monokl.net
Bakan’ın derdi demir
Devlet Bakanı Tüzmen Somali açıklarında kaçırılan Türk işadamına ait gemiyle ilgili girişimlerin sürdüğünü söyledi. Gemideki 20 personelin ailelerinin endişeli bekleyişi sürerken Tüzmen “77 bin ton demir var bu geminin içerisinde. Gerekirse gemiyi yüzerek gidip alırım” dedi. ■
SOMALİ’DE KAÇIRILAN GEMİ
Bakan’ın derdi ‘insan’ değil ‘demir’
Haber Merkezi - Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen, Somali açıklarında kaçırılan Türk işadamına ait M/V Yasa Neslihan gemisiyle ilgili yaptığı değerlendirmeyle şaşırttı. Korsanların kaçırdığı gemideki 20 kişilik mürettebatın ailelerinin endişeli bekleyişi sürerken Bakan Tüzmen, “77 bin ton demir var bu geminin içerisinde. Gerekirse gemiyi yüzerek gidip alırım” dedi.
Devlet Bakanı Tüzmen, dün İstanbul’da İran Dışişleri Bakanı Menuçehr Mutteki başkanlığındaki İran heyeti ile bir görüşme yaptı. Görüşme öncesi Tüzmen, Somali açıklarında kaçırılan “M/V Yasa Neslihan” gemisine ilişkin olarak açıklamalarda bulundu. Tüzmen, şunları söyledi: “Bir Türk işadamının gemisi, 20 tane mürettebatımız şu anda korsanlar tarafından rehin alınmış durumda. Tabii Dışişleri Bakanlığı’ndan yetkililerimiz ciddi bir şekilde konunun üzerine eğiliyorlar. Ancak bizi ilgilendiren daha önemli bir tarafı bizim ihraç ürünlerimizle ilgili olarak yaptığımız taşımadır. 77 bin ton demir var bu geminin içerisinde. Bildiğiniz gibi demir çelik sektörümüz son dönemde -yaklaşık yüzde 20 civarında- toplam ihracatımızda ağırlık almaya başladı. Yani bu sene 20 milyar doların üzerinde bir demir-çelik ihracatını göreceğiz. Dolayısıyla bu sektörün böylesine önünün açıldığı bir dönemde tabi bu şekilde bir olayla karşılaşmamız üzücü. Gerekli takibatı yapıyoruz. Gerekirse gemiyi yüzerek gidip alacağım...”
Sanatçı, bilim insanı ve yazarlar Halkevleri’nin 2 Kasım mitingine destek verdi
Aydınlar da ‘aklamıyor’
© AKP’nin gerici ve neoliberal politikalarını protesto etmek amacıyla Halkevleri tarafından düzenlenen mitinge destek olmak için yazar, sanatçı ve bilim insanları da ortak bir bildiri yayımladı. 95 aydının imza attığı bildiride, “Türkiye toplumunu ‘piyasa toplumuna’ dönüştüreceğini seçim bildirgesinde açıkça ilan eden AKP aklanamaz! Piyasa toplumu açgözlüler toplamıdır, bu toplamdan bir toplum yaratılamaz” denildi.
MAHMUT LICALI
ANKARA - Halkevleri öncülüğünde AKP hükümetinin neoliberal ve gerici politikalarına karşı “dur” demek için yarın Kolej’de yapılacak mitinge sivil toplum örgütleri, sendika ve siyasi partilerin ardından aydın, sanatçı ve bilim insanlarından da destek geldi. Aydınların imza attığı bildiride, “Akıl ve bilime giden tüm yolları kapatarak toplumsal yaşamı gericileştirmeye çalışan, karanlığa sürükleyen bir siyasal iktidar aklanamaz. Adı AKP ya da AK Parti, her ne ise aklamıyoruz” denildi.
Halkevleri tarafından gerçekleştirilen “Aklamıyoruz, Haklıyoruz” kampanyası kapsamında sivil toplum, meslek ve Alevi örgütleri ile işçi ve kamu emekçileri sendikaları yarın Ankara’da miting düzenliyor. AKP’nin gerici ve neoliberal politikalarını protesto etmek amacıyla düzenlenen mitinge destek olmak için aralarında, Tarık Akan, Ayla Algan, Bilgesu Erenus, Eşber Yağmurdereli, Fikret Başkaya, Halil Ergün, Haluk Gerger, Korkut Boratav, Mustafa Sönmez, Rutkay Aziz’in de bulunduğu yazar, sanatçı ve bilim insanları ortak bir bildiri yayımladı. Toplam 95 kişinin imzaladığı bildiride, şöyle denildi: “Bizler; eleştirel aklı bilimle, estetikle ve vicdanla bütünleştirenlerin dünyasından sesleniyoruz. Bu sesin tarihsel köklerinde sömürüye ve zulme meydan okuyanların tınısı vardır. Tınıyı bu topraklarda yeniden gür bir koroya dönüştürmek için sesleniyoruz: Türkiye toplumunu ‘piyasa toplumuna’ dönüştüreceğini seçim bildirgesinde açıkça ilan eden AKP aklanamaz! Piyasa toplumu açgözlüler toplamıdır, bu toplamdan bir toplum yaratılamaz.”
Bildiride AKP’nin iki dönemlik iktidarı boyunca yarattığı toplumun, açlığa, yoksulluğa ve yoksunluğa mahkûm edilen çoğunlukla, gözü doymayan azınlığın toplamından oluştuğu belirtildi. Bildiride, sosyal haklarla donatılmış yurttaşlık statüsünü tasfiye ederek kamusal hizmetlere erişimi ya “müşterileşme” ya da “düşkünleşme” ile mümkün kılan, akıl ve bilime giden tüm yolları kapatarak toplumsal yaşamı gericileştirmeye çalışan, karanlığa sürükleyen bir siyasal iktidarın aklanamayacağı belirtilerek “Adı AKP ya da AK Parti, her ne ise aklamıyoruz” denildi.
GÜNCEL
CÜNEYT ARCAYÜREK
Ha Ali Ha Veli...
Ülke ve halk yararına kimi ekonomik tavsiyelerde bulunanları doğru yolda giden mali politikaları baltalamak diye gören siyaset kafası ile sorunlara çözüm bulmaya çalışılıyor.
Hükümet şöyle bir hükümet: Bir yandan yatırım yapmak zorunluluğundan söz ediyor; ne ki -işin uzmanlarına göre- öte yandan Türkiye’nin şu dönemde IMF’li de IMF’siz de yatırım yapması olanaksızlı-
ğını bilmediğini ortaya koyuyor.
IMF bir umacı gibi biçimleniyor RTE’nin kafasında.
Ama elinde yatırım yapacak YTL kaynakları, yatırım yapmak için başvurabileceği yabancı kaynak döviz kredisi yok!
Oysa, yatırım yapmayı sağlayacak dış kredi gereksinimi karşılamak için -bir türlü içine sindiremediği- IMF güvencesini gereksiniyor.
IMF’nin büyümeyi yavaşlatın, vergiyi arttırın, fonlara para ayırmayın, bütçeyi denk tutun taleplerinin kabul edilmeyeceğini söylüyor.
Ne çare -yine uzmanlara göre- IMF’li de IMF’siz de bu konularda istediği gibi hareket etme olanağına sahip değil.
RTE bu! Uluslararası kural ve olanaklara karşı gözlerimi dünyaya kaparım, istediğim gibi hareket ederim diyen bir anlayış sergiliyor.
Uluslararası kuralların, medyanın, uzmanların, zaman zaman muhalefetin, söz sahibi demokratik toplum örgütlerinin söylemleri, tavsiyeleri -son günlere kadar- bir kulağından girip öteki kulağından çıkan açıklamalar!
***
İyi de bu babayiğidin kendine özgü, bildiğini okuyan biçimsellikteki yoğurt yiyişi kısa sürede iflas bayrağını çekti.
ABD dahil hemen bütün Batı ülkeleri; İngiltere’si, Fransa’sı, Almanya’sı mevduat güvencesini ya katladılar ya da yüzde 100 arttırdılar.
RTE ise ey kudretli her şeyi bilir Başbakan; global krize bir önlem olmak amacıyla mevduat güvencesinin arttırılmasını içeren önerilere fena bozuk çaldı.
Bankacılık sektöründe herhangi bir yamukluk yok, dedi. Öyleyse, mevduat güvencelerini arttırmamızı neden istiyorlar, diyor.
RTE mantığı soruyu yanıtladı: Bakkal kurar gibi yine bankalar kurulacak… Kısa zamanda halkın paraları hortumlanacak ve vatandaşın uçup giden paracıklarını 2001’lerde olduğu gibi yine devlet ödeyecek!
RTE gibi müthiş kurnaz, yarını değil yarınları görebilen bir devlet adamı olursa yönetimde, hiç beklentilere pabuç bırakır mı?
Sonuç: Mevduat güvencesini arttırma önerileri topyekûn ret!
Pekâlâ! Ama o ne? Maliye Bakanı itiraf etti. Hükümet, Meclis komisyonunda bir tasarı görüşülürken TMSF’ye ait mevduat güvencesinin miktarını saptama yetkisini iki yıllığına üzerine alan bir önergenin kabulünü sağladı...
Nerede kaldı RTE’nin yüksekten atan, mevduat güvencesini olduğu yerde tutarız diyen sert açıklamaları?
Ama bugün güvenceyi -öteki ülkelerde olduğu gibi- arttırdığını açıklamıyor da gerekli olduğu zaman bir dakikada arttırabileceğini ilan ediyor.
Ha Ali ha Veli!
***
Ya IMF’ye “ümüğümüzü sıktırmayacağız” diye günlerce kürsü kürsü söyledikleri?
Bir kere hâlâ cari açık başa bela: Prof. Güngör Uras’ın dediği gibi IMF’siz yola devam etmek isteseydi, her şeyden önce cari açığı kapatırdı. Aksine açık büyüyerek ilerliyor.
IMF İstanbul ve Ankara’da şöyle bir dolaştı. RTE, IMF’ye yüklenirken bakanları IMF ile stand-by anlaşmasının koşullarını kapalı kapılar ardında saptamaya çabalıyorlardı.
Sonunda Hazine’den sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Şimşek, elbette RTE’nin izniyle başbakanını yalanlama görevini üstlendi.
“IMF’yle -istenilen, tavsiye edilen de buydu- sigorta işlevi görecek bir ihtiyati stand-by anlaşmasına olumlu baktıklarını” açıklayıverdi.
İhtiyati stand-by anlaşmasında yine uzlaşmaya varılan bir program gözden geçiriliyor.
Tek fark “her gözden geçirme sonrasında” serbest bırakılan bir kredi limiti olmuyor.
IMF kredisi IMF kasasında bekletiliyor.
Bu da bir diğer “ha Ali ha Veli” hesabı!
GÜNDEM
MUSTAFA BALBAY
AB Sürecini Nasıl Bilirsiniz?
AKP iktidarının özellikle dış politikada ne kadar istikrarlı olduğunu görmek için AB sürecinin seyrini izlemek yeterli olur. İktidara geldiklerinde öyle bir tablo çizdiler ki; sanki, Türkiye’yi AB’ye sokmak için yaratılmışlar... Sanki, Türkiye’nin uzun yıllar devam eden kıdemli aday adaylığına son verip tam üyeliğin
kapılarını sonuna kadar açmak üzere seferber olmuşlar...
Oysa gerçek, bu görünümden 180 derece farklıydı. AKP, içeride güçlü olmak için, kendi çekirdek tabanının istemlerine hayır diyebilecek devlet kurumlarını sindirebilmek için kullanabileceği başlıca kaldıraç olarak AB’yi seçti.
Kabul etmek gerekir ki; ilk yıllarda bunu çok iyi kullandı. Erdoğan’ın, Gül’ün AB liderleriyle görüşmelerindeki hararetli “tam üyelik isteriz” vurguları hâlâ belleklerde. AKP’nin bu ikili tutumunu AB de gördü ve hemen ona göre siyaset geliştirdi. Bir başka deyimle, onlar da Türkiye’ye karşı takıyyeyi öğrendi!
2002 sonundan 2006 başına dek, yılda ortalama 2 defa AB’ye girdik! Kimi yıllar hızımızı alamadık, 3 defa girdik. Her ilerleme raporu, her strateji belgesi Türkiye’yi AB’ye sokup sokup çıkarıyordu!
Topluma yalan söylediler. Gerçi bu davranış biçimini bir ölçüde geçmiş iktidarlardan devraldılar ama, hiçbir parti Türkiye’yi AKP kadar yoğun biçimde AB’ye sokmamıştı!
***
Peşrevi uzun tuttuk. Gündeme getirmek istediğim konu; AB strateji belgesi...
Belki de haklı olarak “o da ne ola ki” diyeceksiniz... Çünkü son iki yıldır AKP, ne ilerleme raporuyla ne de strateji belgesiyle muhatap oluyor. Önceleri neredeyse varlık nedeniydi, şimdi muhatap değil.
Zira, AB üzerinden alabileceklerini büyük ölçüde aldıklarını düşünüyorlar. Bize göre kırılma noktası 2005 yazında Avrupa’dan gelen türban kararı oldu. AKP’ye göre, türbana özgürlükler penceresinden bakmak gerekiyordu. AB de özgürlükçü olduğuna göre, AKP’yi haklı bulacak, Türkiye’yi haksız bulacaktı... Olmadı, tam tersi bir durum öne çıktı. O noktada arkadaşlar şu kanıyı netleştirdiler:
“AB’den buraya kadar... Bundan sonrası için başka mekanizmalar geliştirelim...”
Dün Cumhuriyet’in manşetinde yer alan, AB’nin yıllık olarak hazırladığı strateji belgesi bir bakıma yol haritasını oluşturuyor. Buna göre, Hırvatistan 2009’da AB’ye tam üye olacak. Türkiye’ye tarih yok!
Gidiş gösteriyor ki; Hırvatistan’dan sonra Sırbistan AB’ye tam üye yapılacak. Çünkü sınırları ve gücü bakımından üye yapılacak kadar küçültüldü!
***
AB ile ilgili haberlerin yanında Türkiye’nin uluslararası konumuna ilişkin bir haber daha gazetelerde değişik biçimlerde yer aldı. Eski CIA yöneticisi Graham Fuller, Washington’da düzenlenen Türkiye ve Kafkaslar konulu konferansta dedi ki:
“Türkiye dış politikada önümüzdeki dönem daha aktif olacak. Türkiye artık ABD’nin müttefiki değil. Türkiye, Suriye, İran veya radikal İslami gruplarla konuşmak istiyor. Türkiye’nin bölgedeki gücü ve yaratıcılığı bağımsızlığından kaynaklanacak. Bölgenin en güçlü ülkesi konumunda...”
İlk bakışta olumlu gibi görünen bu değerlendirmenin satır aralarında farklı şeyler yatıyor. AKP’nin Türkiye’nin geleneksel dış politikasından bağımsız olarak, özellikle Ortadoğu’da Sünni açılım heveslisi olduğu biliniyor...
Bölgenin en güçlü ülkesi olmasının bir nedeni de şu:
Öteki güçlü ülkeler parçalandı!
Türkiye, AKP’nin salt parti politikalarını öne çıkaran dayatmalarının getirdiği gerçeklerle henüz tam anlamıyla yüzleşmedi!
ankcum@cumhuriyet.com.tr
AÇI
MÜMTAZ SOYSAL
Haydutluk ve Cahillik
SÜTUN elverişli olsaydı, başlık “Deniz Haydutluğu ve Deniz Cahilliği” olurdu. Türklerin sahip olduğu ve işlettiği bir geminin Somali açıklarında gasp edilmesi üzerine, denizcilik alanındaki ortak kusurlarımız yine sergilendi.
Daha çok deniz terminolojisindeki cahilliğimize ilişkin ilk kusur şu: Olay, “korsanlık” değil, bir “deniz haydutluğu”dur. Deniz hukukunda ikisi ayrı: Korsanlık, artık neredeyse ortadan kalkmış sayılır; çünkü arkasında bir devletin bulunduğu, onun hoşgörüsüyle başka devletlerin gemilerine karşı yapılan eylemlerin adıdır. Özellikle on altıncı ve on yedinci yüzyıllarda Osmanlı kaptanlarının, Türk ya da başka kökenden de olsa düşman sayılanların, hatta Müslüman olmayanların gemilerini talan etmeleri, yolcuları esir almaları korsanlıktı; nitekim bu kaptanların çoğu sonradan devlet hizmetine de girmiş, “kaptan-ı derya” falan olmuştu. Yirmi birinci yüzyılda olanların adı ise, hukukta “piraterie” ya da “piracy” denen “deniz haydutluğu”dur. Bir devletin karasuları içinde işlenmişse, suçluların yakalanması ve cezalandırılması o devletin sorumluluğuna girer. Karasuları dışında işlenmişse, önlenmesi bütün devletler için hem hak hem de ödevdir. Nitekim, oralarda dolaşan ve aralarında TC Gökova fırkateyninin de bulunduğu NATO gemilerinin şimdiki işi de bu.
İkinci kusurumuz, geminin bandırası dolayısıyla ortaya çıkıyor: “Türk gemisi” deyip duruluyor ama, bandırası Marshall Adaları Cumhuriyeti’nin. Öyle anlaşılıyor ki, bir işverenimiz de, bazı Türk donatanları gibi, “kolaylık bandırası” denen bir bayrak altında çalışmayı tercih etmiş. Dünyada birçok donatanın yaptığı gibi. Bu statü, başta vergilenme ve mürettebatın sosyal hakları olmak üzere, birçok bakımdan elverişli sayılıyor. O halde, “ikinci sicil” gibi ulusal kolaylıklar bile başka bir bandıranın getirdiği üstünlükleri yenmeye yetmemiş demektir. Türkiye’nin Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Yunanlara tanıdığına benzer “kolaylık”ları tanıyan ve başkalarınca da “meşru” sayılan bir başka devleti yok. KKTC’yi dünyaya tanıtmadıkça da olmayacak.
Demek ki, Türk bayrağında kalan donatanlara şimdiye dek tanınmışlardan da öteye başka kolaylıklar sağlamak gerekiyor. Yoksa, Marshall Adaları gibi bir devletin bayrağına kadar gidebileceğe benziyorlar. “Orası da nere?” derseniz, bilin ki Büyük Okyanus’un ortalarında 40 bin nüfuslu ve yüzlerce adalı bir yer. En bilineni, herhalde doğal örtünün birçok yerini cascavlak etmiş bir atom bombası denemesiyle ün kazanmasından dolayı olacak, Bikini Adası!
Ortaya çıkan üçüncü kusurumuz, denizciliğe ilişkin terimlerdeki ortak cahilliğimizdir. Denizcilikte, maden cevheri ya da tahıl türü yük taşıyan gemilere, medyanın dediği gibi “kuruyük gemisi” denmez, “dökmeci” denir.
Römorköre “römork” denmediği gibi. Traktörden sonra yeniden denize dönen bir tarım toplumunda dillerin de denize dönebilmesi gerekmez mi?
mumtazsoysal@gmail.com
Son Türban Kararı:
Yetki Gaspı mı? Hukuk Devleti mi?
Alev COŞKUN
Türban ve AKP’nin kapatılması davalarına ait, Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli kararları ekim ayının son haftasında yayımlandı.
Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) bu kararları üzerine ikinci Cumhuriyetçi ve şeriatçı kesimdeki yazarların yorumları insanı şaşırtıyor.
Kimisi “Temsili Demokrasi Değil Yargıçlar Devleti”nden söz ediyor (Star); kimisi “Askeri Vesayet Yetmedi Bir de Yargı Vesayeti” (Sabah) diyor. Kimisi “Yetki Gaspı” diyor (Milliyet), kimisi “Hazin Bir Gerekçe” (Zaman). Kimisi “AYM Tuzu” (Hürriyet) diyor, kimisi “AYM’nin Tepesine Babayasa Mahkemesi Kurmak Şart Oldu” (Sabah) gibi yorumlar yapıyor. Demokrat Başbakan (!) da, “Mahkeme anayasanın üzerinde değildir” diyor.
Bu eleştiriler sadece saldırgan, dayanaksız ve acımasız değil, aynı zamanda hukuk devleti temel felsefesinden de yoksundur.
Eleştiriler laiklik karşıtı eylemlerin odak noktası olan AKP’nin kapatılması yerine, para cezası verilmesi kararından çok türban davası üzerinde toplanmaktadır.
Neden böyledir? Çünkü Anayasa Mahkemesi’nin türbanla ilgili gerekçeli kararı, türban konusuna hukuken son noktayı koymuştur. Temel noktalar özetle şöyledir:
1. Anayasa Mahkemesi bu son kararıyla, 1970’li yıllardan beri süren, 1989 ve 1991 yıllarında verdiği kararlar, bir kez daha kesin olarak doğrulanmakta ve güçlenmektedir.
2. Ayrıca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) 10 Kasım 2005 tarihinde verdiği karara uyulmuş, Anayasa Mahkemesi’nin AİHM kararına yaptığı gönderme ile mahkeme eski kararlarına bağlı kalmış ve “İçtihat” süreklilik kazanmıştır.
Özellikte türban kararına karşı çıkanların birleştikleri nokta şudur: Nasıl olur da Anayasa’nın 148. maddesi varken, AYM, türbanla ilgili anayasanın 10 ve 42. madde değişikliklerini inceleyerek iptal edebilir.
Bilindiği gibi anayasanın 148. maddesi yüksek mahkemenin, anayasanın ilk dört maddesi dışında anayasanın herhangi bir maddesinde yapılan değişikliği ancak şekil şartları yönünden inceleyebileceğini hüküm altına almıştır. Bunun anlamı şudur: TBMM’deki oylama içtüzüğün koyduğu usullere göre yapılmış mı? Usul kurallarına uyulmuş mu? Bunlara bakar. Ancak anayasa maddesinde yapılan değişikliğin temel içeriği konusuna giremez.
İkinci Cumhuriyetçiler ve liberaller diyorlar ki AYM, türbanla ilgili olarak 10. ve 42. maddesindeki değişiklikleri sadece şekil açısından inceleyebilir içerik ve felsefe açısından inceleyemez. Üstelik AYM ileriye gitmiş bu incelemeyi de anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek ilk dört maddesiyle ilişkilendirmiştir...
Eyvahlar olsun, artık anayasanın hiçbir maddesini değiştiremeyeceğiz diyerek, bağrışıyorlar, dizlerini dövüyorlar. Hayır; bağırmaya, çağırmaya, tehdit savurmaya, ağlamaya gerek yok. TBMM anayasanın temel olan ilk dört maddesi hariç, her maddesini değiştirebilir. Ancak hukuki hile yapmamak koşuluyla. Nedir bu hukuki hile... Şimdi buna bakalım:
Hukuki hile
AYM aslında bu konuyu “değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen” maddeler açısından ele almıştır.
Çünkü, türban serbestliğini sağlayan anayasa değişiklikleri, aslında Cumhuriyetin temel felsefesi ile çelişmekteydi. AKP çoğunluğu hukuka karşı hile ve temel kuralları arkadan dolanarak, Cumhuriyetin temel ilkelerini tahrip etmek istemiştir.
İşte yüksek mahkeme buna izin vermemiş, “anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemez” hükmündeki ilk dört maddesinin hukuki hile ile dolanılmasına, bu kurnazlığa göz yummamış “şekil kuralından hareket ederek esastan inceleme yapılabileceğini” belirtmiştir.
İşte bağırış, feryat, figan (ağlama) bundandır. Nasıl olur da, AYM şekilden başlayıp esasa geçebilirmiş. Türkiye’nin “özgün bir yargı sistemi” varmış, artık yeni bir anayasa gerekiyormuş, artık Anayasa Mahkemesi’ni denetleyecek, bir babayasa mahkemesi kurulmalıymış.
Bu iddiaları ortaya atanların kimisi, bu konuları hiç bilmeyen ama nasılsa gazetelerde köşe kapmış olan kişilerdir. Kimileri de ne yazık ki anayasa öğretim üyeleridir. Anayasa Mahkemesi’nin bu son kararının gerekçesi bir kez daha incelenmelidir. Yüksek mahkeme anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemez temel maddelerini doğrudan ya da dolaylı olarak etkileyecek anayasa değişikliklerinin esastan incelenmesinin yolunu neden açtığını kararında açıkça belirtmiştir. Aslında bu konu yüksek mahkeme tarafından bugün değil 34 yıl önce 1970’li yıllarda hüküm altına alınmıştır.
Mahkeme, bu kararıyla “değiştirilmesi teklif dahi edilemez” kuralını, açık ve net bir biçimde “bir şekil kuralı” olarak yorumlamıştır.
Şekil kuralından hareket ederek esastan inceleme yapacağını hüküm altına almıştır.
Bu kararı nedeniyle Anayasa Mahkemesi eleştirilmemeli, tersine alkışlanmalıdır. Çünkü, AYM ABD’de Federal Yüksek Mahkemesi’nin 205 yıl önce 1803’te “Marbury - Madison” davası nedeniyle verdiği kararda yaptığı gibi hukuk devleti yolunda güçlü bir kale yaratmıştır.
ABD Federal Mahkemesi 205 yıl önce, “Anayasada bir hüküm bulunmasa da, anayasaya aykırı olan bir yasa hükmünün uygulanamayacağını ve iptal edileceğini” radikal bir biçimde karar altına almıştı.
Böylece 205 yıl önce verilen bu kararla yasaların anayasaya uygunluğunun yargısal denetiminin yolu açılmış; hukuk devletinin temelleri atılmıştı.
Şimdi Anayasa Mahkemesi bu son kararıyla, aslında Türk demokrasisinin temel taşı olan laikliği ve hukuk devletinin temellerini güçlendirmiş olmaktadır. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin temel felsefesini oluşturan ilk dört maddeyi güçlendirip perçinlemiştir.
PENCERE
İLHAN SELÇUK
Tarihsel ve Güncel Bilinç...
Tarihe nasıl bakılır?..
Okulda öğretmen öğrenciye der ki:
- Napolyon’un Moskova seferini anlat..
Ya da:
- Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferini anlat...
Seferler, savaşlar, çatışmalar, fetihler, işgaller; imparatorların, kralların, padişahların yaşadıkları yıllar ve öyküleri...
Çocuğun kafasına tarihsel bilinç yerine bir sürü ‘ezber’ yüklenir...
Bitmez tükenmez bir tarih...
Ve nafile tarih bilgileri...
Tümü de unutulmaya mahkûmdur...
*
İnsanlık tarihini gelin üçe ayıralım...
En başta göçerlik dönemi...
İnsan ne zaman yerleşik düzene geçti?..
Ekip biçmeyi keşfedince...
Ne demek bu?..
Adıyla sanıyla tarım devrimi...
*
Tarıma dayanan üretim biçimine aşılanan insanlıkta yönetim dine dayanıyordu...
Milattan önce bilinmeyen yıllardan Milat’tan sonra 18’inci yüzyıla dek insan tarım toplumunda ve dinci yönetimler altında yaşadı...
Savaşlar, göçler, krallıklar, imparatorluklar, padişahlar, krallar bir film şeridindeki gibi gelip geçtiler...
*
Tarım devriminden sonra yaşanan ne?..
Sanayi devrimi...
Tarla yerine fabrika..
Köylü yerine işçi..
Akıl ve bilim..
Aydınlanma...
*
Sanayi devrimi Avrupa’da gündeme girdi, ‘Aydınlanma’ gerçekleşince din-kilise egemenliği yıkıldı, laiklik ve demokrasi toplumun yaşam biçimine dönüştü...
Çünkü sanayi, ‘sermayeci-işçi’ sözcükleriyle vurgulanan yeni oluşumda yeni sınıflar yaratmış, iktidar toprak sahibi ile köylü tabanından soyutlanınca dincilik tarihe karışmıştı...
*
Okullarımızda tarih böyle bir çerçevede anlatılıp öğretilmez...
Oysa öğretilmesi gerek...
Çünkü Aydınlanma’ya dönüşüm tarihi öğretilmeyince ne Türkiye Cumhuriyeti’nin ne de Atatürk devriminin anlamı aydınlanabilir...
*
Peki, ne olur?..
Yalnız öğrencilerde değil öğretmenlerde, yalnız küçüklerde değil büyüklerde kafalar karışır...
‘Tarih’ bilmeceye dönüşür...
‘Güncel’ kaosla özdeşleşir..
Bugünkü halimiz meydanda...
*
Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk dünya tarihinde bir ‘özgünlüğü’ vurguluyor...
Nedir o?..
İslam coğrafyasında sanayi toplumuna erişememiş dinci imparatorluktan akıl ve bilim kapsamında laik ve demokratik ulusal devlete geçiş deneyimini yaşıyoruz...
Peki, bu deneyim başarıya ulaştı mı?..
*
Kavga sürüyor...
Uzun sürede tüm İslam coğrafyası ve tüm ‘geri kalmış dünya’ akıl-bilgi-bilişim-sanayi toplumu olmaya mahkûm...
Bu arada Türkiye karşıdevrimle başarısızlığa sürüklenirse ülke karanlığa gömülür, ne laiklik kalır, ne demokrasi..
Ne de Atatürk...
Bugün Atatürk’ü anlamak ancak bu büyük uygarlık devrimcisini insanlığın tarihsel serüveninde yerli yerine oturtacak bilince sahip olmakla mümkündür.
Çaresizliğin Gözyaşları ve Evrensellik
Eda KILINÇARSLAN
Mücadele etmek… Bir amaç uğruna harcanan çaba, verilen onca emek… Bizim ülkemiz; mücadele edenlerin yolunun tıkandığı, işkence edildiği hatta öldürüldüğü bir geçmişe sahip. Kara lekelerin izlerini taşımaya mahkûm edilmiş, tarih sahnesinde ağır cezaya çarptırılmış bir sabıkalı… Bunlardan kurtulmayı bırakın “Kyoto Protokolü”nü bile imzalamaktan aciz. Ne kadar büyük bir geri kalmışlık, ne kadar büyük bir Amerikan
yalakalığı! Dünyada yok olan değerlere sahip çıkmanın öncesinde kendi varlıklarımızı dahi koruyamıyoruz, dünyaya tanıtmanın ötesinde kendi insanımızı haberdar edemiyoruz? Örneğin; Allianoi… Sağlık Tanrısı Asklepion’un kentidir. Yaklaşık 2000 yıllık tarihiyle, kronolojik sırayla gidecek olursak; prehistorik, Helenistik, Roma, Bizans, Osmanlı dönemlerinde yerleşim yeri olarak kullanılmış, Roma döneminde dört bir taraftan gelenlere şifa olmuş, suyunun sıcaklığı hâlâ 45 derece olan, bir depremle tarihin derinliklerine gömülmüş bir doğa mucizesi…
Şimdiyse bizim
yanlış politikalarımızla sulara gömülecek. En fazla 60 yıl ömür biçilen bir baraj projesi uğruna çamura bulanacak. 2001 yılında alınan “1. Derece Arkeolojik Sit” alanı kararına rağmen; kepçe ile oluşturulan bir kanalla “İlya Deresi”ne taşınıyor şifalı suları. 10 yılda; 11 bin eser, gizli geçit, çeşme, su perisi “nymphc” heykelinin bulunması; onu “Yortanlı Barajı”nın gölet alanının tam ortasında olmaktan ve acımasızlığın içindeki çaresizliğin gözyaşlarına maruz kalmaktan kurtarmıyor. Hiçbir tanıtım projesi olmamasına rağmen; 600.000 turistin onu görmeye gelmesi de, uğruna beste yapılması da, yaklaşık 12 metrelik alüvyon altında haince ezilmekten kurtarmayacak onu. Son çare olarak AİHM görünüyor. Türkiye; dünyada, 9000 bekleyen dosyasıyla AİHM’ye en çok başvuran 2. ülke... Ne acı bir şeydir bu… Nasıl bir değer bilmezliktir? Nasıl bir vurdumduymazlıktır?
Mücadele etmek.. bizim ülkemizde
boşa kürek çekmek midir, karşılığı
yoksa insanlığımızı hatırlatan bir
eylem midir? İnsanlıktan anladığımıza göre değişir mi vereceğimiz yanıt, yoksa evrensel midir cevabı? Peki, nedir evrensellik? Nasıl anlarız evrensel olduğunu? Sevmeyi bilerek mesela… Çünkü, sevgi aynıdır dünyanın her yerinde. Sahip olduklarımızdan başlamalıyız
bizler de…
Mustafa’ filmini Ata’ya yakışmayan bir film olarak değerlendiren Atatürk’ün manevi kızı Adatepe
‘Film beni hüsrana uğrattı’
İstanbul Haber Servisi - Atatürk’ün ma-nevi kızı Ülkü Adatepe, Ata’yı anlatan “Mustafa” adlı filmi beğenmediğini belirterek, “Filmde anlatılanları doğru bulmuyorum. Film beni çok üzdü, hüsrana uğradım. Atatürk’e yakışmayan ve gerçeği yansıtmayan bir film” dedi.
Cumhuriyetin ilanının 85. yıldönümü kutlamaları kapsamında, önceki akşam Dolmabahçe Sarayı’nda bir resepsiyon veren Adatepe’nin verdiği resepsiyona, sinema sanatçısı Ediz Hun, sanatçı Ajda Pekkan, İlham Gencer ve Bora Gencer’in yanı sıra çok sayıda davetli katıldı. Resepsiyon, “Cumhuriyet Türküsü”nün hep bir ağızdan söylenmesiyle başladı. Gecenin açılışında konuşan Ülkü Adatepe, “Cumhuriyeti Atatürk’e borçluyuz. Atatürk olmasaydı bugün burada olamazdık. Dolmabahçe Sarayı benim için çok önemli bir mekân. Burası Atamın, babamın vefat ettiği yer” dedi. Sanatçı Ayten Alpman’ın, “Memleketim” şarkısını söylemesiyle süren kutlamada, daha sonra “Cumhuriyet Defilesi” yapıldı. Cumhuriyetin 85. yılı için Çoban Stilist Mustafa Şahin tarafından hazırlanan gelinliği, Neslihan Yavuzcan sundu. Gelinlik Ülkü Derneği’ne hediye edildi. Üzerinde Atatürk’ün resminin olduğu pastanın kesilmesinden sonra resepsiyona katkı verenlere plaketleri Adatepe tarafından verildi. Adatepe, kanamayı durduran Türk buluşu olan “Ankaferd Bloodstopper” adı verilen tamamen bitkisel bir ara ürünü geliştiren Hüseyin Cahit Fırat’a da Atatürk’ün portresi olan bir plaket sundu.
Adatepe, Atatürk’ü anlatan “Mustafa” adlı filme yönelik sorumuzu, “Filme büyük bir heyecanla gittim. Ama film çıkışında kendimi çok kötü hissettim. Mustafa Kemal Atatürk filmde çok yalnız gösterilmiş bu beni çok üzdü. Çünkü Atatürk yalnız değildi. Onun silah arkadaşları, kızları, dostları vardı. Filmde yer alan, ‘Atatürk günde 3 paket sigara içer, 1 şişe rakıyı devirir, çok yalnızlık hissederdi’ gibi değerlendirme ve yorumlar beni çok üzdü. Hüsrana uğradım. Atatürk’e yakışmayan ve gerçeği yansıtmayan bir film” diye yanıtladı.
DÜNYADA BUGÜN
ALİ SİRMEN
MHP’nin Tavrında Şaşacak Ne Var ki?
Dünkü yazım üzerine bir dostum telefon etti. (Nasıl cesaret ettiyse!)
- AKP’nin hukuka ve anayasal yargıya yaklaşımı konusunda haksızlık etmişsin, dedi. Sonra da ekledi:
- MHP de AKP ile aynı doğrultuda görüşe sahip, şimdi onlarla birleşip, Anayasa Mahkemesi’nin yetkilerini kısmaya çalışıyorlar. Sen yalnızca AKP’ye değinmişsin.
- Bunda şaşacak bir yön yok, dedim.
- Nasıl yok? dedi dostum.
- Eğer siyasetin ana kuralı olan bir partinin söylemine değil, eylemine bakma ilkesine uygun hareket edersen görürsün ki, gerçekten şaşacak bir yön yok.
Ardından da ekledim:
- MHP’nin bu dönemdeki işlevi AKP’nin koltuk değneği olmaktır. Dikkat et, MHP için artık Milliyetçi Cephe içinde olduğu gibi, stepne olma dönemi bitti.
- Çok insafsızsın, dedi dostum.
- Yok, dedim, MHP’ye ve öncülerine bir bak. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, yabancıların isteklerini yerine getirmekle yükümlüler hep ve bunu da yapıyorlar.
***
Gerçekten de öyle. Birinci Dünya Savaşı sırasında, Turancılık ve Osmanlı’nın Orta Asya’ya açılmasının fikir babası Almanlardı. Alman Genelkurmayı’nın planlarında Osmanlı gerçekte Kayzer’in savaşını yürütüyordu.
Cemal Paşa istediği kadar Kanal Savaşı’nı Osmanlı için yaptığını düşünsün, aslında Alman savaşı yapıyordu ve o açıdan bakıldığında kanal savaşı amacına ulaşmıştı, ama Cemal Paşa bunun farkında değildi.
Bazen düşünüyorum, yabancı oyunlarına alet olunmasına yol açan şaşkınlık acaba kalıtımsal mı?
İkinci Dünya Savaşı’ndaki Turancı akım, ki önderleri arasında Türkeş de vardı, Nazi Almanyası’nın himayesinde, teşvikiyle gelişmiş bir hareketti. O kadar ki, Rus cephesinde esir düşen Türk asıllı Sovyet askerleri Edige gibi ırkçılar tarafından eğitilip, Alman saffında Sovyetler’e karşı savaşmaları için yeniden cepheye gönderilmişlerdi.
1940’larda, daha sonradan MHP’nin önderi olacağı bu hareketin Türkiye’ye nelere mal olduğunu Uğur Mumcu’nun “40’ların Cadı Kazanı” kitabında okuyabilirsiniz.
O dönemin ırkçıları, kendilerine ne denli milliyetçi derlerse desinler, yabancı güçlerin görüşlerinin temsilcileriydiler. Köy Enstitüleri’nin kapatılmasından, NATO’nun trampleni olmaya kadar, birçok görüş ve eylem bunun kanıtıdır.
***
1960 sonrasında Türkeş’in önderliğindeki hareket, Türkiye’de emeğin üstünlüğünü savunan görüşün karşısındaki silahlı vurucu güçtü ve Amerikan emperyalizmine karşı çıkanları teker teker kırmaktaydı.
MHP’nin görüşlerinin 12 Eylül rejimininkilerinin tıpkısının aynısı olduğunu söyleyen birini insafsızlıkla suçlayamazsınız. Çünkü “fikirlerimiz iktidarda, biz hapisteyiz” diyen bizzat MHP’nin en üst kademeleriydi.
Sözüne, görüşlerinin isabetine, nesnelliğine ve dürüstlüğüne çok güvendiğim, aynı zamanda gazeteci büyüğüm olan bir dostum, son dönemlerinde Türkeş’in bu kullanılma durumunu fark ettiğini ve birçok alanda düşüncelerinde yenilemeler yaptığını söylüyor. Olabilir.
Türkeş’ten sonra partinin başına gelen Devlet Bahçeli’nin MHP’yi bir paramiliter örgüt olmaktan çıkarıp, sistemin sınırları içine sokma konusunda çok çaba harcadığı ve büyük başarılar elde ettiği bir gerçektir.
Ama Ecevit hükümetini Kemal Derviş’in söylem ve eylemleriyle yerle bir edip, AKP’ye iktidar yolunu açan Amerikan komplosu sırasında, Ecevit’in bütün uyarı ve “yapmayın” ısrarlarına karşın erken seçimi mümkün kılan “hodri meydan”ı çeken Bahçeli değil miydi?
Bütün bu hususları alt alta getirince, bir Amerikan projesi olan AKP görüntülü CIA patentli ılımlı İslamcı BOP’un eşbaşkanının başbakanlığındaki iktidarın koltuk değneğinin MHP olduğunu görmek o kadar kolay ki...
asirmen@cumhuriyet.com.tr
POLİTİKA GÜNLÜĞÜ
HİKMET ÇETİNKAYA
Gecenin Yıldızları...
İçimde bir Cumhuriyet coşkusu var bugün...
Bu coşku, kaç yaşında olursam olayım hiç bitmeyecek.. liboşlara, dincilere, tarikat şeyhlerine, döneklere, mandacılara inat.
Kadıköy görülmeye değerdi, Dolmabahçe’den boğazı seyretmek güzeldi.
Gecenin yıldızları, gökyüzünü aydınlatan fişeklerle oynaşıyordu.
Çocuklar, gençler, orta yaşlılar, yaşlılar...
Çocukların ellerinde ayyıldızlı bayrağımız.
Bağdat Caddesi bir hafta önceden giymişti Cumhuriyet giysilerini.
Evrenin tüm renkleri oradaydı...
Taksim Alanı, Caddebostan, Beşiktaş ve Bakırköy...
Bir insan ırmağına dönüşmüştü her yer.
Işıltılı rüzgârında filiz vermiş bir kayın dalı yağmurla inleyen kokusunu yayıyordu çevreme...
Vız geliyordu kan koklayan tilkiler, vız geliyordu mandacılar, liboşlar, soytarılar pazarında tezgâh açan din bezirgânları.
Bir kadeh kırmızı şarap koydum kadehime o buram buram Cumhuriyet coşkusu içinde.
Hava serindi Dolmabahçe’de. Sıkı sıkı giyinmiştim. Mercan sabahların parmaklarından kaçıp lacivert ışıltılı gecenin koynuna girmeye hazırlanıyordum.
Güz tepeleriyle avunan tarih, Dumlupınar’dan şahlanıyordu Nâzım Hikmet’in dizelerinde. Bir türkü yankılanıyordu sonra gözleri çakmak çakmak olan adamda.
Atatürk düşmanlarının toprakta mantar gibi bittiği, medyayı kuşattığı bir dönemde çok anlamlıydı benim için bu kutlamalar.
Tükenmez mırıltılar, demokrasi ve özgürlük...
Laiklik olmadan demokrasi olur muydu hiç!
***
Devrim yürüyüşünün on beş yıl sürdüğü bir yoldan işte bugünlere gelmiştik...
Mustafa Kemal gibi bir önder ve ona yürekten bağlı yurtsever-devrimci bir ekip.
Saltanat ve halifelik kaldırıldı.. Cumhuriyete geçildi.
Laiklik, kadın hakları, harf ve dil devrimi...
Ulus tümlüğümüzü perçinleyen atılım ve girişimler... Köy Enstitüleri, üniversiteler, Halkevleri...
On beş yıla sığdı bunlar ey takkeli ve takkesiz liboşlar!
O on beş yıl çağdaş uygarlık düzeyine çıkmak için yapıldı...
Çok kısaydı o dönem...
10 Kasım 1938’de Atatürk öldü... Motor teklemeye başladı.. İkinci Dünya Savaşı çıktı.. motor durdu...
Nadir Nadi 29 Ekim 1984’te yazdığı başyazısında şöyle der:
“....Ne olduysa oldu ve biz bugün devrim ilkelerinden bir hayli geri kaymış durumdayız. Tek parti döneminde kimse kimsenin dinine diyanetine karışmazdı. İsteyen namaz kılar, isteyen oruç tutar, isteyen namaz kılmaz, oruç tutmazdı. İsteyen kadın çarşaf giyer, isteyen başı açık gezerdi. Ulusal eğitim politikamız gençlerimizi, çağdaş uygarlığın gereği, özgür kişiliğe kavuşturmayı amaçlıyordu. Çok partili yaşama geçtikten sonra sözümona bir demokrasi türküsü tutturduk. Gericiler ilkin laikliği boy hedefi olarak ele aldılar. Efendim, laiklik dinsizlik demekmiş. Kim demiş laikliğin dinsizlik olduğunu? Bizimkiler toplumu şeriat düzenine götürmek istiyorlar ya, elbette laikliğe saldıracaklar. Laiklik dinsizlik sayılmalı ki günün birinde herkesi aynı cahil hocaların elinde oyuncak etmeye kapı hazırlansın...”
***
Nadir Nadi yirmi dört yıl önce yaptı bu saptamayı sevgili okur!
Ve yazısının sonunda dedi ki:
“...Liseli genç kızları şalvarla 19 Mayıs’ı kutlamaya zorlasınlar ki, bir gün tüm kızlarımız ve kadınlarımızı kafes altına kapatmaya sıra gelsin...”
Bugün kızlarımız okula değil Kuran kurslarına gönderiliyor... Bugün kadınlarımız yaşamın her alanından uzaklaştırılıyor...
Nadir Nadi, yirmi dört yıl önce tarihe not düşmüş:
“....Bugünün acı gerçeği, gerçek Atatürkçülerin şimdilik yenilmiş olmalarıdır...”
Yenilgi sürüyor sahte Atatürkçüler sayesinde!
O nedenle içimdeki Cumhuriyet coşkusu inadına kabardı dün sabah... Dolmabahçe’den Beşiktaş’a; Bakırköy’den Bağdat Caddesi’ne dek taştı o yüreğimdeki coşku...
***
2 Kasım Pazar günü İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı’nda (Cumhuriyet Kitapları Standı: 301 Salon: 3) Saat 14.45-15.45 arası Mehmet Başaran, Serdar Kızık ve Mehmet Faraç’la birlikte okurlarla buluşuyoruz...
hikmet.cetinkaya@cumhuriyet.com.tr
Faks numaramız: 0212 343 72 69
BAŞBAKAN ERDOĞAN
‘IMF bize isterse borç vermesin’
© IMF’ye yönelik mesajlarını sürdüren Erdoğan, hükümet olarak yatırımları sürdüreceklerini belirterek, ‘IMF isterse borç vermesin, biz kendi yağımızla kavruluruz’ dedi.
ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, IMF’ye yönelik üslubunu sertleştirerek “IMF bize, bu sıkıntılı dönemde ‘ben sizlere borç vermiyorum’ derse vermeyebilir. Vermek zorunda da değil. Çok da ihtiyacımız yok” dedi.
Erdoğan dün Kırgızistan Başbakanı İgor Caurdınov’u ağırladı. Her iki başbakan, görüşmelerin ardından ortak basın toplantısı düzenledi. Başbakan Erdoğan basın toplantısında, IMF’ye yine göndermelerde bulundu. Basın mensuplarının sorularını yanıtlayan Erdoğan, IMF’nin “karşılıklı çıkara dayalı bir yaklaşım” göstermesi durumunda kendilerinin de buna hazır olduklarını belirtti. “Ama bizim ümüğümüzü sıkıp da ‘yatırımları durdur, büyümeyi düşür, ondan sonra bütçende şu kadar daha aşağı indir’ derse bu ‘çalışma’ demektir” diyen Başbakan Erdoğan, “Böyle bir anlaşmaya evet diyemeyiz” diye konuştu.
‘Kendi yağımızla kavruluruz’
Hükümet olarak yatırımlara devam edeceklerini dile getiren Erdoğan, şunları söyledi: “Sen kalkıp da ‘karayolları inşaatlarını durdur’ diyecek olursan ‘kusura bakma’ deriz. Böyle bir şeye de mecbur değiliz. Biz kendi yağımızla kavrulmasını biliriz.
Eğer IMF bize, bu sıkıntılı dönemde ‘ben sizlere borç vermiyorum’ derse vermeyebilir. Vermek zorunda da değil. Çok da ihtiyacımız yok.”
Mevduata güvence yetkisinin BDDK’den alınıp Bakanlar Kurulu’na devredilmesiyle ilgili değişikliği de yanıtlayan Erdoğan, “Böyle bir yetkiyi alıyorsak krizi ortadan kaldırmak veya krizi yönetmek için alırız. Nitekim de talep edişimizin altında yatan gerçek de budur. Bu kriz dönemini çok daha farklı çok daha olumlu istikamette yönetebilmek içindir” dedi.
CUMARTESİ
YAZILARI
ATAOL BEHRAMOĞLU
Tokyo’dan…
En geç cuma öğleye kadar göndermem gereken Cumartesi yazılarımı genellikle perşembeleri yazarım. Cuma gününe bıraktığım enderdir. Bu kez cuma, öğleye doğru, hem de gerilimsiz yazıyorum… Türkiye’de şu anda gece yarısı olduğunu bilmenin rahatlığıyla… Uluslararası Tokyo Şiir Festivali’nin konuğu olarak geldiğim Japonya, Türkiye’den yedi saat ileride. Sadece saat bakımından mı? Bu bambaşka bir konu…
***
Japon edebiyatını, sanatını, kültürünü ve insanını çok az tanıdığımı buraya geldiğimde daha iyi anladım. Bu açığımı kapatmam gerektiğini duyumsadım.
Japonya’nın önemli bir ülke olduğunu herkes biliyor. Fakat bu çok farklı ülkeyi, ona ilişkin herhangi bir konunun uzmanları dışında, ne ölçüde ve ne kadar tanıdığımız kuşkulu. Günlük yaşamda göze hemen çarpan şey, yabancı ülkelerdeki meraklı Japon turisti görüntüsüyle ilgisi olmayan, sakin, güvenli, kendi içine kapanık, sade fakat son derece düzgün giyimli ve inanılmayacak kadar kibar bir insan topluluğu. İlk kez geldiğim Japonya’yı, bu yönüyle çok sevdiğimi söyleyebilirim. Bizdeki kargaşadan, bizim ülkemizde insanlar arasında sessiz ya da gürültülü, ama hep gerilimli savaş ortamından sonra, 120 milyonluk Japonya’nın 13 milyona yaklaşan nüfusuyla bu en kalabalık kentinde (başkent Tokyo’da) inanılmaz bir rahatlık ve iç huzuru duydum.
***
12 saatlik bir uçuştan sonra geldiğim gün ayağımın tozuyla, Japonya Büyükelçimiz, Sayın Sermet Atacanlı’nın daha ben Türkiye’den ayrılmadan elektronik postayla gelen nazik davetiyle, Büyükelçiliğimizdeki Cumhuriyet Bayramı resepsiyonuna katıldım. Salonlar ve avlu konuklarla dolup taşıyordu. Türkiye’yle ilgili, tarihçi, gazeteci, sanatçı, yazar, ya da başka mesleklerden birçok Japon aydınıyla ayaküstü tanıştım. Ülkemize bu ilgi beni şaşırtmadı desem yalan olur. Fakat ülkemiz böyle bir ilginin ne ölçüde farkında, onu ne ölçüde değerlendirebiliyor, yine bambaşka bir konu…
***
İki gün sürecek şiir festivali bu akşam açılış kokteyliyle başlıyor. Ben festival kapsamında şiirlerimi pazar günü okuyacağım. Bundan başka, 3 ve 4 Kasım akşamlarında, sadece benim için düzenlenen iki program daha var. Japonya’daki kültür elçimiz diyebileceğim genç arkadaşım İnan Öner’in düzenlediği ilk programın izleyicileri, çoğunlukla Japonya’daki Türkler olacak. (Ankara DTCF Japon Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olmuş, burada doktora ya da lisansüstü çalışması yapmakta olan çok değerli gençlerle tanıştım. Onlar önümüzdeki yıllarda ülkemizin ve Japonya’nın kültür ortamında adlarını duyuracaklardır. Bu öğretim dalımızın başarısını ise ayrıca kutluyorum.)
İkinci programı, Japonya’nın önde gelen şairlerinden ve festival yöneticilerinden Bayan Takako Arai hazırlamış. Orada ise ağırlığı Japon izleyici oluşturacak.
***
Dün ve bu gün (yazıya başlamadan) internette gazetelerimizi gözden geçirdim. Her zamanki üzüntülü, can sıkıcı, bıktırıcı, kaygı verici haberleri bir yana bırakıyorum… Onlar hayatımızdan zaten hiç eksilmedi ve belli ki eksilmeyecek… Bu yazıda sizlerle iki olumlu haberi paylaşayım. İlk haber “Cumhuriyet”ten. Üniversiteye hazırlanan öğrencilere ücretsiz eğitim veren “Nâzım Dershanesi” 19 öğretmeniyle 5. eğitim yılına başlamış… “Nâzım Hikmet Kültür Merkezi” bünyesinde kurulan bu dershane, başkaca kuruluşlara örnek olmalı, benzerleri çoğalmalı… İkinci haber “Vatan”dan, İclal Aydın’ın “Yardım İstiyorum” başlıklı köşe yazısından. 8 Kasım 2008 Cumartesi günü saat 21.15’te Lütfü Kırdar Kongre Salonu’nda Edip Akbayram ve Ferhat Göçer’in bir konseri var. Sanatçıların ücret almadıkları, gelirinin ise Trabzon’daki üç çocuk yuvası ve yetiştirme yurdunun eksiklerini karşılamak için harcanacağı konserin biletleri “Biletix”ten sağlanıyor. (Buradan,Tokyo’dan, kardeşim Edip’e, Ferhat’a, bu çabaya katkısı olan herkese selam gönderiyorum.)
***
Olumsuz haberlerden söz etmeyeceğim dedim ama yine de kendimi tutamayacağım. Tokyo’daki elçilik binamız Cumhuriyet Bayramı’nı kutlayan yabancılarla dolup taşarken kimi yurttaşlarımız Cumhuriyet düşmanlıklarını gizlemeye de artık gerek görmüyorlar…
Sanatçılarımız, başkaca kişi ve kurumlar, kimsesiz çocuklarımızı korumak için kolları sıvarken, Adli Tıp Kurumu 14 yaşında bir çocuk için Nazi dönemi doktorlarını aratmayacak nitelikte rapor düzenliyor.
Başka ve uzak bir ülkeden kendi ülkemizdeki çelişkiler, sonu bir türlü gelmeyen utanç verici kötülükler daha açık seçik görülüyor…
ataolb@cumhuriyet.com.tr
Faks: (0212) 343 72 64
GEÇMİŞTEN GELECEĞE
ORHAN ERİNÇ
Sosyal Engelliler
Türkiye’deki engelli sayısı her gün biraz daha artıyor!
Zihinsel ve bedensel engelliler konusundaki sayılar büyük ölçüde yaklaşık oranlamalara ya da kestirimlere dayanıyor.
Bir meslektaşımız, İstanbul’daki görme engellilerin sayısını, tek tek ilçe belediyelerini arayarak saptamaya çalışmış ama başaramamıştı. Büyük bölümü özveriye dayalı bir çalışma ile gerçekleştirilen “Görülmeyen Gazete” şimdilerde görmeyenlerin haber aracılığı ile bilgilenme hakkını kullanmalarını sağlamaya çalışıyor.
Doğuştan engelli olanların bir bölümünün yakın akraba evliliklerinden kaynaklanmasına karşın, töre ve gelenekleri unutturma konusunda etkili bir çalışma yapılmadığı da ortada.
Engellilerle ilgili çalışmalar yürüten sivil toplum kuruluşlarının sayısı da iki elin parmaklarını geçmiyor. Hemen hepsi de, yerel belediyelerin yönetim yeri ve personel giderlerini karşılamaları ile sınırlı bir destek bulabiliyor.
***
Kimi uzmanların “engelli” kapsamında ve “sosyal engelli” olarak tanımladığı, büyük bölümünü çocuklarla gençlerin oluşturduğu kesim de, gazete haberlerine bakarsak çığ gibi artıyor.
Uzmanlar bu kapsama, tecavüze uğrayanları, taciz edilenleri, çevre baskısı nedeniyle yaşam biçimlerini değiştirmek zorunda kalanları, işkence görenleri, haksız biçimde suçlananları alıyor.
Sosyal bir hukuk devleti, sosyal engellilerin de devletin koruyucu kanatları altına sığınmalarını sağlama görevini üstlenmek zorunda.
Ancak Türkiye’de böyle bir yaklaşım söz konusu edilemediği gibi, uygulamalar neredeyse sosyal engellilerin artmasını özendirecek yaklaşımlar sergiliyor.
Üzmez olayı nedeniyle kamuoyunda uyanan tedirginlik, özellikle kadınları harekete geçirdi.
Verilen bilgiler doğruysa, Devlet Bakanı Nimet Çubukçu, cinsel tacize uğradığı ileri sürülen küçük kızla ilgili Adli Tıp raporuna itiraz edecekmiş.
AKP’lilerin de aralarında bulunduğu kadın milletvekilleri ise cinsel taciz suçlularına verilecek cezanın arttırılması için yasa önerisi hazırlığı içindeymişler.
Kimi gazeteler, yasa önerisini “Üzmez’i üzecek öneri” başlığı ile yansıtıyorlar. Oysa önerinin Üzmez’le ilgili bir yanı yok. Çünkü kural gereği sanıklar suçları kanıtlanırsa, suçu işledikleri sırada yürürlükte olan ceza ile mahkûm edilebiliyorlar.
***
Girişimleri “-miş”li cümlelerle aktarmamı yadırgamayın. Töre nedeniyle işlenen cinayetleri bile “namus” kavramıyla perdelemeye ve neredeyse hoş görmeye özendiren bir yaklaşımın geçerli kılınmaya çalışıldığı bir ülkede, bazı şeylere somutlaşmadan inanmak, bana biraz ters geliyor.
***
“Eskiden de oluyordu da, yazılmadığı için bilemiyorduk” iddiasını geçerli saymak, gazetelerin üçüncü sayfalarının yakın bir geçmişte hazırlanmaya başladığı iddiası kadar geçersizdir.
Sanırım yetkililer, son günlerde hızla artan sosyal engelli sayısı karşısında durup iyice düşünmeliler.
Önlem almak için kollarını sıvarlar mı?
Umudum pek yok ama yine de beklemeye değer.
oerinc@cumhuriyet.com.tr
TSK’nin Irak’ın kuzeyine yönelik operasyonları sonucu terör örgütü PKK çözülme sinyalleri verdi
124 terörist örgütten kaçtı
ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) Irak’ın kuzeyine yönelik savaş uçakları ve ateş destek unsurlarıyla gerçekleştirdiği operasyonlar sonucu bölücü örgütteki çözülme sürüyor.
Genelkurmay İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak, 2-19 Ekim tarihleri arasında örgütün önemli ölçüde zaiyat verdiğini ve 124 teröristin firar ettiğini bildirdi. Gürak, terörle mücadelede yapılan çalışmalar kapsamında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve hükümetin terörle mücadeleyle ilgili bakanlarına Eğirdir’deki Dağ ve Komando Okulu’nda iç güvenlik eğitimi hakkında yerinde bilgi verileceğini açıkladı. Eğirdir’deki incelemelere Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Dışişleri Bakanı Ali Babacan, Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin ile Maliye Bakanı Kemal Unakıtan da katılacak. Gürak, Bingöl’de Elazığ-Muş demiryoluna mayın döşemeye çalışan teröristlerin güvenlik güçlerinin müdahalesi sonucu kaçtıklarını, Hatay Amanos Dağları’ndaki Hava Radar Komutanlığı’na yönelik eylem yapmak isteyen teröristlerin de önceden fark edilmeleri üzerine açılan ateş sonucu kaçtıklarını söyledi. Gürak, iki insansız hava aracının kasım ayı sonuna kadar Türkiye’ye getirileceğini de aktardı.
‘PKK bitme noktasına geldi’
Öte yandan NTV’ye açıklamalarda bulunan terör örgütü eski yöneticilerinden Osman Öcalan, PKK’nin son operasyonlarla büyük çöküntü yaşadığını söyledi. Öcalan, “Bitme noktasına gelen PKK, gerilimi arttırarak ayakta kalmaya çalışıyor” dedi. Öcalan, bir zamanlar lider kadrosunda yer aldığı örgütün, orantısız şiddet eylemlerinden pişmanlık duyduğunu söyledi.
Hakkında ‘naylon fatura’ dosyası bulunan Unakıtan da düzenlemeden yararlanacak
Kara paraya sınırsız af
EMİNE KAPLAN
ANKARA - AKP hükümeti, “varlık barışı” olarak nitelendirdiği Bazı Varlıkların Milli Ekonomiye Kazandırılması Yasa Tasarısı’nda değişiklik yaparak, yurtiçi ve yurtdışında kişilerin başkaları üzerinde gösterdiği malvarlıklarını da vergi ve kara para incelemesi yapılmadan kayıt altına almalarını sağlamayı planlıyor. CHP’li Akif Hamzaçebi, tasarıyla hakkında naylon fatura düzenlemekten dokunulmazlık dosyası bulunan Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’a da af getirildiğini söyledi.
AKP hükümetinin, küresel krizi gerekçe göstererek TBMM gündemine getirdiği Bazı Varlıkların Milli Ekonomiye Kazandırılması Yasa Tasarısı ile ilgili tartışmalar sürüyor. Tasarının 3. maddesine göre, gerçek ve tüzelkişilerce 1 Ekim 2008 tarihi itibarıyla sahip olunan ve yurtdışında bulunan para, altın, döviz, menkul kıymet ve diğer sermaye piyasası araçları, Türkiye’ye getirilerek beyan edilmesi durumunda yüzde 2 oranında vergi alınması koşuluyla geçmişe dönük vergi ve kara para soruşturma ve kovuşturması yapılmayacak. Türkiye’de gelir veya kurumlar vergisi mükelleflerince sahip olunan ve Türkiye’de bulunan, ancak 1 Ekim 2008 tarihi itibarıyla işletmenin özkaynakları arasında yer almayan para, altın ve dövizin vergi dairelerine beyan edilmesi durumunda da yüzde 10 vergi alınması koşuluyla geçmişe dönük inceleme ve kovuşturma yapılmayacak. AKP hükümeti, TBMM Genel Kurulu’nda tasarının görüşmeleri sırasında bu maddede değişiklik yapmayı planlıyor.
CHP’den tepki
Tasarının 3. maddesinde yer alan “sahip olunan” ifadesinin “ait olan” biçimde değiştirilmesi düşünülüyor. Bu değişiklikle, yurtiçinde ve yurtdışında malvarlıklarını başkaları üzerinde gösteren kişilere de vergi ve kara para incelemesi yapılmadan varlıklarını yasal hale getirmeleri öngörülüyor. Bununkara paraya sınırsız bir af anlamına geleceğine dikkat çekiliyor.
Tasarının önceki gün Plan ve Bütçe Komisyonu’ndaki görüşmeleri sırasında, AKP’li vekillerin verdiği önergeyle tasarının yürürlüğe gireceği tarih itibarıyla devam eden vergi incelemelerinin de kapsama alınması tartışmalara neden oldu. Değişikliği eleştiren CHP’li Hamzaçebi, naylon faturaya ilişkin süren davalar olduğunu anımsatarak “Hakkında soruşturma olan şirket yöneticileri bankaya başvurunca süren davaları ortadan kaldırmayacak mı?” diye sordu. Hamzaçebi, tasarının bu şekilde kabul edilmesiyle sadece süren soruşturmalar değil eski soruşturmaların da ortadan kalkacağını belirterek “Bu, Maliye Bakanı’nın kendisini affeden bir tasarı” dedi.
İddianamede 455. sayfaya gelindi. Mahkeme Güney’in yayımlanan röportajlarını istedi
Ergenekon’da katılım azaldı
HATİCE TUNCER HİLAL KÖSE
Ergenekon davasının altıncı oturumunda, 27 Ekim’de öğleden sonra okunmaya başlanan iddianamenin 445. sayfasına gelindi. Mahkeme, tutuklu sanık emekli Tuğgeneral Veli Küçük’ün görev yaptığı dönemde gerçekleşen faili meçhul cinayetlere ilişkin Kocaeli Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan bilgi istenmesine karar verdi. Emniyetten, Tuncay Güney’in çeşitli televizyon kanallarında yayımlanan röportajları istendi.
İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nce, Silivri Cezaevi’ndeki duruşma salonunda görülen davanın altıncı oturumu dün yapıldı. Duruşmaya, 13’ü tutuksuz sanık 30 sanık avukatı katıldı. CHP milletvekili Şahin Mengü de izleyicilere ayrılan bölümden duruşmayı izledi. Cumhuriyet Savcısı Mehmet Ali Pekgüzel, iddianamenin 284. sayfasından itibaren okumaya devam etti. Doğu Perinçek, Ergenekon terör örgütünün PKK ile ilişkisinin anlatıldığı bölüme müdahale etti. Abdullah Öcalan ile görüştüğü ve PKK kamplarında fotoğraflarının olduğu bölüme itiraz eden Perinçek, “O dönemde parti genel başkanı değildim. Suç tarihi 1999 diyorsunuz, 1987’ye gidiyorsunuz. Bari milattan önceye de gidin” dedi.
Savcı Pekgüzel, bomba irtibat raporlarında, Ümraniye’de bulunan bombalarla Cumhuriyet gazetesine atılan bombaların tapelerinde benzerliklerin olduğunu söylediği sırada, bazı tutuklu sanıklar söze karıştı. Sanıklar, “Birebir aynı değil” deyince mahkeme başkanı Köksal Şengün, “Birebir aynı demiyor, benzerlik var diyor. Orada yazanı okuyor. Size sıra geldiğinde konuyu irdeler, ne olduğunu açıklarsınız” dedi. Nihat Taşkın ve Pekgüzel’in dönüşümlü olarak okuduğu iddianamenin dördüncü bölümündeki örgütün gerçekleştirdiği eylemler, başlıklar halinde sıralandı. Savcılar, tekrar olan bölümleri atlayarak öğleden önce 405. sayfaya kadar okudular.
Sabah sevk edildiği Adli Tıp Kurumu’ndan öğleden sonra getirilen tutuklu Hayrettin Ertekin, iddianamede yer alan “Lobi” belgesinin ABD Savunma Bakanlığı tarafından 1985’te yayımlanan ve çevirisi Harp Akademileri’de okutulan bir kitaptan alıntı olduğunu savundu.
Muzaffer Tekin, Ergenekon soruşturmasından ailece mağdur olduklarını anlatarak, “Savcılar o belgelere, bulgulara inanıyorlarsa cüppelerini atsınlar. Onlardan çok daha dü-rüstüm, şerefliyim” diye konuştu. Bu sözler üzerine mahkeme başkanı Şengün, “Bir daha böyle bir şey söyleme. Her makama saygılı olacaksın” diye uyardı. Tekin’in “dayanamıyorum” demesi üzerine Şengün “Dayanacaksın” dedi.
Telefon dökümleri istendi
İddianamenin okunmaması taleplerini de reddeden mahkeme ayrıca, Küçük’ün kullandığı iki cep telefonundan yapılan görüşme dökümlerinin istenmesine de hükmetti. Mahkeme ayrıca, İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nden, televizyonlarda yayınlanan Tuncay Güney’le ilgili röportajları istedi.
Davayı izlemeye dünyada en çok satan gazete olan Japon gazetesi The Asahi Shimbun’un Tahran Büro Şefi Yu Yoshitake de geldi. Yönetmen Halit Refiğ, opera sanatçısı Altan Günbay, yazar Demirtaş Ceyhun ve Doç. Dr. Cüneyt Akalın’ın da aralarında bulunduğu 40 kişilik grup, cezaevi önünde basın açıklaması yaparak “Yurtsever aydınların bir an önce serbest bırakılmasını istiyoruz” dediler.
Ergenekon davası tutuklularından Doç Dr. Ümit Sayın, önceki günkü duruşmada mahkemeye verdiği dilekçesinde, İP Genel Sekreteri Avukat Nusret Senem’de ele geçirildiği iddia edilen ve iddianamede Senem’in suçu olarak gösterilmesine neden olan Yargıtay krokisinin 22 Şubat 2008’de gözaltındayken sorgulama yapan polisler tarafından kendisine de gösterildiğini ve sorulduğunu belirtti. Sayın, dilekçesinde, Senem’e bu krokiye dayanılarak suçlama yöneltildiğini 28 Ekim 2008 günlü oturumda iddianame okunurken öğrendiğini, şoke olduğunu, bu nedenle durumu dilekçeyle mahkemeye bildirmek gereğini duyduğunu belirtti.
Bilindiği üzere İP Genel Merkezi’nde 21 Mart 2008’de arama yapılmış, aramada Nusret Senem’e ait Yargıtay krokisi bulunduğu iddia edilmişti.
Acaristanbul’da kararsızlık
Villaların yıkımına ilişkin kararı bozan idare mahkemesinin kararına önce itiraz eden Beykoz Belediyesi, sonra kamu yararı olmadığı gerekçesi ile itirazını geri çekmiş
ÖZLEM GÜVEMLİ
Beykoz Belediyesi’nin, Özel Serdaroğlu Ormanı katledilerek yapılan Acaristanbul villalarına verdiği yıkım ve para cezası kararını bozan İstanbul 4. İdare Mahkemesi’nin kararına yaptığı itirazı, kamu yararı olmadığı gerekçesi ile daha sonra geri çektiği ortaya çıktı.
Beykoz Belediye Başkanı Muharrem Ergül’ün Danıştay 6. Dairesi’nin 09.02.2007 tarihinde oybirliği ile iptal etttiği Acaristanbul’daki yapı ruhsatlarını 26 Mart 2008’de yenilemesi ile ortaya çıkan skandalın ardındaki hukuksuzluk zinciri tek tek gün yüzüne çıkıyor. Acaristanbul villalarına Beykoz Belediyesi tarafından verilen yapı ruhsatlarının iptali için, Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi ve TÜKODER Beykoz Şubesi tarafından 2005 yılında dava açıldı.
ADIM ATILMADI...
İstanbul 3. İdare Mahkemesi, 30.06.2005’te yürütmeyi durdurma kararı aldı. Bu karar belediye tarafından Acarlar A.Ş’ye tam 5 ay sonra tebliğ edildi. Şirketin Danıştay 6. Dairesi’ne yaptığı temyiz istemi reddedilerek ruhsatların iptali kesinleşti. Beykoz Belediye Encümeni de karar üzerine 13 Mart 2007’de villaların yıkımına karar verdi. Beykoz Belediyesi bu kararını uygulamaya yönelik uzun süre hiçbir adım atmayarak karara itiraz etmesi için şirkete zaman kazandırdı. Acarlar A.Ş. belediye encümeninin kararına beklendiği üzere itiraz etti ve İstanbul 4. İdare Mahkemesi 26.12.2007’de Danıştay’ın kesinleşmiş kararına aykırı bir karara ulaştı. Mahkeme, yapı ruhsatları alınmadan önce Acarlar A.Ş’nin “... hile, aldatma ve benzeri eyleminin bulunduğu yönünde herhangi bir tespit ve done bulunmadığı”, Çevre ve Orman Bakanlığı’ndan “kesin izin” alınmasına gerek olmadığı gerekçeleri ile encümen kararını iptal etti.
Beykoz Belediyesi önce kendi aldığı yıkım ve para cezası kararını bozan bu karara itiraz etti. Ancak 31 Ekim 2007’de İstanbul Bölge İdare Mahkemesi Başkanlığı’na gönderilen dilekçe ile itirazdan vazgeçildi. Başvurunun ardından 25 Ocak 2008’de Beykoz Belediyesi Hukuk İşleri Müdürlüğü’nden başkanlık makamına gönderilen yazıda da “ilgili mahkeme kararının temyizinde idare yararı görülmediği” belirtilerek “temyiz kararından sarfinazar edilmesi” Ergül’ün oluruna sunuldu. Ergül de bu karara olur vererek itirazdan vazgeçti ve 26 Mart 2008’de villaların ruhsatını yeniledi.
İki aday da politikalarının rakibinden çok farklı olduğunu savunuyor, ancak öncelikler değişmiyor
Beyaz Saray yeni sahibini bekliyor
Başkanlık seçimleri için geri sayım sürerken, hem seçmen hem Washington, her iki adayın iç ve dış politikalarını inceden inceye karşılaştırıyor. Cumhuriyetçi ve Demokrat Parti kampanyalarının merkezine oturan ekonomi, seçim gününün belirleyici unsuru olacak.
ELÇİN POYRAZLAR
WASHINGTON - ABD’de 4 Kasım’daki başkanlık seçimleri mali krizin patlak vermesiyle beklenmedik bir dönemece girdi. Cumhuriyetçi başkan adayı John McCain “deneyim ve değerlerle” her türlü zorluğu aşacaklarını söylerken Demokrat başkan adayı Barack Obama ABD’ye “değişim” getirme sözü veriyor. Şimdilik sorunlar büyük, çözümler belirsiz görünüyor. Her iki aday da kendi politikalarının rakibinden çok farklı olduğunu savunmasına karşın yöntem farklılıkları dışında öncelikler değişmiyor. Beyaz Saray’ın yeni ev sahibini bekleyen Washington ise her iki adayın iç ve dış politikalarını inceden inceye karşılaştırıyor. Son yapılan kamuoyu yoklamalarından New York Times-CBS anketi, Obama’nın McCain’in 11 puan önünde gittiğini, anketler de farkı 3 ile 7 puan arasında gösterdi.
Ancak Cumhuriyetçi aday McCain, Demokrat rakibi Obama’ya yetişeceğini savunuyor. Ohio eyaletinde kampanya yapan McCain, “Daha önce de defalarca yaptıkları gibi gözlemciler bizi sildiler. Birkaç puan gerideyiz, ancak yetişiyoruz” dedi. Uluslararası çapta yapılan anketler, Türkiye dahil dünyada pek çok ülkenin Beyaz Saray koltuğunda Obama’ya görmek istediğini ortaya koyuyor. Peki adayların Türkiye’ye ve dış/ iç politikada diğer başlıklarına bakışı nasıl?
Türkiye’ye bakış
4 Obama: Ermeni tezlerinde Ankara’ya uzak bir tutum izliyor. Fener Rum Patrikhanesi’nin ekümenik statüsünün tanınması ve Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması gerektiğini savunuyor. Bush yönetiminin Irak politikası yüzünden bozulan Türkiye-ABD ilişkilerini onarma sözü veriyor.
4 McCain: Ermeni tezlerini destekleyen güçlü mesajlardan uzak duruyor. Fener Rum Patrikhanesi’nin ekümenik statüsünün tanınması ve Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması gerektiğini savunuyor.

HAZIR DEĞİL’
Palin güven vermiyor
Amerikalıların yüzde 59’unun Cumhuriyetçi başkan yardımcısı adayı Sarah Palin’in bu göreve hazır olmadığını düşündüğü bildirildi. New York Times gazetesi ile CBS News kanalının ortak olarak düzenlediği ankete göre, katılımcıların yüzde 41’i Palin hakkında olumsuz duygular beslerken, olumlu düşüncelere sahip olanların oranı yüzde 36, kararsızların oranıysa yüzde 24 olarak açıklandı. Bu ay başından beri Palin’in başkan yardımcılığına hazır olmadığını düşünenlerin oranı da yüzde 50’den yüzde 59’a yükseldi.
Demokrat Parti başkan yardımcısı adayı Joe Biden’ın göreve hazır olduğunu düşünenlerin oranıysa yüzde 74 oldu. Ankete katılanların yüzde 65’i de başkan yardımcısı adaylarının verecekleri oyları etkilemeyeceğini belirtti.
Cumhuriyetçi Parti başkan adayı John McCain’in ağustos ayında başkan yardımcısı olarak siyasi arenada fazla tanınmayan Alaska Valisi Sarah Palin’i seçmesi, bazı kesimlerce McCain’in kampanyasına zarar verecek bir adım olarak nitelendirilmişti. Palin’in Cumhuriyetçi Parti’de heyecan yaratmasına karşın bağımsız seçmenleri partiden uzaklaştırdığı belirtiliyor.
Amerikalı seçmen ekonomiye bakıyor
Ekonomi - Mali kriz için hazırlanan 700 milyar dolarlık kurtarma paketini destekliyor. Mali sektöre sıkı denetim getirilmesinden yana. Konut sahiplerini korumaya yönelik bir tasarı öneriyor. Zenginlerin vergi indirimlerini kesmeyi, orta gelirli ailelere ve yaşlılara vergi indirimleri, küçük işletmelere teşvik vaat ediyor. İşsizlik sigortasının krizden etkilenen aileleri de kapsayacak şekilde genişletilmesinden yana.
Enerji - 10 yıl boyunca temiz enerji için 150 milyar dolarlık yatırım yapmayı ve 5 milyon yeni iş yaratmayı hedefliyor. ABD’nin petrol rezervlerinin acil durumlarda kullanılmasından yana. Denizde petrol arama çalışmalarına soğuk ama karşı değil. 4 yıl içinde ABD’nin enerji ihtiyacının yüzde 10’unu yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlama sözü veriyor. Temiz kömür ve güvenli nükleer enerjiyi destekliyor. Petrol şirketlerinin kârlarına vergi getirmeyi planlıyor.
Sağlık - İşverenlerin sağladığı sağlık sigortasından yararlanamayanlar için ulusal sigorta programı yaratacak. Tüm çocukların sağlık sigortası kapsamına alınmasını zorunlu kılmayı planlıyor. 25 yaş altına ve velilerine sağlık sigortası sağlayacak.
Eğitim - Erken okul programlarını teşvik ediyor. Fen ve matematik eğitimini öncelik olarak görüyor. Her öğrencinin üniversiteye gidebilmesi için mali kolaylıklar öneriyor.
SİYASİ EĞİLİMLER ANKETİ
Yunanlar Bush’la Erdoğan’ı sevmiyor
MURAT İLEM
ATİNA - Yunanistan Dışişleri Bakanlığı tarafından, Yunanların siyasi eğilimlerinin belirlenmesi için Kapa Research şirketine yaptırılan araştırmadan ilginç sonuçlar çıktı.
Dünya genelinde yaşayan tüm Yunanistanlıların katıldığı ve 2006-2008 yılları için geçerli ankette, en sempatik ve en sevimsiz ülkeler ile liderler de seçildi. Yunanistan’da yayımlanan Elefteros Tüpos gazetesinde yer alan haberde, dünyadaki milyonlarca Yunanın en itici bulduğu iki liderin ABD Başkanı George Bush ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olduğu belirtildi. Haberde, araştırmanın kesin sonuçlarının 28-29 Kasım tarihlerinde Yunan dışişleri yetkilileri tarafından açıklanacağı ifade edildi.
Araştırmaya göre, dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşayıp, önemli bölümü bulundukları ülkelerin vatandaşı olan Yunanistanlılar, en sempatik lider olarak Fener Rum Patriği Bartholomeos’u seçtiler. Fener patriğinin yanında Yunanistan’ın şu anki Cumhurbaşkanı Karolas Papulyas ile eski Cumhurbaşkanı Kostis Stefanopoulos sempatik liderler arasında yer aldı.
Güvenilmez ülkeler
Yunanistan dışişlerinin anketine göre, dünyadaki Yunanlar ABD yerine kesinlikle AB’ye güvenmeyi tercih ediyorlar. En güvenilir ülkeler olarak Fransa ve Almanya’yı gösteren Yunanistanlıların güvenmedikleri ülkeler sıralamasında İngiltere, İsrail ve ABD ilk sıralarda yer alıyor.
Araştırmada, dünya Yunanlarının yüzde 51’i kiliseye olan bağlılıklarını dile getirirken, bu oran Yunanistan içinde yüzde 54 olarak saptandı. Dünyadaki Yunanların 10’da 9’unun, çift pasaportlu olarak, ülkelerinin vatandaşlıklarını korurken, kendi öz değerlerinden taviz vermedikleri de ortaya çıktı. Araştırma sonuçlarında ABD’nin son 10 yıl içinde izlediği dünya politikaları ile Yunanistanlıların Türkiye’ye olan tarihsel güvensizliklerinin etkili olduğu sanılıyor.
IMF’yle anlaşmaya yanaşmayan hükümet, Körfez sermayesi için niyet anlaşması imzaladı
AKP yönünü Körfez’e çevirdi
© 6 milyar dolarlık yatırım fonunun ilk etabı 2009’da GAP’a aktarılacak.
Ekonomi Servisi - Körfez bölgesinin önde gelen kuruluşlarından Ithmaar Bank B.S.C, Abu Dhabi Investment House ve Gulf Finance House’un stratejik işbirliği ile oluşturulan Vision, 6 milyar dolar tutarında fon için niyet anlaşması imzaladı.
Başbakanlık Yatırım Ajansı tarafından konuya ilişkin düzenlenen basın toplantısında dağıtılan bültene göre, Türkiye’ye aktarılması planlanan 6 milyar dolar tutarındaki fon kapsamında ilk yatırım 2009 içinde Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) bölgesinde gerçekleştirilecek.
Bahreyn merkezli üç yatırım bankasının Türkiye’de yatırım yapmasına aracılık eden Mineks International Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Göktuna imza töreninde, “Vision, global krizin yaşandığı bu dönemde, tarım ve hayvancılık sektörümüze yatırım ve teknoloji getirerek katkıda bulunacak” dedi.
Yatırım Ajansı Başkanı Alpaslan Korkmaz, yaşanan gelişmenin, Türkiye’ye olan güvenin teyidi niteliğinde olduğunu dile getirdi.
2009’un ilk iki üç ayında Türkiye’de bazı anlaşmalar yapmak istediklerine dikkat çeken Gulf Finance House Yönetim Kurulu Başkanı Esam Janahi de Türkiye’de iyi anlaşmalar olduğu takdirde para yatırmaya hazır olduklarını ifade etti. Janahi, Türkiye’de sadece tarım ve hayvancılıkla değil, enerji sektörüyle de ilgilendiklerini dile getirdi.
Kısa süre öncesine kadar IMF ile gerek olmasa bile ihtiyati stand-by’dan yana olan Bakan Şimşek geri adım attı
Şimşek’i de hizaya getirdi
© Yerel seçimler nedeniyle IMF ile anlaşma fikrine soğuk bakan Başbakan Erdoğan, göreve geldiği günden beri IMF ile ılımlı bir ilişki sürdüren Şimşek’in de tavrının değişmesine neden oldu.
Ekonomi Servisi - Uluslararası Para Fonu (IMF) karşıtı söylemleri ile iktidara gelen ancak iktidara geldikten sonra ilk icraat olarak IMF ile anlaşma imzalayan AKP, çıkarları doğrultusunda günlük politika yapmaya devam ediyor. Önce IMF karşıtı olan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, başbakan olduktan sonra “IMF’yi tanımayanı dünya tanımaz” demeçlerinin yerini şimdi yerel seçimler nedeniyle, bütçede kısıntı yapmak istemediği için yine IMF karşıtı söylemler aldı. Bu söylemler, göreve geldiği günden beri IMF ile ılımlı bir ilişki sürdüren Hazineden Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’in de tavrını değiştirmesine neden oldu. Daha önceleri gerek olmasa bile ihtiyati sözleşme yapılabileceğini söyleyen Şimşek, IMF’nin krizi derinleştirici bir programla gelmesi halinde bu adımların kabul edilemeyeceğini söyledi.
NTV/CNBC-e ortak yayınında soruları yanıtlayan Şimşek, “Dünyada resesyona gidilen bir dönemde, mevcut krizin Türkiye’ye yansımalarını derinleştirecek bir program yapmayız. Şu ana kadar IMF’de yumuşayan bir yaklaşım yok; o yüzden görüşmeler sonuca varmadı. Felsefi anlamda IMF karşıtlığımız yok. Yerel seçime ilişkin kaygılar yok. Biz mahalli idarelerin yakından takip edilmesi için çok ciddi yapısal reformlara razıyız. Reform konusunda bir iştahsızlık yok. Reformlar bazında, mali disiplin konusunda bir sorun yok. Eğer ekonomideki yavaşlamayı derinleştirecek birtakım adımlar isteniyorsa biz onu kabul etmeyiz” dedi.
İŞÇİNİN EVRENİNDEN
ŞÜKRAN SONER
Kadının Yeri?
Babamla oda arkadaşı olmuşlardı. Yaşı 36, evde kendisini bekleyen iki çocuğu, karnında 8 aylık bebeği var. Acı acı inliyor. Bir yanı bütünü ile hafif felçli. Hem şekeri varmış, hem de bir damar tıkanıp, üstüne hafif bir kanama geçirmiş. İki gece önce yoğun bakıma getirildiğinde etrafında büyük bir kalabalık vardı. Hastane hem anne hem de çocuk için yaşam riski olduğunu bildirip imza aldığında hafif bir gürültü koptu. Ne de olsa kalabalık bir aile, güçlü bağları vardı.
Aynı odayı paylaştığımız iki gece sonrasında ise büyük bir sessizlik, yalnızlık, çaresizlik. Çocukken bir tür küçük anne olarak kız kardeşini baktığını sevecen anlatan abla yorgun, çaresiz, şaşkın.. Kardeşinin acılarını nasıl dindirebileceğini bilemiyor. Zaten evleri şehirlerarası sayılabilecek uzaklıktaymış. Onun da evinde onu bekleyen çocukları var. Üstelik o da şeker hastası. İki gecenin uykusuzluğu da eklenince pestili çıkmış bir halde...
Bir ara çocukların babası göründü. Daha doğrusu görünür gibi oldu. Yanında iki kardeşi ile odaya girip çıkmaları bir oldu. Aksilik bu ya, kızcağız ağrılar içinde yarı baygın sızıvermişti. Kocasının, iki erkek kardeşin geldiklerinin ayrımında olamadı. Şöyle bir teğet bakış, abladan birkaç cümle ile bilgi alıp gidiverdiler. Hasta birkaç dakika sonra uyandığında ablası geldiklerini söyledi. Besbelli söyleyecekleri, isteyecekleri vardı. Kim bilir belki de acısını paylaşmayı düşleyebiliyordu. Bir-iki dakikalık uyuklamasını bahane edip kaçan kocanın arkasından bir ince küfür salladı.Yüzünü buruşturdu. Ablası ne onaylayan ne de hak veren bir şeyler söyleyebildi.
Paylaştığımız gecenin bütün akşamı, sabahı, öğlene kadar ne bir telefon geldi, ne de arayan soran. Doktorlar, hastane personeli, anne ve bebeğin kurtuluşu ile galiba aileden daha yakından ilgileniyorlardı. O kadar çaresiz, o kadar acı içinde kıvranıyordu ki... Bir işe yarayıp yaramayacağının ayrımında olmadan önce karnına, sonra bütün vücuduna kremle masaj yaptım. Hiç değilse yatmaktan gelen ağrılarını alabilirdi. Arada çocuğun hareketini hissetmediğimi söylüyordum. Canı o kadar yanıyordu ki, anlayacak halde değildi. Bir-iki saat sızdı. Sonra bebek karnında hiç hareket etmediği için kontrole götürdüler. Bebek iyi idi ama doktorlar doğumu hızlandırma gereğini duymuş, ona göre ilaçlar vermişlerdi. Doktoru bu bilgileri verirken de güzelim yüzü tepkisizdi. Sanki kendini ve karnındaki çocuğun yaşam şanslarını bile merak edebilecek noktada değildi. Bu kez o andaki ağrıları ile ilgili bir durum değildi. Sanırım geleceğini, geleceklerini, kendilerini bekleyen yaşamı düşünüyor, düş göremiyordu... Bu haliyle şansı varsa yaşayacak, çocuğunu doğuracak, diğer iki çocuğu ile birlikte hepsine annelik yapacak... İçim karardı...
***
Çapa Tıp Fakültesi Nöroloji Bölümü’nden gazeteye gelmek üzere ayrılmıştım. Genç, şık, hoş bir bayan metrobüse nasıl aktarma yapabileceğini sordu. Aynı yere gideceğimiz için birlikte gitmeyi önerdim. Bu kez öğle namazı saatini öğrenmek istedi. Gazeteden bakıp söylediğimde “İyi, yetişebilirim”le diyaloğumuz devam etti. Doğal olarak bir cenazeye yetişmeye çalıştığını düşünüyordum ki, o geleneksel kadın dayanışması içinde derdini anlatmaya başladı. Besbelli anlatmazsa sinirden patlayacaktı...
Eniştesinin namaza gittiği saati ayarlamaya çalışıyormuş. Cuma namazına gittiğinde, kaçırmış olduğu kız kardeşini o geri almaya çalışacakmış. Kız kardeşi hostes, çok güzelmiş. Ama kocası fena halde dövüyormuş. Komşular haline acıyıp onları arıyorlarmış. Ama mahkemede şahitlik yapmak gündeme gelince, adamın şerrinden, yanındaki fedailerinden korkuyorlarmış. Zaten tabancası varmış, hep yanında taşıyormuş.
Aslında kız kardeşi aciz falan değilmiş. Sevmiş evlenmiş. Kocası da üniversite mezunu, çok güzel konuşan, herkese kendini sevdirebilen bir tipmiş. Ama içki içince kendinden geçiyormuş. Dayağı öyle kaldırılabilecek türden de değilmiş. Kız kardeşi komşulara rezil oluyor, yara bere içinde baba evine sığınıyormuş. Babası iyi bir avukat tutup boşanma davası da açmış. Ama dava sürerken, kocası işten dönüşte yine kaçırmış, eve kilitlemiş. İşe götürüyor, sonra yine eve kapatıyormuş. Bu kaçıncısı sayamıyormuş. Bütün aile yılmışlar...
Sonradan ayrımına vardım. Elinde iki, hafif ama epeyce eşya alabilecek boş çanta var. Besbelli kız kardeşinin en gerekli eşyalarını alıp kaçmaya çalışacaklar...
Bugünlerde Cumhuriyet Bayramı törenleri, türban, kadın üzerinden yapılan siyasetin ortaya çıkardığı garabet durumlar... Ayrı ayrı Cumhuriyet baloları, öğle yemeğinde erkeklere, akşam yemeğinde erkek smokinli, kadın türbanlı, türbanlılar üzerinden siyaset yapılmasını içlerine sindirmişlere düzenlenmiş Cumhuriyet resepsiyonları... 14 yaşında tecavüze uğramış kız çocuğuna “ruhsal sağlığı yerinde” verilmiş, acele ısmarlanmış adli tıp raporu ile kahraman olarak ortalığa çıkmış, sapına kadar erkek Hüseyin Üzmez... Günümüz Türkiye’sinden, bugünden kadın halleri...
soner@cumhuriyet.com.tr
2009 programına göre yapılacak zamların toplamı, öngörülen enflasyonun altında
Ücret zamları enflasyona yenildi
© Memur ve sözleşmeli ücretleri de yılın ilk 6 ayında yüzde 4, ikinci 6 ayında yüzde 4.5 artacak. Artışlar, Merkez Bankası’nın yüzde 11.1’lik 2008 yıl sonu enflasyon tahmininin altında kalacak.
ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - Asgari ücret, gelecek yılın ocak ve temmuz aylarında ayrı ayrı yüzde 4 artacak. Emekli aylıkları, 6 aylık enflasyon tahminlerine göre ocakta yüzde 4.89, temmuzda ise yüzde 3.76 oranında zamlanacak. Memur ve sözleşmeli ücretleri de yılın ilk 6 ayında yüzde 4, ikinci 6 ayında yüzde 4.5 artacak. Artışlar, Merkez Bankası’nın yüzde 11.1’lik 2008 yıl sonu enflasyon tahmininin altında kalacak.
Resmi Gazete’de yayımlanan 2009 programına göre, halen brüt 638.7 YTL olan asgari ücret, 1 Ocak 2009’da 25.55 YTL artış ile 664.25 TL’ye yükselecek. 1 Temmuz 2009’da ise yüzde 4 daha zamlanarak 26.57 TL artışla 690.82 TL’ye çıkacak. Böylece asgari ücrette yıllık birikimli zam yüzde 8.16 olacak.
Emekli aylıkları da 6 aylık enflasyon tahminine göre 2009’un ocak ayında yüzde 4.89 artacak. Emeklinin temmuz zammı da yüzde 3.76 olacak. Emekli maaşlarındaki yıllık zam oranı ise yüzde 8.83 olarak belirlenecek.
Öte yandan kamudaki sözleşmelilerin maaşlarına yeni yılın ilk yarısında yüzde 4, ikinci yarısında ise yüzde 4.5 zam yapılacak.
Bankalara kâr dağıtımı uyarısı
ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK), bankaların özkaynaklarının güçlendirilmesi için, 2008 yılında elde edilecek kârların banka bünyesinde bırakılmasını istedi. Bankaların nakit kâr dağıtımını ise izne bağladı. BDDK dün Bankalar Birliği’ne gönderdiği yazıyla kâr dağıtımına getirdiği sınırlamayı bildirdi. Gönderilen yazıda, bankaların özkaynak büyüklüğü ve kalitesinin, ekonomi için yaşamsal önem taşıdığı vurgulandı. BDDK’nin kararına göre, 2008 yılı kârlarını dağıtmayı planlayan bankalar, gerekçeleri ile birlikte BDDK’ye başvurarak yazılı izin alacak. BDDK’nin uygun bulmaması halinde kâr dağıtımı yapılamayacak.
Garanti Bankası Genel Müdür Yardımcısı Nafiz Karadere’ye göre batık oluşmadan önce KOBİ’ye el uzatılmalı
Herkes küçülmesini bilmeli
© ‘2009 ne yazık ki iyi bir yıl olmayacak, özellikle de KOBİ’ler için... Kontrollü olmayı başarabilen kendi üretimini dengeleyebilen ve borçlanmasını iyi yönetebilen KOBİ’ler bu süreci daha rahat atlatacak.’
“Dünyadaki ekonomik daralma şüphesiz Türkiye’yi de etkileyecek. KOBİ’lerin de bundan etkilenmemesi imkânsız. Önemli olan bu krizi sermayelerini koruyarak kontrollü bir şekilde atlatabilmeleri” diyen Garanti Bankası Genel Müdür Yardımcısı Nafiz Karadere daha batağın içine girmeden sorunlu KOBİ’nin elinden tutulması gerektiğini söyledi. Karadere ile Garanti Anadolu Sohbetleri’nin 55’incisi kapsamında geldiğimiz Şanlıurfa’da sohbet ettik.
Tabii konu KOBİ’lere ve bankaların kredilerini geri çağırdıklarına ilişkin çıkan söylentilere de geldi. Garanti Bankası olarak verdikleri bir krediyi asla geri istemediklerini belirten Karadere, böyle bir uygulamayı kesinlikle etik bulmadığını söyledi. “2009 ne yazık ki iyi bir yıl olmayacak, özellikle de KOBİ’ler için... Burada kontrollü olmayı başarabilen kendi üretimini dengeleyebilen ve borçlanmasını iyi yönetebilen KOBİ’ler bu süreci daha rahat atlatacaklar” diyen Karadere, “Bizim KOBİ bankacılığından sorumlu 1700’ü aşkın çalışanımız var. 2008 başında bir toplantı düzenledik ve onlardan düzenli aralıklarla bütün kredili KOBİ müşterilerinizi ziyaret etmelerini istedik. Bundan şunu amaçlıyoruz: Şirketlerin durumunda ciddi bir bozulma olmadan durumdan haberdar olalım ki onlara yardımcı olalım. KOBİ battıktan sonra yapabilecek çok fazla bir şey kalmıyor. Biz böyle bir durum tespiti yapıldığında KOBİ yöneticisi ile bir toplantı yapıyor ve vadeyi yaymayı öneriyoruz. Böylelikle 2009’u daha rahat geçirmelerini sağlamak istiyoruz” diye konuştu. Karadere’ye göre hem reel sektörü hem de bankaları zor bir yıl bekliyor.
Bankanın da bir ticari işletme olarak verdiği kredinin geri dönmesinden sorumlu olduğunu vurgulayan Karadere, “Belki şu olacak: Bundan sonra alınacak kredilerde örneğin 10 krediye bakıp 8’ini kredilendiriyorsak belki 6’ya, 5’e düşüreceğiz. Eskiden daha çok imza karşılığı kredi verilirken bu sefer bankalar daha fazla teminatlanma ihtiyacı duyabilirler. Buna her iki kesimde hazırlıklı olmalı.”
Karadere’ye göre, KOBİ’lere daha fazla kaynak aktarmak asıl bu dönemde çok önemli. Bu yüzden de dış kaynaklar biraz daha fazla zorlanabilir. KOSGEB ile 0 faizli can suyu kredisini örnek gösteren Karadere, “KOSGEB bunu aralarında Garanti’nin de olduğu 4 özel banka ile beraber yaptı. Başarılı bir deneme oldu. Biz Garanti Bankası olarak 435 bin KOBİ’ye toplam 55 milyon YTL kaynak aktardık. Bu tip kaynakların ciddi olarak arttırılması lazım” dedi.
Garanti Bankası olarak KOBİ’lere yönelik başka neleri hedefledikleri yönündeki sorumuza da Karadere şu yanıtı verdi:
“SELP 2 kapsamında Alman kredi kuruluşu KFW 85 milyon Avro’luk kaynak aktarıyor. Bunu 4 banka KOBİ’lere düşük faizli yurtdışı kaynak olarak kullandıracağız. Garanti Bankası’nın payı 25 milyon Avro civarında. Bizim yaklaşık 1 ay önce çıkarttığımız esnaf paketimiz de hâlâ yürürlükte. Ekonominin en küçük üyesi olan kuaföre, pastane, kasap vs. yönelik bir ürün bu. Şu anda haftada bin esnafı kredilendiriyoruz. Bir ay içerisinde 4 bin esnafa 42 milyon YTL kredi kullandırdık. Bir de kadın girişimci destek paketimiz var. KAGİDER stratejik ortağımız bu konuda. 3500 kadın girişimciye 85 milyon YTL kredi kullandırdık.”
GÖRÜŞ
ERHAN BİLGİN İktisatçı
KOBİ’ler Krizde Belirleyici Rol Oynayabilir mi?
Uluslararası kapitalizmin krizi depresyona doğru yol alırken, muazzam bir tartışma buna eşlik ediyor. Tartışmaya Katoliklerin lideri Papa bile katıldı. Kapitalizmin ürettiği gerçek malzemelerle yenilenmiş, tarihi bir ihtişama sahip bir mekânda ekonomik krizi, kariyer tutkusu ve para hırsıyla ilişkilendirdi. (Katolik La Croix Gazetesi, 6 Ekim 2008)
İlginçtir, dünyanın pek çok itibarlı iktisatçısının, ekonomi basınının, üniversite hocasının krizin nedenlerine ilişkin görüşleri pek farklı değil. Onlar da aşırı kazanç hırsını, açgözlülüğü, krizin başlıca nedeni olarak ifade ediyorlar.
İthal sermaye gibi, ithal görüşlerin yaygın biçimde tedavülde olduğu Türkiye’de de durum farklı değil. Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Şimşek bile, krizin tamahkârlıkla bağlantılı olduğunu belirtti. Aslında bütün bu, sübjektif, krizi kişisel hata ve tutkulara bağlayan görüşler, ne kadar kabul görürse görsün, krizin gerçek nedenlerini açıklamaktan çok, üstünü örtmeye hizmet ediyor. Şu da var, toplumsal ve ekonomik ilişkileri bireyin psikolojik eğilimleriyle açıklamaya çabalamak, gerçekten bir krizin varlığına da işaret ediyor. Krizleri kişisel hırslarla, bireyin tutkularıyla açıklayan görüşlerin, şimdi Keynes’e yapılan iltifatlara, Marx’ın yeniden keşfedilmesine rağmen hâkim olduğunu, olmaya devam edeceğini görüyoruz. Kuşkusuz bunun, çözümü sistem dışında aramamak gibi, çok önemli ideolojik işlevi de var.
Bu yanılsamalar toplumda ne kadar hâkim olursa olsun, kapitalizmin nesnel hareket yasaları işlemeye devam edecek, krizin derinleşmesi, süresi ve krizden çıkış bu yasaları etkileyen pek çok sosyal ve ekonomik unsurun kapasitesine bağlı. Şimdi bu çerçevede, sayfanın ruhuna da uygun olarak KOBİ’leri ele alırsak neler söyleyebiliriz?
Örneğin KOBİ’ler bu süreçte belirleyici bir rol oynayabilirler mi? Kuşkusuz KOBİ’ler de hem kapitalist ekonominin nesnel yasalarına tabiler, hem de bunları etkileyen rolleri var. Ama krizden çıkış sürecinde oluşacak olan yeni sentezde, rollerinin belirleyici olacağını söylemek abartılı bir izah olur. KOBİ’ler, bu krizden en çok ve en olumsuz biçimde etkilenecek iktisadi birimleri oluşturuyor. 1929 krizinde de böyle oldu ve sonrasında 1970’lerde uç veren krizde de...
Kriz aynı zamanda, kapitalizmin yenilenmesi, bir bakıma çürüklerin ayıklanması gibi bir işleve sahip. Büyük veya küçük “çürük” işletme ve bankaların krizden çıkıldığında ayıklanmış olduğu görülecek. Tersinden söylersek, bu ayıklama yapıldığı için krizden çıkış kolaylaşmış olacak. Ama bu ayıklanma, aynı zamanda tekelleşmenin, yani büyük firma ve bankaların hâkimiyetinin artması anlamına geliyor.
Görünen o ki, KOBİ’ler için iki süreç birlikte işleyecek. Birincisi, kriz kaçınılmaz biçimde, kredi sisteminin yeniden düzenlenmesi ihtiyacını dayatacağı için, zaten “işletme sermayesi” sıkıntısı çeken KOBİ’ler, mali sistem aracılığı ile hareket kabiliyetlerini eskiye göre yitirmiş olacaklar. Krizi fırsata çevirip daha büyük firma olma imkânını yitiren ama ayakta kalan KOBİ’ler, mali sisteme çok daha bağlı hale gelecekler.
İkincisi, daha önceki krizlerde olduğu gibi, bu kriz sürecinde de rekabet yeniden-düzenlenmiş olacak. Rekabetin yeniden-düzenlenmesi krizden çıkışın objektif bir zorunluluğu. Ancak kriz sürecinde tekelleşme artacağı için, KOBİ’ler bu kez eskiye göre büyük firmaların çok daha fazla kontrolü altına girecekler. Rekabet imkânları iyice daralacak. Daha doğrusu tekelci büyük firmaların ileri sürdüğü yeni-rekabet koşullarına uyum sağlamak zorunda kalacaklar.
Tek evi olan işsiz, durumunu belgelerse emlak vergisi ödemeyecek
© Tahakkuk eden emlak vergileri, mayıs ve kasım aylarında olmak üzere iki eşit taksitte ödenir. Mükellefler dilerse mayıs ayının sonuna kadar tek taksitte ödeyebilirler. 2008 yılında gelirleri, yalnızca kanunla kurulan sosyal güvenlik kurumlarından aldıkları aylıktan ibaret bulunan emeklilerin, gazilerin, şehitlerin dul ve yetimlerinin, Türkiye sınırları içinde brüt 200 metrekareyi geçmeyen tek konuta sahip olmaları durumunda bu konutlara ait bina vergisinin oranı, Bakanlar Kurulu’nca 2008 yılı için sıfıra indirildi. Hiç geliri olmayan ve tek konutu bulunan işsiz kişiler de 2008’de emlak vergisi ödemeyecekler. Ancak bu durumlarını belgelemeleri gerekiyor.
Taşınmazlar üzerinden alınan vergiler ve mülk sahibinin yükümlülüklerini her kanun çerçevesinde ayrı ayrı ele alarak sizlere aktarmak istiyoruz.
A) EMLAK VERGİSİ
1319 sayılı Emlak Vergisi Kanunu’na göre 1970 yılından itibaren emlak vergileri, önce Maliye Bakanlığı’na bağlı emlak vergi dairelerine, 1986 yılından itibaren de belediye emlak vergi dairelerine veya belediye gelir müdürlüklerine ödeniyor.
Emlak vergisi, tapu siciline kayıtlı taşınmazlar üzerinden, cinslerine göre alınır. Arsa, arazi ve bina vergileri olarak alınan vergiler bulunduğu yerin idari konumuna göre vergilendirilir. 2008 yılında uygulanacak vergi oranları şöyledir:
Emlak vergileri mükelleflerin bildirimi üzerinden alınır. Genel beyan dönemlerinde veya ara dönemlerde gayrimenkul sahiplerinin ilgili belediyelere yaptıkları bildirimler üzerinden (asgari ölçülerin altında kalmamak şartı ile) yukarıdaki oranlar uygulanmak suretiyle her yıl mayıs ve kasım aylarında iki taksit olarak ödenir.
1 Ocak 2005 tarihinden itibaren 5226 sayılı yasa ile 21.7.1983 tarihli ve 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nda yapılan değişiklik ile mükellef hakkında tahakkuk eden emlak vergisinin %10’u nispetinde “Taşınmaz Kültür Varlıklarının Korunmasına Katkı Payı” tahakkuk ettirilir ve ilgili belediyece emlak vergisi ile birlikte tahsil edilir.
Emlak vergileri her yıl otomatik olarak tahakkuk eder, 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun mükerrer 298. maddesinde belirtilen yeniden değerleme oranının yarısı oranınca arttırılır ve vergi hesap edilir. 2008 yılında ödenecek emlak vergisini bir örnek ile açıklayalım.
Tahakkuk eden emlak vergileri, mayıs ve kasım aylarında olmak üzere iki eşit taksitte ödenir. Mükellefler dilerse mayıs ayının sonuna kadar tek taksitte ödeyebilirler.
2008 yılında gelirleri, yalnızca kanunla kurulan sosyal güvenlik kurumlarından aldıkları aylıktan ibaret bulunan; emeklilerin, gazilerin, şehitlerin dul ve yetimlerinin, Türkiye sınırları içinde brüt 200 metrekareyi geçmeyen tek konuta sahip olmaları durumunda bu konutlara ait bina vergisinin oranı, Bakanlar Kurulu’nca 2008 yılı için sıfıra indirildi.
Hiç geliri olmayan ve tek konutu bulunan işsiz kişiler de 2008’de emlak vergisi ödemeyecekler. Ancak bu durumlarını belgelemeleri gerekiyor.
Hisseli eve sahip olanlar, sıfır oranlı emlak vergisinden hisseleri oranında yararlanır. Sıfır oranlı vergiden yararlanmak için, evde bizzat oturma şartı aranmaz. Belli zamanlarda gidilen yazlık evler sıfır oranlı emlak vergisinden yararlanamaz. İndirimli orandan yararlanan emeklilerin, eşlerinin çalışması, sıfır oranlı emlak vergisinden yararlanmaya engel değildir
B) TAPU HARÇLARI
Gayrimenkulün, tapu harcına esas değeri, normal alım-satım değeridir. 2008 yılında satılacak bir gayrimenkulün 2007 yılına ilişkin emlak vergisi değerinin, 2008 yılında en az yüzde 3.6, yani yeniden değerleme oranının yarısı kadar artırılması gerekiyor (Harçlar K. Md. 63, Emlak V.K. Md.29). Yükseltilen değer üzerinden de hem alıcı hem de satıcı binde 15’er oranında “Tapu Harcı” öderler.
Örneğin, 100 bin YTL değerindeki ev için alıcı 1.500 YTL, satıcı 1.500 YTL harç öder.
Satış konusu gayrimenkulün, satıldığı yıl ve geçmiş yıllara ait ödenmemiş emlak vergisinden, yeni alıcı da sorumludur. (Emlak Vergisi Kanunu, Md. 30)
C) GELİR VERGİSİ
Gayrimenkul üzerinden gelir elde eden gerçek kişiler, elde ettikleri gayri menkulün cinsine göre vergilendiriliyor.
a) Konut kira gelirleri
Gerçek kişilerin konutlarından elde ettikleri gayri safi kira gelirleri tutarından 2008 gelirleri için 2.400 YTL istisna uygulanır (193 sayılı GVK.Md.21). Kalan değer üzerinden, mükellefin tercihi gereği %25 oranında götürü gider indirimi yapılır, indirim sonrası tutar için yıllık gelir vergisi beyannamesi ile hesaplanan vergi; mart ve temmuz aylarında iki taksit olarak ödenir. Kişilerin ticari, zirai ve serbest meslek kazançları var ise yukarıda belirtilen istisna uygulanamaz.
Götürü gider usulünü seçmeyip gerçek gider yöntemini seçenler, kiraya verdikleri konut için aldıkları kiradan, kendi oturdukları konutun kirasını düşebilirler.
Örneğin sahip olduğu konut için yıllık 5.000 YTL kira geliri elde eden bir kişi, 6.000 YTL konut kirası ödemiş ise elde ettiği kira gelirini beyan etmeyecek.
b) İşyeri kira gelirleri
Gerçek kişilerin işyerlerinden elde ettikleri kira gelirinin yıllık gayri safi (brüt) tutarı 2008 yılı için 19.800 YTL’yi aşması halinde gelirin tamamından %25 götürü gider düşüldükten sonra yıllık gelir vergisi beyannamesi ile beyan edilip hesaplanan vergilerden tevkif suretiyle kesilen vergiler mahsup edilir, kalan vergi yukarıda belirtilen sürelerde ödenir.
Gelir Vergisi Kanunu’nun 94. maddesine göre işyerlerini kiralayan kiracılar, kira ödemeleri üzerinden % 20 oranında vergi kesintisi (gelir vergisi stopajı) yapıp ödemek zorundadırlar. Gayrimenkul sahipleri kiracıların vergi kesintisi yapmamalarından veya vergiyi ödememelerinden dolayı sorumlulukları söz konusu değildir. Sorumlu kiracı.
c) Hem konut kira geliri hem de
işyeri geliri olanlar
2008 yılı konut kira geliri, 2.400 YTL’yi aştığında, beyanı gerekiyor. Konut kirasının yanı sıra işyeri kira geliri de elde edenlerin;
1) Konut kira gelirinden istisna düşülecek,
2) İstisna sonrası tutar ile işyeri kira geliri toplanacak,
3) Bu tutar 19.800 YTL’yi aşıyorsa, kira gelirinin tamamı beyan edilecek. Aşmıyorsa, yalnızca 2.400 YTL’yi aşan konut kira geliri beyan edilecek.
Gayrimenkullerden elde edilen gelir tutarı 19.800 YTL’yi aştığı için beyanname verilecek, beyanname üzerinden % 25 götürü gider düşülüp hesaplanan vergiden, işyeri kirasından kesilen %20 vergi mahsup edilecek, kalan tutar ödenecek veya vergi iadesi alınacak.
YAŞAMDA MALİ ÇÖZÜM
YAHYA ARIKAN
malicozum@ismmmo.org.tr
İSTİFA EDENE KIDEM TAZMİNATI YOK
Yasanın ilgili düzenlemesi 1999 veya 2002 (ne zaman tam olarak da bilmiyorum) tarihinde bu 15 yıl ve 3600 günün doldurulmuş olması gerektiği şeklinde bir yorum yaptılar. Onun için benim emeklilik hakkı değil ama sadece kıdem tazminat hakkımın 25 yıl gibi bir süreye tekabül ettiğini söylemekteler.
Ben 30.11.1991 SSK girişliyim, halen SSK’lıyım ve 4919 gün ödemem var.
1.7.1992-31.11.1994 arasında Emekli Sandığı’na bağlı bir kurumda çalıştım hizmetlerimi, birleştirmek için dilekçe vereceğim. Toplamda 5600 güne ulaşıyorum.
Buna istinaden daha önce yazdığım gibi 17 yıl sigortalılık ve 5600 gün ile bahsi geçen Yargıtay veya mahkeme kararına dayanarak kendi isteğim ile ayrıldığım takdirde kıdem tazminat hakkım var mıdır? Yine bahsi geçen yasa ve geçici düzenlemeler okuyanlar için o kadar karışık ki özellikle yasa emeklilik hakkının altını çizerken benim öğrenmek istediğim kıdem tazminatı hakkım olup olmadığı; bu konuda ben tam olarak durumumu netleştiremedim. Cem Tastan
Daha önceki sorunuza aşağıda da yer aldığı üzere ayrıntılı cevap verilmiştir. Kıdem tazminatı alabileceğinize ilişkin SSK müdürlüğünden yazı alamıyorsanız dava açabilirsiniz.
16.08.2008 tarihli yazıda okur sorusuna verilen cevapta istifa edenlere kıdem tazminatı verilmeyeceği belirtilmiştir.
Ancak, sizin sorunuzdaki durum farklıdır. Kimlerin kıdem tazminatı alabileceği konusu 1475 sayılı İş Kanunu’nun 14. maddesinde düzenlenmiştir. Normal şartlarda istifa edene kıdem tazminatı verilmemektedir.
Ancak kademeli emeklilikle ilgili 4447 sayılı kanunla 1999 yılında yapılan yasa değişikliğiyle emeklilik için gereken sigortalılık süresi ile prim gün sayısını doldurup yaşını doldurmayı bekleyen sigortalılara kıdem tazminatı verilmesi gerekmektedir.
Buna ilişkin düzenlemede “506 sayılı kanunun 60’ıncı maddesinin birinci fıkrasının (A) bendinin (a) ve (b) alt bentlerinde öngörülen yaşlar dışında kalan diğer şartları veya aynı kanunun geçici 81’inci maddesine göre yaşlılık aylığı bağlanması için öngörülen sigortalılık süresini ve prim ödeme gün sayısını tamamlayarak kendi istekleri ile işten ayrılmaları nedeniyle feshedilmesi halinde işçilere kıdem tazminatı ödenir” hükmü getirilmiş olup, bir örneğini de sizin yolladığınız bazı mahkeme kararlarında 15 yıl ve 3600 gün sayısını doldurup yaşını bekleyen işçilerin kıdem tazminatı alabileceklerine hüküm verilmektedir.
Ancak, sigorta müdürlükleri mahkeme kararı olmaması halinde 15 yıl ve 3600 gün sayısını doldurup yaşını bekleyen sigortalılara bu şekilde bir belge vermemektedir. Siz de mahkeme ilamı alırsanız bu şekilde kıdem tazminatı hakkından yararlanabilirsiniz.
SORU - CEVAP
Sorularınız için malicozum6ismmmo.org.tr adresine mail atabilirsiniz. Tüm sorular e-posta ile tek tek çevaplanacaktır.
SAĞNAK
NİLGÜN CERRAHOĞLU
ABD’de Gerçek Saati
WASP!
“Beyaz, Anglosakson, Protestan” manasında.
“White, Anglosaxon, Protestant” sözcüklerin baş harflerinden oluşan bir kısaltma, kodlama bu.
Daha önce hiç karşılaşmadığım bu sözcüğü bana, ABD’ye ayak bastığımda; Alman kökenli bir Amerikalı arkadaşım öğretmişti. “Bunu aklından hiç çıkarma!” demişti: “Bu ülkeyi WASP’lar yönetir.”
ABD’nin en tanınmış üniversitelerinden biri olan “Johns Hopkins”e kaydolduğumda çünkü bir enteresanlık hissetmiştim.
Üniversite, nüfusunun nerdeyse tamamını “siyahların” oluşturduğu bir kentte; Baltimore’da bulunmaktaydı.
Ama sınıf arkadaşlarım ve arkadaşlarımın arkadaşlarının hepsi “beyazdı”.
Aramızda “Çinli” ve “Japon” öğrenciler vardı. Ama tek “siyah” hatırlamıyorum.
Geri dönüp belleğimi yokladığımda, ABD’de geçirdiğim yıllardan aklımda kalan anı; siyahların oluşturduğu bir kentin ortasında bir “beyaz adacıkta” yaşamış olmak, ki sözünü ettiğim yıllar, Washington’da “ırkçılık karşıtı önlemlerin” alındığı, “siyah kotaların” uygulandığı; “politically correct” -siyaseten uygun ya da terbiye edilmiş- söylemlerin desteklendiği ’70’ler sonuydu. Siyahlar, o yıllarda teşvik görmekteydi. “Baltimore’daki tezat” zaten tam da bu nedenle dikkatimi çekmişti.
Amerikan seçimlerine o günlerin süzgeciyle baktığımda; Obama dalgasını, ABD için inanılmaz bir “aşama” olarak görüyorum.
Siyahların hayalet gibi “görünmez olduğu” yıllardan; “Beyaz Saray eşiğine” gelip dayandıkları tarihi bir dönüm noktası yaşıyoruz.
Ama bir yandan da arkadaşım İngrid’in uyarısını hatırlamadan edemiyorum: “Unutma! ABD’yi WASP’lar yönetir…”
Nakış gibi işlenen ‘ötekileştirme’
Üç gün kala, seçimlerin kırılma noktası ne dünyayı sarsan finansal kriz; ne Bush enkazı, ne Irak, ne Afganistan, ne şu, ne bu… Sadece ve sadece “ırk faktörü”:
Bir yanda Obama’nın kamuoyu yoklamalarında fark yaratan üstünlüğü tartışılırken; öte yanda ülkede her daim hâkim olan “WASP” unsuru ve beyaz Amerikalıları derinden şartlayan bir “neo-ırkçılık” konuşuluyor.
“Neo-ırkçılık” denen şey; ’70’lerden bu yana, ABD panoramasında geçerli olan “siyaseten terbiye edilmiş söylemlerin”; tümüyle kontrolden çıkması ve terk edilmesi.
Karaderili bir adamın “Oval Ofis”te oturma ihtimali somutluk kazandığı ölçüde, kırk yıllık kazanımlar tuz buz oluyor. Yakın tarihlerde dillendirilmesi düşünülmeyecek “uluorta ırkçı söylemler” ortaya dökülüyor.
Ortaya dökülmek ne kelime… McCain - Palin kampı Obama’yı açık açık “ötekileştiriyor”. Çaresizlik batağına saplandıkça ve Obama adım adım zafere yaklaştıkça, bu “ötekileştirme” dozunu arttırıyorlar.
“Real Americans!” (“Ey gerçek Amerikalılar!”), “Patriotic Americans” (Ey vatanseverler!); “Country first” (Her şeyden önce vatan!)… gibilerinden ilk bakışta zararsız görünen; ancak ülkenin “yazılmamış kodlarını” içerden bilen ve hisseden herkesin fark edeceği; “Obama’yı ötekileştiren ve dışlayan” sloganları devreye sokuyorlar.
“Gerçek ve vatansever Amerikalı” derken çünkü yanlızca Amerika’nın “beyaz”, “WASP” kökenlerine gönderme yapıyorlar.
Obama gibi “kökü belirsiz, Afrikalı bir babadan olma birine nasıl güvenebilirsiniz?” temasını; “Amerika’nın derin bilinçaltına” işliyorlar.
Yetmedi. Obama’ya “Arap/Müslüman” diyorlar, “terorist müttefiki”, “FKÖ dostu, İsrail düşmanı” ilan ediyorlar.
İnceden inceye bir nakış gibi, büyük beceriyle işlenen bu “ötekileştirme” süreci; bir yanıyla bana Türkiye’nin “AB serüvenini” hatırlatıyor.
Türkiye’nin “AB başkentlerinde bir hayalet gibi görünmez ve hissedilmez olduğu yıllarda”, Avrupalı kimliği tartışmaya açıldı mı hiç? “Siyaseten münasip” söylemler dobra dobra ne zaman bir yana bırakıldı? Perspektif hiçbir zaman olmadığı denli somutlaştığında! Ya da bıçak kemiğe dayandığında, gerçek saati çaldığında…
Obama’ya olan da bu şimdi. Başka hiçbir nedenle olmasa, sırf bu nedenle Obama’nın zaferini şiddetle arzuluyorum. Ve “Ha Obama, ha McCain! ABD süper güç değil mi? Hiçbir şey değişmez…” diyenlere hiç katılmıyorum. Nedenleri gelecek yazıya...
nilgun@cumhuriyet.com.tr
Bir Basamak Daha
DTP, her gün yeni bir basamak tırmanmakta.
Son adımlardan birini arkadaşımız Ayşe Sayın haberleştirdi. Parti, geçen yıl yaptığı kongresinde kabul ettiği “demokratik özerklik” bildirgesini Türkçe, Kürtçe ve İngilizce bastırıp TBMM’de dağıtmış.
Bildirge neyi içeriyordu? “Ortadoğu’da yaşanmakta olan fiili durumlar da göz önünde bulundurularak devletleşmenin, hele hele ulus temelinde devletleşmenin halklara demokrasi ve özgürlük getirmediği”ni dile getiriyordu örneğin...
Yani DTP’nin düşlediği tasarım, yalnızca Türkiye’yi değil, Ortadoğu’yu da kapsıyor ve “devlet” değil, esnek, yerele dayalı yapılar öneriyordu.
Hık demiş, ABD’nin burnundan düşmüş bir öneriydi ve AKP’nin ademi merkeziyetçiliği öngören “kamu yönetimi reformu tasarısı” ile anayasa önerileri ile birebir örtüşüyordu...
DTP’nin bildirgesinde önerilen aynı yapı, “az devlet, çok toplum”cu, “az yasak, çok özgürlük”çü olarak da tanımlanmıştı.
Öneriyi çerçevelersek şöyle bir yapıyı öngörüyordu:
“Ekonomide; küresel piyasanın isterlerine sonuna kadar açık, uluslararası sermayeye sınır tanımayan. İç siyasette; yerel güç ve çıkar odaklarına bağımlı, dinsel ya da etnik anlamda cemaatçi... Bütünlükçü değil parçalı, büyük değil küçük, kendi başına karar verme yetisi bulunmayan. Dış siyasette, ABD işgali sonrası Irak’ın kuzeyinde oluşturulan mandacı aşiret yönetimi gibi güdümlü.”
DTP bildirgesinde bir nokta daha dikkat çekiyordu: “Demokratik özerklik” adına Türkiye’de 20-25 adet “bölge meclisi” kurulması. Bu öneri de hık demiş AB’nin burnundan düşmüştü. Anımsayınız; AKP de, AB uyumudur diye Türkiye’yi 26 bölgeye ayıran Bölge Kalkınma Ajansları Yasası’nı çıkarmıştı...
DTP’nin yeniden gündeme taşıdığı bildirgesinin gelip dayandığı yer çok açık:
“Yalnızca Kürt kökenlilerin yoğunlukla yaşadığı bölgeler değil, tüm Türkiye manda olsun!”
DTP ve AKP... Biri etnik köken, diğeri din siyaseti yapıyor. Amaçları bir ama:
Türkiye’yi sömürgeleştirmek!
Açık ve Yakın
Hukukçulara göre, Anayasa Mahkemesi’nin hem türban, hem de AKP’nin devlet yardımından yoksun bırakılmasına ilişkin kararlarının gerekçeleri tek sonuca ulaşıyor:
“Türkiye’yi, eylemi sabit görülerek hakkında yaptırım uygulanan bir parti, anayasal suç işlediği gerekçeleriyle saptanan bir parti yönetiyor. Partinin aldığı oy da bu gerçeği değiştirmiyor.”
Her iki kararda da ortaya çıkan temel konu, AKP’nin “dini siyasallaştırdığı”, “yönetim aracı” yaptığı ve “laiklik ilkesi”ne aykırı davrandığı:
“Başta AKP Başkanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere çeşitli parti yönetici ve üyelerinin neden olduğu eylemlerin başında, dini amaçla örtünme konusu yer almış, bu örtünme şeklinin siyasi bir simge olduğunun söylenmesi, üniversiteler ve diğer okullarla kamu alanlarında serbest bırakılması girişimleri, bu amaçla referandum önerileri, yönetmelik değişiklikleri ve asıl olarak da anayasa değişikliği yapılması, yeni ve farklı laiklik tanımlarıyla laiklik ilkesinin zedelenmesi, odak olma eylemleri arasında sayılmıştır.
Anayasaya göre, demokratik yolla denetim görevini yapan Anayasa Mahkemesi, laikliği reddeden düzenlemelerin demokratik olarak nitelendirilemeyeceğini belirtirken kararda, anayasanın 68. maddesindeki, ‘demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine’ temel esasları itibarıyla aykırılık açık olarak gösterilmiş, bu ilkelerin ortadan kaldırılmasının amaçlandığı, böylece demokrasi için açık ve yakın tehlikenin ortaya çıktığı vurgulanmıştır.”
Cumhuriyetin 85. yılında durum:
Anayasal suç işlediği saptanan parti, demokrasi için açık ve yakın tehlike de yaratıyor, ama ülkeyi yönetmeye devam ediyor...
Bayram Yazısı
Görevinin ne olduğu belli gazetede Cumhuriyet Bayramı günü çıkan yazıdan birkaç satır:
“Şu an Türkiye Cumhuriyeti Devleti ancak yaratık hükmünde bir devlettir... Bu devlet düzeninin posası çıkmış artık... 85 yılın sonunda geldiğimiz nokta bu derece pespaye açıkçası...”
Son 40 yıl gelsin gözünüzün önüne. Önce düşmanlık fitillendi, çocuklar birbirine vurduruldu. Genç cesetler üzerinden dış destekli darbe gerçekleştirildi. Başkalaştırma, 1923 devrimini karalama kampanyası ile birlikte sürdürülürken Cumhuriyete düşman bir yaban kadro oturtuldu ülkenin başına. Kurumlar adeta yağmalandı, sürünür hale getirildi, lime lime edildi.
“Posası çıkmış pespaye yaratık” dedikleri, işte budur. O yaratık, yaban kadro ile mandacı takımın birlikte doğurdukları bir şey olup asla bizim algıladığımız anlamda Cumhuriyet değildir!
İpucu
DTP’nin, hafta içinde yeniden gündeme getirdiği “demokratik özerklik” bildirgesinden bir bölüm:
“Kongremiz, bu modelle demokratik Cumhuriyetin inşasında önemli bir aşama katedileceğine inanmaktadır. Böylece Cumhuriyetin ilk kuruluş aşamasında gerçekleşmeyen demokratikleşme yaşamsallık kazanacaktır. Bu aynı zamanda Atatürk’ün 1923 yılında gazeteci A. Emin Yalman’a ifade ettiği bir nevi yerel muhtariyetin, bugünkü koşullarda hayata geçirilmesi de olacaktır.”
Ne raslantı! Can Dündar’ın galasını Cumhuriyetin 85. yıldönümüne denk getirdiği “Mustafa” filminde de Atatürk’ün 1923’te gazetecilere yazılmamak kaydıyla “Hangi livanın halkı Kürt ise onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir” dediğine yer veriliyor.
Aynı günlerde devreye sokulan bir senaryonun iki parçası gibi...
Senaryo, Türkiye’yi bölmek. Bu konuda toplumun bilincini sislendirmek için de kılıf bulunmuş:
“Atatürk de öyle istiyordu zaten...”
Örnek İnsan Erdal İnönü
MUSTAFA GAZALCI Eski CHP Denizli MV.
Sevgili Erdal İnönü aramızdan ayrılalı bir yıl oldu. Ardından güzel yazılar yazıldı, toplantılar yapıldı. Onun genç kuşaklara tanıtılması için daha birçok etkinlik yapılacaktır umarım.
Erdal İnönü başarılı bir bilim adamı olarak çalışırken, 12 Eylül 1980’den sonra yapılan bir çağrı üzerine siyasete girdi. Solu, sosyal demokratları birleştirmeye çalıştı. Çağdaş, Batı tipi bir sosyal demokrat parti yaratmaya çalıştı. Bunun başarılı örneğini Genel Başkanlık uygulamalarıyla verdi.
Erdal İnönü ile SHP’de birlikte çalıştığımız yıllarda Parti Meclisi’nde, Merkez Yürütme Kurulu’nda, eğitim toplantılarında, seçim gezilerinde onun konuşmalarından kısa kısa notlar almıştım. Sonra bu konuşmaları unutulup gitmemesi için, “Siyaset Penceresinden, Erdal İnönü’den Anılar” adlı bir kitapta topladım.
Amacım, yıllar sonra o kitabı anımsatmak değil, oradaki notlardan da yararlanarak Erdal İnönü’ye yönelik hem terör konusuna, hem de kimi çevrelerde hâlâ onu tam anlamadan “İşbirliği yaptı, terörü TBMM’ye taşıdı” suçlamasına bir ölçüde açıklık getirmektir.
Onun SHP Genel Başkanlığı sırasında da PKK terörü bugünkü gibi yine acımasızca suçsuz insanları öldürüyordu. Kimilerinin kafaları yine bulanıktı. Ülkenin batısında ayrı doğusunda ayrı konuşuyorlardı. Erdal İnönü ise özü sözü bir olan içten bir insandı. İnandığı doğruları kim ne düşünürse düşünsün çekinmeden söylerdi.
İşte onun 23 Mart 1992 tarihli konuşması:
Kanlı Nevruz kutlaması 1992: Korkulan başa geldi. 21 Mart 1992 Nevruz kutlamaları kanlı oldu. Şırnak’ta, Cizre’de, Nusaybin’de 100’e yakın insan öldü. Herkes acılı ve kaygılı.
23 Mart 1992’de önce Merkez Yürütme Kurulu, sonra grup toplandı.
Erdal İnönü MYK’de şunları söyledi:
“Ölümlere üzülürken teröre karşı çıkacağız, ülkeyi böldürtmeyeceğiz. Soğukkanlı, kararlı olacağız.
Yöre milletvekillerinin sıkıntıları olabilir ama partinin politikası değişmez. Bizim amacımız demokrasi içinde sorunu çözmek, teröre karşı çıkmak, halkla kucaklaşmak.”
Aynı gün grup toplantısında: “Geçmişte insanlık, çok kanlı mücadeleler yaşadı. Tarih yadsınamaz. Tarihi, bizi bugün daha iyi yaşatacak bir biçimde anımsamalıyız.
Nevruz, yeni bir gün, yeni bir hayat demek. Bu günün barış içinde kutlanmasını istemeyen bir örgüt var: PKK. Ayrı devlet kimsenin işine yaramaz. İnsanlar, yönetim daha güçlü olsun, halk daha iyi yaşasın diye devlet kurarlar.
Silahla yapılan bir hareket, terör hareketidir. Böyle bir durum uzun süremez.” (1)
25 Temmuz 1992 tarihli konuşması:
Karar verin: Van bölge toplantısındayız. İl başkanları, belediye başkanları sorunlarını anlatıyorlar. Herkes terörden, baskıdan, işkenceden yakınıyor. Kimse PKK’yi ağzına almıyor.
Genel Başkan Erdal İnönü son konuşmacı olarak kürsüye çıktı:
“Arkadaşlar bir karar verin. PKK’ye karşı çıkın. Terörle hiçbir yere varılmaz. Politikada insanın verdiği kararlar kendisi için de önem taşır. Bu söylediklerimi bir genel başkanınız değil, bir arkadaşınız olarak söylediğimi kabul edin. Ben şahsen PKK terörü ile bir yere varılmayacağına inanıyorum. Sizler de açıkça tavır alın” dedi.
Erdal İnönü çok içten ve kararlı bir konuşma yaptı. Çıt çıkarmadan dinledi herkes. Toplantı sessizce dağıldı. (2)
Yine 10.6.1993 tarihinde:
Öldürmek marifet değil: Parti Meclisi toplantısı var. Erdal İnönü açış konuşmasını basının önünde yapıyor. Terör konusuna değiniyor:
“İnsanları öldürmek marifet değildir. Bir çocuk da büyük bir insanı öldürebilir. Marifet insanları daha iyi yaşatmaktır. Daha özgür yaşatmaktır. Başkalarının ürettiği silahı, kurşunu, öldürmek için kullanmak marifet değildir. Bunun sonu da yoktur.” (3)
Silahlara teslim olsaydı, babalarımız olurdu: 27.7.1993 tarihinde yapılan Parti Meclisi toplantısı. Genel Başkan Erdal İnönü, toplantı başlamadan basına açıklama yaptı ve şunları söyledi:
“Ayrılıkçı terör demokratikleşmeyi geciktiriyor, ona zarar veriyor. Amaçları hükümeti pazarlığa oturtmak. Bunun için her şeyi yapıyorlar. Onlarla müzakereye oturmak demek, yönetimi onlara bırakmak demektir. Silahlı insanlara teslim olacak olsaydık, babalarımız teslim olurdu. Başka türlüsü olamaz.” (4)
Ölümünün birinci yılında örnek insan Erdal İnönü’yü sevgiyle, saygıyla anıyoruz.
1) Siyaset Penceresinden, Erdal İnönü’den Anılar, Mustafa Gazalcı, Ardıç Yayınları. 1994. Syf:47
2) Age syf: 16
3) Age syf: 35
4) Age syf: 37

Hiç yorum yok: