20 Eylül 2008 Cumartesi

Üstün ÖZGÜR'ün 2003 yılında Bilkent Üniversitesi öğrencisiyken yazdığı makale

Üstün ÖZGÜR 202009606
Elektrik-Elektronik M. 2. Sınıf 28.10.2003



21. Yüzyılda Dünya Dengelerinin Belirlenmesinde
Türkiye’nin AB’yle İlişkilerinin Önemi





 Gazi Mustafa Kemal’in kurduğu çağdaş Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunun sekseninci yılını kutluyor. Kurulduğu temeller, oluşum biçimi ve ilerleyişiyle tüm dünyaya örnek olan Cumhuriyetimiz yeni ufuklara doğru yol alıyor. Bu ufukların yakın gelecekte en göze çarpanı Türkiye’nin Avrupa Birliği’yle geliştireceği ilişkiler. Yirminci yüzyılın başında Osmanlı’nın dağılması ve paylaşılması ile yeniden şekillenen dünya dengeleri ve politikası, bu sefer de yirmibirinci yüzyılın başında Türkiye’nin dünyada ve Avrupa’da oynayacağı rolle etkilenecek.

 Türkiye’nin Avrupa Birliği’yle ilişkilerinin köklerini ve geleceğini anlamak için öncelikle Türk Devrimi’ni eşsiz ve özgün kılan yönleri incelemek gerekir. Bilindiği üzere, Batı’nın Aydınlanma Devrimi Rönesans’la başlamış, Aydınlanma Devrimi’yle sürmüş ve Fransız Devrimi’yle olgunluğa ermiştir. Bu aşamada Batı toplumunda öncü rol oynayan ve varlığını coğrafi keşiflerle ticaretin hareketlenmesine borçlu olan burjuvazinin payı küçümsenemez. Ancak, burjuvazinin yine bu ekonomik gücünden dolayı, Fransız Devrimi’nin temel idealleri olan “Eşitlik, Özgürlük ve Kardeşlik” halk geneline devrimle yayılmamış, sadece burjuvazi sınıfı için geçerli olmuştur. Bu devrimden sonraki iki yüzyılı aşan sürede sanayileşmeyle güçlenen diğer sınıfların etkisiyle Avrupa bugünkü çağdaş niteliğine kavuşmuş ve sonunda temel ilkeleri sosyal adalet, eşitlik olan dengeli bir sistem yaratmayı başarmıştır.

 İşte bu açıdan bakıldığında Gazi önderliğindeki Türk Devrimi’nin ne kadar olağanüstü bir aydınlanma hareketi olduğu ortaya çıkar. Coğrafi keşiflerden ve sanayileşmeden Avrupa uygarlığının tam tersine olumsuz etkilenen Osmanlı İmparatorluğu’nun kültürel ve sosyal mirası üzerine kurulan Cumhuriyet, Batı’nın sömürgeleştirmeyle sağladığı ekonomik özgürlükten yoksundu. Bu bağlamda, Devrimi tetikleyecek burjuva veya proleterya sınıfları da bulunmamaktaydı; halk sınıf bilincinden yoksun, yüzyıllarca ezilip kimliğine güvenini kaybetmiş nitelikteydi. Bu aşamada Mustafa Kemal’in silah arkadaşlarıyla Türk halkına hediye ettiği Cumhuriyet’se, sınıf eksikliği ve ekonomik temellerin olumsuzluğuna rağmen, Batı’nın çağdaş demokrasisinden ve hümanist ilkelerinden yoksun değildi. Üstelik Batı toplumunun pek de hümanist sayılamayacak sömürgeci geleneğine de karşı çıkarak daha da çağdaş bir tutum sergiliyordu. Nitekim Türk Bağımsızlık Savaşı öncelikli olarak Batı’nın emperyalist güçlerine karşı verilen en öncü ve örnek savaştır. Gazi ve arkadaşları bu savaşın sadece Türklerk’le işgalciler arasında bir savaş olmadığının, “mazlum milletlerin” ezici ve sömürücü güçlere karşı savaşı olduğunun farkındaydılar. Cezayir’in ve daha bir çok sömürgenin bağımsızlık savaşında Türk Bağımsızlığı ve Devrimi örnek ve tetikleyici olmuş, Mustafa Kemal uluslar arası bir düşünce adamı kimliğine bürünmüştür. Zaten Mustafa Kemal, Türk Devrimi’nin amacını hiçbir zaman Batılılaşma olarak tanımlamamıştır; O’na göre amaç “çağdaşlaşma”dır, dolayısıyla, Batı dünyasındaki sosyal adalet ve eşitlik gibi olumlu ilkeleri alıp insanlığa karşı gördüğü yanları reddederek çağdaş Türk uygarlığının tohumlarını atmıştır. 

 Türk Devrimi’nin en özgün ve öncü yanlarından biri de ilk kez çoğunluğu müslüman bir topluma laikliği getirmiş olmasıdır. Burada da Hristiyan kültürü üzerine kurulu Avrupa’dan ayrılır; çünkü kurulduğunda bir siyasi güç olmayan Hristiyanlık, sonradan Orta Çağ’da güçlenip politik unsura dönüşse de feodalitenin çöküşüyle etkisini yitirmiştir ve reform hareketleriyle Avrupa laiklikle çok önceden ve göreli olarak rahat bir şekilde tanışmıştır. Oysa ki İslam, kurulduğundan beri siyasal bir kimliğe sahip olması ve reform hareketlerinin bu coğrafyadaki eksikliği nedeniyle, Cumhuriyet öncesinde hala politik bir unsur halindeydi. Mustafa Kemal Cumhuriyet’in devrimcilikle birlikte temel ilkesi olarak nitelediği laikliği getirerek bir ilki başarmış, Müslüman bir topluma laik bir yönetim hediye etmiştir. Böylece, çağdaş Batı’nın bilimsel ve sosyal ilerlemesine önayaka olan laikliği uygulamaya geçirmiştir. Sonuçta, oldukça farklı toplumsal yapılara sahip Avrupa toplumuyla, Türk toplumunu sosyal ve hukuksal olarak yakınlaştırmış, ekonomik ve bilimsel yakınlaşmanın da köklerini atmıştır. 

 Bu saptamalar ışığında Türkiye Cumhuriyeti’nin gelecekte Avrupa’da ve dünyada oynayacağı rol belirginleşmektedir. Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan gelen özellik ve özgünlükle bugün de ayrı bir yer tutar. Yakın tarihteki son gelişmeler de Türkiye’nin hamle ve koz olanaklarını artırmaktadır. 

 Yakın dünya tarihini incelersek, Sovyetler’in yıkılmasıyla tek kutuplu bir dünya belirdi. Son birkaç yıldaki Afganistan ve Irak Savaşları da gösterdi ki kıt’a Avrupası devletleri ve Avrupa Birliği dünya politikasındaki etkinliğini giderek yitirmektedir. Fransa, Almanya dahil birçok Avrupa devletinin ve Birleşmiş Milletler’in karşı çıkmasına rağmen ABD, tek süper güç olarak iki savaşta da kararlarından dönmedi. ABD’nin dünya egemenliğinin iki çözümü vardır: Barışçı çözüm ve terörist yöntem. Bugün daha etkin olan ve ne yazık ki dünya barışını baltalayan terörist yöntemdir. Avrupa ise barışçı çözüm için tek yoldur; ancak şu haliyle AB üç temel konuda –ekonomi, politika ve bilişim- ABD’nin gerisinde ve hazırdaki potansiyeli de bunu aşacak güçte gözükmemektedir. İşte bu noktada Türkiye, jeostratejik, bilişimsel ve ekonomik potansiyeliyle Avrupa’nın en çok ihtiyaç duyduğu ülke olarak belirtilmektedir. 

 Günümüzün kaynayan kazanları olan ve önümüzdeki yüzyılda da bu özelliğini koruyacak olan Afganistan ve Irak’ta söz sahibi olmak için Türkiye ve AB’nin birbirine gereksinimi vardır. Bunun yanısıra, genç çoğunluğunun bilişim ve bilime olan ilgisi Avrupa’nın teknolojide ABD’yle başa çıkabilmesini sağlayacaktır. Sonuçta, Türkiye ve AB kaçınılmaz bir evliliğin eşiğindedir. 

 Peki bu evliliği önleyen temel sorunlar neler? Öncelikli iddialardan biri Türkiye’nin diğer Avrupa ülkelerinden farklı bir kültüre sahip olması ve birliğe bu yüzden giremeyeceğidir. Evet, tarihi nedenlerden dolayı Türkiye’nin özel bir konumu olduğu doğrudur; ancak Cumhuriyet’in temel ilkeleri bugün Avrupa’nın savunduğu temel ilkelere paraleldir. Bugün Avrupa Birliği’nin varoluş sebebi olan ekonomik özgürlük, sosyal adalet ve eşitlik kavramları Cumhuriyet’in köklerini oluşturur. Ayrıca, farklı bir tabanı olan Türkiye’nin Avrupa’yla bütünleşmesi, dünya barışına da katkı sağlayacak; Doğu-Batı, İslam-Hristiyan çatışmalarının temelsiz teorilere dayandığını gösterecektir. Zaten günümüzde, realpolitiğin de etkisiyle siyasal ve ekonomik nedenler uluslar arası ilişkilerde başrol oynamakta, kültürel nedenler ise bu nedenlerin üstyapısal gölgeleri olarak ortaya çıkmaktadır. Müslüman çoğunluklu bir devletin Avrupa Birliği’ne dahil olması hem AB’nin dünyadaki barışçı ve kültürlere saygılı olma görüntüsüne katkıda bulunacak, hem de birçok bakımdan öncü olan Türk Devrimi’nin yeni bir örnek başarısı olacaktır. Böylece son yirmi yılda önlenemez bir yükseliş gösteren ABD dizginli küreselleşmenin de ipleri insanlığın eline alınabilecek, kültüre saygı gösterilen, çok kültürlülük ve ortak ekonomik çıkar üzerine kurulu yeni bir küreselleşme modeli gelişecektir. Bu, kuşkusuz, günümüz dünyasının temel kaygılarından birinin çözümüne de ışık tutacaktır. 

 Bu kaçınılmaz birliktelikte Avrupa ve Türkiye’nin bazı sorumlulukları var. Türkiye açısından bakıldığında insan hakları ve düşünce özgürlüğünden gelişmeler gerektiği açıktır. Bu, yalnız Avrupa Birliği’ne giriş için değil, Cumhuriyet’imizin temel ilkelerini sürdürmek adına da gereklidir. Böyle bir bakış açısı, yeniliklerin benimsenmesini kolaylaştıracaktır; aksi takdirde bunlar Avrupa’nın ültimatomları olarak algılanırsa tarihsel olarak Cumhuriyet öncesi ve İMF sonrası dönemde “mazlum” yaşamış halkımızın uygulamalara tepki göstereceği kuvvetle olasıdır. Benimsenmesi gereken temel nokta şudur: Bu ilkeler ne Avrupa’nın tekelindedir, ne de Türkiye’nin. Gazi Mustafa Kemal’in belirttiği gibi çağdaşlığın gereğidir. 

 Türkiye gibi Avrupa’nın da bu ekonomik-siyasal evlilik için aşması gereken zorlukları vardır. Örneğin, nasıl ki Fransız Devrimi döneminde “Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik” ilkeleri sınırlı bir sınıf içinde tıkanıp kalmışsa bugün de Avrupa’nın bu uygulamayı AB üyesi olmayanlara karşı bir çifte standart olarak uyguladığı görülmektedir. Bunun en belirgin örneği terör konusunda yaşanmakta ve AB üyesi bazı ülkeler Türkiye tarafından terörist olarak belirlenen bazı güçlere yardımcı olmaktadır. AB’nin kendi içinde ilkelerinde tutarlılıkta gösterdiği sarsılmazlığı uluslar arası alanda da savunması Türkiye’nin AB’ye entegresini kolaylaştıracaktır. 

 Türkiye yeni bir dönemecin eşiğinde ve Türkiye’nin gerek tarihsel mirası, gerekse de günümüzdeki jeostratejik önemi, Türkiye’nin AB’yle ilişkilerinin dünya politikasında belirgin rol oynayacağını gösteriyor. Bill Clinton’ın 10 Kasım 1999’da Georgetown Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada (1) belirttiği üzere, nasıl ki Osmanlı İmparatorluğu dağılarak ve paylaşılarak yirminci yüzyılın dengelerini oluşturdu; yirmibirinci yüzyılda da, farklı uygarlıkların ve sistemlerin köprüsü olan Anadolu’nun ev sahibi, Türkiye dünya politikasının yeni gidişatını belirlemede öncü olacaktır. Bu potansiyeli gerçeğe dönüştürmek ise ancak tarihsel mirasımızın bize verdiği gücün farkına vararak ve Gazi Mustafa Kemal’in kurduğu Cumhuriyet’e ve ilkelerine her zamankinden daha fazla sahip çıkarak sağlanabilir. Unutulmamalıdır ki, varlığımızı borçlu olduğumuz Cumhuriyet, geleceğimizin de garantisidir. 

(1) Turkısh Daily News. Ed.11.10.99. “Clinton: Turkey pivotal for 21.st Century.”
http://www.turkishdailynews.com/old editions/11 10 99/for.htm

Hiç yorum yok: