13 Ekim 2008 Pazartesi

CUMHURİYET YAZILARI, YAZARLARI (Alıntı)

Muhatap?
Bir ülke, silahlı bir saldırıyla karşılaştığı zaman, devletler hukukuna göre tartışılmaz haklar kazanır.
Bugün Türkiye Kuzey Irak’ta üslenmiş terör saldırısının silahlı tehdidi altında yaşıyor.
Ama devletler hukukunun sağladığı haklarını kullanamıyor.
*
PKK terör örgütü Türkiye sınırını geçiyor, ulusal topraklarımıza giriyor, Aktütün Karakolu’na ağır silahlarla saldırabiliyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin silahlı gücü Irak sınırını aşarak yanıt veremiyor, gereken önlemleri alamıyor, Kara Kuvvetlerimizin eli kolu bağlıdır.
Neden?
Çünkü Irak “stratejik müttefikimiz” ABD işgali altındadır.
Dolayısıyla PKK Amerikan şemsiyesi altında örgütlenmesini geliştirmekte, mali kaynaklarını zenginleştirmekte, ağır silahlarını sağlamakta, Türkiye sınırlarını aşarak operasyonlarını gerçekleştirmektedir.
Türkiye terör tehdidi altında yaşıyor; bu durumda Irak devleti, Kuzey Irak federe yönetimi ve hepsini işgali altında tutan ABD “muhatap”tır.
Daha açık deyişle Türkiye’nin terör sorununda “muhatap” PKK’den daha çok Amerika Birleşik Devletleri’ne dönüşmüştür.
*
Ancak bu noktada Türkiye Cumhuriyeti’nin varoluşunu savunmak için gerekli girişimleri yapmak görevinde bulunan devletimizin bir zafiyeti ortaya çıkıyor.
AKP hükümeti, iktidarını Amerika’ya medyun olduğu için, ulusal çıkarlarımızı savunmak konusunda yetersiz, edilgin, pasif, çekingen, ürkek ve korkaktır.
Türkiye böylece PKK silahlı terörüyle askeri alanda mücadele edebilecek bir siyasal iradeden yoksunlaşıyor.
Siyasal iradeden yoksun bir mücadelede, askerin, sorunların üstesinden gelebilmesi çok güç, belki de olanaksızdır.
Türkiye’de bugün iktidar medyasının Silahlı Kuvvetler’e karşı saldırı kampanyası başlatması, PKK ve ABD’yi es geçerek ve askerin zaaf noktalarını ele alarak gündemde sürekli tutmaya çalışması, AKP iktidarının işine gelmektedir ya da iç siyasetidir.
“Ordu düşmanlığı” yalnız etnikçilerin ve PKK’nin politikasını oluşturmuyor; Türkiye’de iç siyasetin silahına dönüşüyor.
*
Böyle karmaşa ve kargaşa dönemlerinde kimi zaman küçük olayları
balonlaştırarak temel sorunu gözden uzak tutmak ya da örtmeye çalışmak bilinen bir kurnazlık yöntemidir.
Türkiye’de terör bir iç sorun değildir.
Boyutları uluslararası politikalara yayılmıştır.
Terör sorununu bir iç kavgaya dönüştürmek ancak emperyalizme ve Türkiye’nin bölünmesine hizmet etmek isteyenlerin işine yarar.
Ordu düşmanlığını meslek edinen bir medya ve Silahlı Kuvvetler’i siyasette hasım gibi gören bir iktidarla Türkiye terör belasından kurtulamaz.
*
Hem etnik sorunları çözmek için hukuksal, demokratik ve ekonomik gerekli önlemleri almayan; hem de laik orduyu karşısına alarak İslamcı Devlet modelinin engeli sayan bir hükümetin iktidarı, askere karşıt kampanyayı yürütüyorsa; TSK bir çapraza düşürülmüş demektir.
Bu çapraz, Türkiye’nin bölünmesini isteyen ve Anadolu’nun batısında İslamcı bir devleti öngörerek Atatürk Cumhuriyeti’ni bitirmeyi düşünenlerin ekmeğine yağ sürmektedir.
Bu yazıyı Türkiye’de terörün yalnız bir iç sorun olmadığını yineleyerek noktalıyoruz. PKK’nin ardındaki muhatabımız kimdir?
Artık öğrenelim ve bilelim.
Cumhuriyet
Ekonomistler ‘yeşil büyüme’ projesinin finans piyasalarını da kurtaracağını düşünüyor
Umut BM planında
Global piyasalar 1929’dan beri en büyük mali krizini yaşarken, Birleşmiş Milletler ve önde gelen ekonomistler “Yeni Yeşil Anlaşma” projesini hazırladı. Dünya ekonomisini canlandırarak milyonlarca kişiye istihdam sağlamayı öngören proje, yoksulluğu ve çevre felaketlerini de önlemeyi amaçlıyor. BM Çevre Programı Direktörü Steiner, “Proje büyümeye yeni bir motor sağlayacak” görüşünü savunuyor.
Gelecek hafta Londra’da başlatılacak proje kapsamında dünya liderlerine, krize yol açan yatırım anlayışının değiştirilerek istihdam sağlayıcı ve çevreye saygılı yatırımlara yönelme çağrısı yapılacak. Araştırmalara göre temiz su sağlamak, toprak erozyonu ve küresel ısınmayla mücadele için yılda 2.5 trilyon dolar harcanıyor. Finansal krizin faturası ise 1.5 trilyon dolar olarak hesaplanıyor. ■
Umut BM formülünde
BM ve ekonomistler, dünya ekonomisini canlandırıp istihdamı arttırmayı, yoksulluğu ve çevre felaketlerini önlemeyi amaçlayan ‘Yeni Yeşil Anlaşma’ adlı bir proje hazırlıyor
Dış Haberler Servisi - Global piyasalar 1929’dan beri en büyük mali krizini yaşarken Birleşmiş Milletler (BM) ve önde gelen ekonomistler, dünya ekonomisini canlandırıp milyonlarca kişiye istihdam sağlayacak, yoksulluğu ve çevre felaketlerini önlemeyi amaçlayan “Yeni Yeşil Anlaşma” adlı bir proje hazırlığında.
Gelecek hafta İngiltere’nin başkenti Londra’da başlatılacak proje çerçevesinde, ABD’nin gelecek ay seçilecek yeni başkanı başta olmak üzere dünya liderlerine, yaşanmakta olan krize yol açan yatırım anlayışının değiştirilerek, istihdam sağlayıcı ve çevreye saygılı yatırımlara yönelme çağrısı yapılacak. BM Çevre Programı’na (UNEP) bağlı olarak Yeşil Ekonomi Girişimi adı altında yürütülen çalışmaya, dönemin ABD Başkanı Franklin Roosevelt’in 1930 krizine son veren “Yeni Anlaşma”sından esinlenerek “Yeni Yeşil Anlaşma” başlığı konuldu.
Krizler birbiriyle bağlantılı
Krizden çıkış için çevreye saygılı bir ekonominin temel alınmasını öngören proje, mali piyasaların işleyişinde reforma gidilmesini de hedefliyor. Halen Almanya ve Norveç hükümetleriyle Avrupa Komisyonu tarafından finanse edilen milyonlarca dolarlık çalışma, dünyanın tek bir krizle karşı karşıya olmadığını, gıda, petrol ve finans krizinin birbiriyle bağlantılı olarak yaşandığı görüşünü savunuyor.
Tahıl ve petrol fiyatlarındaki büyük artışın, doğal kaynakların uzun vadeli kullanımı göz ardı edilerek yapılan kısa vadeli planlamalardan kaynaklandığı vurgulanan çalışmada, son çeyrek yüzyılda, dünyada büyümenin iki kat arttığı, ancak gıda, su, enerji ve temiz hava sağlayan doğal kaynakların yüzde 60’ının ciddi olarak tahrip edildiği belirtiliyor.
Yılda 2.5 trilyon dolar
UNEP Direktörü Achim Steiner, yeni bir çalışmaya göre yok edilen ormanlar yüzünden, temiz su sağlamak, toprak erozyonu ve küresel ısınmayla mücadele için her yıl 2.5 trilyon dolar harcama yapıldığını söyledi. Steiner, bununla karşılaştırıldığında mali krizin yol açtığı zararın küçük kaldığını, krizin faturasının 1.5 trilyon dolar olarak hesaplandığını belirtti. Steiner, “Yeşil büyüme” diye adlandırdığı anlayışın doğal felaketleri önlemekle kalmayacağını, finans piyasalarını da kurtaracağını söyleyerek “Yeni yeşil ekonomi büyümeye yeni bir motor sağlayacak” dedi.
Steiner, “20. yüzyıl ekonomisi, şimde krizde olan finans kapital tarafından yönetiliyordu. 21. yüzyıl ekonomisi, özellikle yeryüzündeki en yoksul insanlar için gerekli olan kalıcı istihdam ve refahı sağlayacak dünyanın doğal kaynak sermayesinin geliştirilmesi üzerinde temellenecek” diye konuştu.
Pazar iki kat büyüyecek
Çevrenin ve doğal kaynakların korunması için yapılacak çalışma ve yatırımların büyük istihdam yaratacağını vurgulayan Steiner, halen 1.3 trilyon dolarlık çevreci ürün ve hizmetler pazarının önümüzdeki 12 yıl içinde iki kat büyüyeceğini de söyledi.
AMERİKALILAR TASARRUFU KEŞFEDİYOR
Borç kültüründen tutumluluk erdemine
ELÇİN POYRAZLAR
WASHINGTON - Dev yatırım bankalarının peş peşe battığı, kredi darlığının bireyleri ve küçük işletmeleri vurduğu, devletin trilyon dolarlık fonlar açmasına karşın mali krizi önleyemediği tarihi bir döneme tanıklık ediyoruz. Amerikan halkı ise çaresizlik, endişe ya da panikle kendilerini bekleyen ekonomik durgunluk dalgasına hazırlanmaya çalışıyor. Aşırı tüketimin ve kredi borcuyla yaşamanın neredeyse bir erdem sayıldığı sıradan Amerikalı yeniden “tasarrufu” keşfediyor. Ekonomistler Amerikalı tüketicilerin artık “istediği şeyi satın almaktansa ihtiyacı olan şeyi satın aldıklarına” ve bu eğilimin ise yaşam standardı düşen ortalama Amerikalı için gelecek 20 yıl süreceğine dikkat çekiyorlar.
Tüketim alışkanlıklarını değiştirmeye başlayan Amerikalılar daha az para harcamanın yollarını arıyor. Washington’da yaşayan bir çocuk annesi işsiz Sandra, indirimli satışlar olunca alışveriş yaptığını, ucuzluk kuponlarını kullandığını, kendi sebzelerini yetiştirdiğini söylüyor. Elektrik tasarrufu için çamaşırları akşam 8’den sonra yıkadığını da ekliyor sözlerine. Başka bir Amerikalı ise ikinci el giysi satan mağazalarda kendi eski giysileriyle değiş tokuş yaptığından söz ediyor. USA Today gazetesinin ve Gallup şirketinin yaptığı bir ankete göre Amerikalıların yüzde 56’sı, mali durumlarının krizden etkilendiğini düşünüyor. Yüzde 69 gibi önemli bir kesim ise uzun vadede mali durumlarının daha da kötüleşeceği yönünde görüş bildirmiş.
Amerikan Değerleri Enstitüsü’nün yayımladığı “yeni bir tasarruf için” başlıklı raporda, mali krizin borç kültürü içinde yaşayan Amerikalıları tutumlu olmaya ittiği görüşü yer alıyor. Enstitünün yaptığı bir araştırmaya göre Amerikalılar kazandıklarından çok harcıyor. Raporun yazarlarından Barbara Dafoe Whitehead, “Bundan iki yıl önce tasarruf sözcüğünü kullansaydınız, insanlar size gülüp, ne kadar da 19. yüzyıldan kalma derdi” şeklinde görüş bildiriyor. Amerikan Psikoloji Derneği’nin araştırmasına göre kadınların yüzde 84’ü, erkeklerin ise yüzde 75’i ekonomik durumdan ötürü stres yaşıyor. Araştırmaya göre ABD’li erkeklerin yüzde 22’si, kadınların ise yüzde 15’i stresi alkol alarak gidermeye çalışıyor.
ALMANYA’DA DÖRT KİŞİDEN BİRİ YOKSUL
Kriz sokağı hiç beklemeden vurdu
OSMAN ÇUTSAY
FRANKFURT - Kriz, haziran ayı sonunda, hükümetin kendi eliyle hazırladığı ve her 8 Almandan birinin resmen yoksul ilan ettiği bir “yoksulluk raporu”nun ardından sahneye çıktı. Rapor, devletten işsizlik parası, çocuk parası türünden yardımlar almasalar, Almanya sokaklarındaki her 4 kişiden birinin yoksul sayılacağını gösteriyordu. Bu araştırmanın sonuçları doğru dürüst tartışılamadan araya yaz tatili girdi ve eylülde de küresel krizin pençesine düşüldü. Bu son krizin sokaktaki yaşamı, Almanya’daki sıradan insanları çok kötü vuracağını söylemek için kâhin olmak gerekmiyor. 2007 yılı sonunda kayıtlı işsiz sayısı 3 milyon 737 bin idi. Bu rakamın 2008’in ilk aylarında biraz düştüğüne de tanık olundu. Ama istatistik makyajlarından, yüzlerce çeşit eğitim olanağı ve kurslardan vs. arındılmış “gerçek işsiz” sayısının 6 milyona yakın olduğunu kanıtlayan iktisatçılar da var. Almanya, krizin sokağa indiği bir zamanı ve şaşırttığı insanları yaşıyor. Otomotiv başta olmak üzere reel ekonomiden gelen olumsuz haberler, üretim kesintilerinin, işsizler ve emekliler başta olmak üzere tüm toplum kesimlerini olumsuz etkileyeceğini, yaşam standartlarını aşağı çekeceğini önceden haber vermiş sayılıyor. Krizin bu kadar hızlı etkili olacağını Alman Maliye Bakanı Peer Steinbrück de düşünmüyordu ve “İzlanda’daki krizin Alman ekonomisini fazla etkilemeyeceğini” o yüzden rahatça telaffuz edebildi. SPD’nin eski bir numarası ve şimdinin Sol Parti Başkanı Oskar Lafontaine, bu hatayı affetmeyerek, Steinbrück’ün dünyadan ve finans piyasalarının gerçek niteliğinden habersiz olduğunu hatırlattı. Maaşları reel olarak sürekli düşen emeklilerin durumu çok kötü. Bazıları, ellerindeki 3-5 bin Avro’yu yıllardır mudisi oldukları güvenilir bankalara götürüp dev Amerikan bankalarının aracısı veya sahibi olduğu borçlanma kâğıtlarından satın aldıklarını anlatıyorlar. Örneğin Lehman Brothers’tan. Yatırımlarının havaya uçtuğuna bir türlü inanamıyorlar. ABD’de patlak veren mali kriz, Avrupa’da ve Almanya’da beklentileri aşan bir hızla sokağa çıkıyor ve yayılıyor. Sıradan bir emekliyi, devletten aldığı küçük destekle yaşamaya çalışan küçük insanları çok kötü sürprizler bekliyor.
85 BİN KİŞİ RİSK ALTINDA
Yoksul Milano
ASLI KAYABAL ZAVAGLIA
MİLANO - Tüm dünya, ekonomik ve finansal krizin geleceği nasıl etkileyeceğini düşünürken Papa 16. Benediktus Vatikan’dan “Para tek gerçek değil, mutlak ve en önemli gerçek Tanrı’nın ağzından çıkan sözdür” diye seslenerek herkesi şaşırttı. Papa’yı düşünceleriyle baş başa bırakıp İtalya’nın ekonomi gücü Milano’ya dönersek görünen tablo bir hayli düşündürücü. Milano’da krizin izini sürmek için borsanın ya da büyük bankaların ana şubelerinin yer aldığı Cordusio’ya gitmeye gerek yok. Buralarda durum tahmin edeceğiniz gibi. İtalyanlar Berlusconi’den önceki Romano Prodi hükumeti döneminde ekonomik sıkıntıyla boğuşuyordu. Yetersiz ücretler, güvencesiz işler, ayın sonunu getirememe, pahalı yaşam, Milano’daki astronomik emlak fiyatları, kent merkezinde yanına bile yanaşılamayan ev kiraları, ucu fırın protestosuna kadar varan yüksek ekmek fiyatları vs...
85 BİN KİŞİ YARDIMA MUHTAÇ
Hıristiyan yardım kuruluşu Caritas’ın geçen gün yayımladığı rapor, kuzeyin “zengin” şehri Milano’da 85 bin vatandaşın risk altında olduğunu vurguladı. Durum sanıldığından da vahim Milano’da. Geçen 2007 yılında Caritas’a yardım talebinde bulunmak üzere 16 bin kişi başvurdu. Bunların yüzde 75’i göçmen vatandaşlar, ancak yardım talep eden her dört kişiden biri orta ekonomik gelir düzeyine ait İtalyan vatandaşı. Caritas Ambrosiana’ya başkanlık eden peder Roberto Davanzo çok kaygılı, “Bu kriz yalnız işsizler ve toplumun kıyısında var olma çabası verenleri değil, orta sınıfın geleceğini de tehlikeye sokacak” diye anlatıyor. Kentin sokaklarında 5 bin “clochard” ve 85 bin yeni yoksul, yaşam mücadelesi veriyor.
GÜNEYE GERİ DÖNÜYORLAR
Milano ve başka pek çok büyük kentte krizin en çok geçici sözleşme ile çalışanları, eşinden ayrılan kadınları, tek başına yaşayan yaşlılar ve emeklileri, ağır hastaları, kalabalık aileleri ve belki de toplumun en korumasız kanadı olan göçmenleri etkileyeceği tahmin edilmekte. Milano’da orta ekonomik gelir düzeyi grubunda meslek sahibi, memur ya da genç evliler, kentte başını alıp giden emlak fiyatları ile baş edemeyince şehir dışındaki banliyö semtlerine taşınmak zorunda kaldı. Güney İtalya’dan, daha iyi bir gelecek umuduyla kuzeye gelenler ise gelecek düşleri yıkılınca sokakta kalmamak için çareyi yeniden yoksul güneye dönmekte buldu. Kriz sonrası en büyük sıkıntıyı, birkaç yıl önce bankalardan sabit olmayan faizle bireysel kredi alanlar yaşıyor şimdi. Dün gelen bilgilerde her ay yapılan kredi ödemelerinin bundan böyle 500 Avro artacağını duyanlar bu durumu nasıl göğüsleyebilecekleri konusunda karamsar ve çaresiz.
GÜNDEM
MUSTAFA BALBAY
Barzani - Talabani...
Terörle mücadele, korkarız ki giderek Ankara kurumlarının birbiriyle mücadelesine dönüşecek!
Bu haftanın seyri, büyük önem taşıyor.
Yeri geldikçe vurguluyoruz; durumumuzu daha iyi görmek için etrafımızda olup bitenleri bilmek de çok önemlidir. Bugün, Irak’ın kuzeyindeki gelişmeleri tarihsel süreci de dikkate alarak sütuna yatıralım...
1980’lerin başında yerel aşiret liderleri Barzani ve
Talabani’nin Türkiye katındaki muhatabı Silopi Kaymakamlığı idi. 1990’la durum değişti, Ankara katında muhatap bulmaya başladılar. 2000’lerde ise neredeyse “muhatap olmamayı” da seçenekler arasına koyacak duruma geldiler!
Bu zaman diliminde Türkiye’nin terör karşısındaki durumu, iniş çıkışlar da olsa giderek daha olumsuz hale geldi. 80’lerde terörle mücadelenin bütün koşullarını biz saptıyorduk. 90’larda komşularla ilişkilerimizi de bu durum belirler hale geldi. 2000’lerle ABD katında sorun olarak karşımızda!
Adım adım bu noktaya nasıl geldiğimizi çok iyi irdelemeden önümüzdeki dönemi görmemiz ve yol haritası izlememiz çok zor.
***
Irak’ın kuzeyindeki bugünkü durum şu:
Barzani, kendi ufku çerçevesinde kuzeyin tam hâkimi olmanın yeteceğini düşündü. ABD ile pazarlıklarını ona göre yaptı, büyük ölçüde başardı.
Talabani, görüntüsel de olsa daha büyük oynamak istedi, tüm Irak’ın Cumhurbaşkanı oldu. Ancak Bağdat-Washington hattından gelen haberler sağlıksız! Yani Talabani’nin sağlığı hiç de iyi değil. Şimdiden, siyasal miras tartışmaları başladı bile. Talabani kısa bir süre önce ABD’de kalp ve diz ameliyatı geçirdi. Doktorların kendisine tavsiyesi, cumhurbaşkanlığı görevini aktif olarak yürütmeyi bırakması yönünde.
Talabani’nin ardılı kim olacak?
Irak Kürdistan Yurtseverler Birliği (IKYB) adına kuzeydeki bölgesel yönetimde başkan yardımcılığı yapan Kusret Resul Ali ile Talabani’nin eşi Hero İbrahim yeni lider adayları arasında...
Barzani de bu yapıyı gözlerken, “Acaba Talabani’nin mirasını bir şekilde üstüme geçirip, bölgenin tümüyle hâkimi olur muyum” sorusuna yanıt arıyor.
Her iki grubun da ABD’nin onayını almadan ciddi adım atacağını düşünmek akla uzak olur!
***
PKK yukarıdaki yapının neresinde?
Tam ortasında!
Bölgeden gelen haberler, terör örgütünün Barzani grupları ile iç içe olduğu, pek çoğunun bölgesel askeri yapının içinde yer aldığı yönünde. Öyle ki, Barzani gruplarının içinde yerleşip yetki sahibi olan, devamında da NATO katında kabul gören kişilerden söz ediliyor. Tabii Barzani’nin adamı görüntüsü altında!
Barzani-Talabani şöyle bir anlayışı benimsemiş görünüyor:
Bizim burada istediğimiz gibi rahatça hareket etmemizin başlıca koşullarından biri, Türkiye’nin terör belasından başını kurtaramamasıdır. Türkiye bununla uğraşmak durumunda kaldıkça, yerine göre bize de muhtaç hale gelecektir. ABD Türkiye’ye, “Arkadaş, terörle baş etmek istiyorsan, Irak’ın kuzeyiyle doğrudan temas kurman şart” dedi mi, kare tamamlandı demektir!
Ankara bu hafta, Barzani-Talabani ile muhatap olup olmamayı tartışacak.
Oysa sorun bu değil...
Sorun, ABD’yi terörle mücadelede samimiyete çekmek...
ABD ile güvenlik, terörle mücadele temeline dayalı ilişkilerin gerçeği şu:
Afganistan’da yan yana, Balkanlar’da yan yana, Irak’ta karşı karşıya!
ankcum@cumhuriyet.com.tr
AYDINLANMA
EMRE KONGAR
Amerika’da Ekonomi mi Kazanacak, İdeoloji mi?
Amerika’da başkanlık seçimlerine çok az kaldı.
Bu seçimler bütün dünya açısından önemli.
Türkiye açısından ise özellikle önemli.
Çünkü ister kabul edin, ister kabul etmeyin ABD, tüm dünyanın siyasal ve ekonomik liderliğine ve askeri jandarmalığına soyunmuş bir ülke.
“Preemptive preeminence” dedikleri ve bizim Türkçeye “Önleyici vuruş” diye çevirdiğimiz “Önalan üstünlük” politikası, Clinton zamanından beri, ABD’nin dünyadaki her noktaya her an müdahale etmesinin gerekçesini oluşturuyor. (Bakınız, kongar.org’daki eski Aydınlanma yazıları.)
Afganistan ve Irak, bu politikanın canlı örnekleri.
Irak’ın işgali tabii bizim için hepsinden önemli.
Çünkü hem yalan iddialara dayandırıldı, hem amaçların “demokrasi getirmek!” bölümü fiyaskoyla sonuçlandı, hem Sünni-Şii, Kürt-Arap, Türkmen-Kürt çatışmasını körükledi, hem Türkiye’ye komşu oldu, hem de bu komşuluk ilişkisinden beri PKK terörü, teknolojik ve eylemsel olarak ivme kazandı.
Ben zaten daha yıllar önce, “21. Yüzyılda Türkiye” adlı kitabımda gelecekte Türkiye’yi yönetecek üç büyük güç arasında ABD’yi de saymıştım.
Türkiye’nin de bir parçası olduğu Ortadoğu coğrafyasında ABD’den bağımsız herhangi bir politika yürütmek artık tümüyle olanaksızlaştı.
Onun için hemen hemen bütün sorunlarımızda, ilk ve baş muhatabımız ABD:
Hoşumuza gitse de, gitmese de sorunlarımızı önce onunla müzakere etmek zorundayız.
Tabii bu müzakereler, AKP iktidarı döneminde olduğu gibi tümüyle teslimiyetçi bir yaklaşımla sürdürülürse, sonuç ABD’nin tam denetimi olur.
Ama ben ABD’nin iç ve dış politikalarını biraz çalışmış ve hâlâ dikkatle izleyen bir öğrenci olarak onunla çok daha akılcı, karşılıklı çıkarlara dayalı, “reel politik”i dikkate alan müzakereler yapılabileceğini ve Türkiye’nin çıkarları açısından daha iyi sonuçlar elde edilebileceğini düşünüyorum.
Çünkü ABD de, bütün büyük devletler gibi, alabileceği ödünleri son noktasına kadar zorlar.
Zorlar ama, pragmatiktir!
“Reel politik”i çok iyi bilir ve bunun kurallarına genellikle uyar.
Durması gerektiği yerler kesin ve gerçekçi bir dille anlatılırsa veya kendisi doğrudan bunları görürse, onlara da uyacak seçenekler geliştirir.
Çünkü ABD dış politikası, daima seçeneklidir.
***
İşte bütün bunlardan dolayı, ABD’deki başkanlık seçimi, sadece dünya açısından değil, Türkiye açısından da büyük önem taşıyor.
Obama ve McCain arasında önemli bir fark var mı?
Birinin ya da ötekinin seçilmesi bizi etkiler mi?
Yoksa ABD’nin özellikle dış politikası, önemli bir değişme göstermez mi?
Doğrusu ben, kim başkan seçilirse seçilsin ABD’nin dış politikasında çok önemli değişiklikler olacağını düşünmüyorum.
Ancak marjinal, küçük değişiklikler olabilir.
Örneğin Irak’tan askerlerin daha çabuk çekilmesi, dünya ülkeleriyle daha yakın ilişkiler kurulması, İran üzerindeki baskıların hafifletilmesi gibi, özel politikalarda bazı marjinal değişiklikler gündemde.
Dünya politikası açısından, marjinal, küçük görünen bu değişiklikler, Türkiye açısından hayati sonuçlar doğurabilecek önemli adımlar gibi görünüyor bana.
Belki de yanılıyorum ama, yeni başkanın kim olacağı Türkiye’yi çok etkileyecek diye düşünüyorum.
Tabii bir de “Ermeni soykırımı iddiaları” sorunu var, bizim açımızdan.
***
Seçim sonuçlarını iki önemli öğe belirleyecek:
Seçmen davranışına ekonomik kaygılar egemen olursa Obama, siyahlara karşı olan ideolojik önyargılar egemenliğini sürdürürse McCain kazanır.
Obama’yı önde gösteren anket sonuçları sizi aldatmasın.
Seçim bence, hâlâ ortada.
Çünkü Elçin Poyrazlar’ın cumartesi günkü mükemmel haberinde belirtildiği gibi, “Bradley etkisi” denen bir bulguyla açıklandığı üzere, siyahlara karşı olan önyargılar, utanılan, ifade edilmeyen, gizlenen bir tutum olduğu için, anketlere yansımıyor.
mailto:ekongar@cumhuriyet.com.tr?subject=YoreNet%20e-MEDYA%20$%7bTARIH%7d-$%7bYAYIM_ADI%7d-$%7bHKODU%7d http://www.kongar.org/
Yakalanan öğrenciler maddi sıkıntı nedeniyle kapkaç yaptıklarını söylediler
Üniversiteli kapkaççılar
©Dokuz Eylül Üniversitesi öğrencisi oldukları anlaşılan O.M. ve M.K. karakola 100 metre mesafede kapkaç yapmaya çalıştı.
İZMİR (AA) - İzmir’in Balçova ilçesinde bir genç kızın çantasını zorla aldıktan sonra kaçmak isterken polisin yakaladığı 2 zanlının üniversite öğrencisi olduğu ortaya çıktı.
İnciraltı semtinde 2 kişi, deniz kenarında, bankta oturan Nazlıhan Özçakır’ın (24) çantasını ve cep telefonunu almak istedi. Kendilerine karşı koyan Özçakır’ı yerde sürükleyerek çantasını alan zanlılar, kaçmaya başladı. Özçakır’ın bağırarak yardım istemesi üzerine olay yerine yaklaşık 100 metre uzaklıkta bulunan Balçova Karakolu önünde nöbet tutan polisler zanlıların peşine düştü. Polisler, kovalamacının ardından 2 zanlıyı yakaladı.
Emniyete götürülen zanlılar O.M. (19) ile M.K’nin (21), Dokuz Eylül Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Kimya Bölümü öğrencisi oldukları belirlendi. Üniversite öğrencilerinin maddi sıkıntıları nedeniyle kapkaç yapmaya çalıştıklarını söyledikleri öğrenildi.
Zanlılardan şikâyetçi olan Özçakır, “Bankta otururken 2 kişi çantamı ve cep telefonumu zorla almaya çalıştı. Bu sırada yere düştüm ve sürüklendim. Cep telefonumu alamadılar ama çantayı alıp kaçtılar. İlk kez başıma böyle bir şey geldi, çok korktum” diye konuştu. Adliyeye sevk edilen zanlılar tutuklandı.
Irak Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin Türkiye temsilcisi Behroz Galali Türkiye’ye döndü
‘Neçirvan Barzani gelecek’
© Başbakan Erdoğan’ın danışmanı Davudoğlu ve Irak Özel Temsilcisi Özçelik’in Terörle Mücadele Yüksek Kurulu toplantısının ardından Irak’a gideceği belirtiliyor.
ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - Irak Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin Türkiye temsilcisi Behroz Galali, Kuzey Irak’taki Bölgesel Yönetim’in Başbakanı Neçirvan Barzani’nin önümüzdeki iki gün içerisinde Türkiye’yi ziyaret edeceğini söyledi. Dışişleri Bakanlığı ziyaret olasılığını doğrulamazken, olası görüşmelerin düzeyinin yarın gerçekleştirilecek Terörle Mücadele Yüksek Kurulu toplantısının (TMYK) ardından netleşeceği vurgulanıyor. Ankara’nın Kürt Bölgesel Yönetimi ile gerçekleştirmesi öngörülen doğrudan görüşmelerin ise Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Dış Politika Başdanışmanı Ahmet Davudoğlu ve Irak Özel Temsilcisi Murat Özçelik tarafından yürütüleceği belirtiliyor.
Irak Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin (IKYB) Türkiye temsilcisi Behroz Galali, bir süredir temaslarda bulunduğu Kuzey Irak’tan Türkiye’ye döndü. KYB’nin internet sitesinde yer alan bilgiye göre, Nwe gazetesine bir açıklama yapan Galali, “Resmi bir davet üzerine kürdistan bölgesel hükümeti başbakanı, önümüzdeki iki gün içerisinde Türkiye’yi ziyaret edecek” dedi. Galali, Barzani’nin ziyaretine ilişkin “Son gelişmeler ve acil sorunları görüşmek üzere Türk yetkilileriyle bir araya gelecek” şeklinde konuştu. Dışişleri Bakanlığı kaynakları ise şimdilik herhangi bir davetin bulunmadığını söyledi. Buna karşın aynı kaynaklar Kürt Bölgesel Yönetimi ile temas konusunda devletin herhangi bir kurumunda görüş ayrılığı olmadığını savunurken, olası görüşmelerin Milli Güvenlik Kurulu’nda da kabul gördüğünü anımsattılar.
MGK’nin 24 Nisan’da yaptığı toplantının ardından yayımlanan bildiride, “Irak’ta milli mutabakatın temelini oluşturan yasama alanındaki faaliyetler ile Irak’ın bölgede yerini yeniden alabilmesine yönelik gelişmeler değerlendirilmiş; bu bağlamda ülkemizin tüm Iraklı grup ve oluşumlarla istişarelerinin sürdürülmesinin yararlı olacağı mütaala edilmiştir” ifadelerine yer verilmişti. Bu kapsamda yarın gerçekleştirilecek toplantıda da Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile görüşülmesi yönünde karar alınırsa, Erdoğan’ın danışmanı Davudoğlu ile Irak Özel Temsilcisi Özçelik’in Erbil’e giderek, Neçirvan Barzani ile bir araya geleceği belirtiliyor.
2000’Lİ YILLARDA
ERDAL ATABEK
Aktütün’de Çocuk Olmak...
Aktütün Karakolu’nun uğradığı baskın, bütün yurdu saran bir yangın oldu.
Acı, öfke ve şiddetle dışavurulan tepki bütün ülkeyi sardı ve sarstı.
Terörün amacı da budur. Bu kez bu amaca ulaştı ama ülke bunlarla başa çıkar.
PKK terörünün kaynağı da bellidir, dış destekleri de.
Ben yinelemek istemiyorum ama daha Kurtuluş Savaşı biter bitmez başlayan İngiliz kışkırtıcılığı. Şeyh Sait ve Kürt isyanları.
İngiltere’nin yerini alan günümüzün Amerikası.
Amerika’nın Ortadoğu projesi ve Türkiye’ye yönelik tehditler.
Bu tehditlerin içinde yer alan PKK.
Kuzey Irak’taki Kürt bölgesi ve oradan desteklenen terör.
Bölgedeki silahlı çatışma.
Amerika’nın İran’a yönelik planları.
Bütün bunlar tartışılıyor, gazeteler, TV’ler, haberciler, uzmanlar, yetkililer ortada.
Bu arada Star televizyonunda Uğur Dündar olayın bir başka yönünü haber yaptı:
Aktütün’deki çocuklar.
Onları buldular, onlarla konuştular, onları konuşturdular.
Çocuk gözüyle oradaki yaşama bakabildik.
Sonra da canlı yayında yetkili kişiler geldi, çocukları oradan uzaklaştırdılar.
Şimdi ne oldu? Bu tutum iyi mi oldu?
Bu çocukları görünce insanlar PKK’ye karşı yumuşar mıydı?
Bu çocukları görünce ulusal direnme duygusu mu yok olurdu?
Böyle düşünüldüyse yanlış, hem de büyük yanlış.
Aktütün’de çocuk olmanın ne olduğunu bilmemiz gerekiyor.
O çocuklar bizim çocuklarımızdır, hepimizin çocuklarıdır.
Aslında terörün çözümü de o çocuklardadır, o çocuklara nasıl baktığımızdadır.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, bölge gezisinde ‘Buradaki gençlerin dağa çıkması önlenmelidir, bu sorunu çözmemiz gerekir’ demişti.
O sorunlara bakmazsak, görmeyi reddedersek, söyleyeni, yazanı suçlarsak olayı nasıl çözeriz.
Bu çocukları eğitmek zorundayız.
Gerekirse hepimiz oraya bu iş için gideceğiz.
Bu çocukları eğiteceğiz.
Bu çocukları sevgiyle büyüteceğiz.
Bu çocuklara yapacakları işler bulacağız, üretecekleri alanlar açacağız.
Bu çocuklar kendilerine yaşam desteği verildiğini görecekler.
Bu çocuklar, yerlerinde, yurtlarında, vatanlarında işe yaradıklarını, değer yarattıklarını, bunlarla değer kazandıklarını görecekler.
PKK bunlara engel olmaya çalışacak.
PKK bütün bunları istemeyecek.
PKK böyle davranacak ki bölgede militan yaratabilsin.
Ama biz buna aldırmayacağız, bu etkinin içinde olmayacağız.
Biz düşman yaratmayacağız, dost yaratacağız.
Savaşacağız ama savaş yanlısı olmayacağız.
Dövüşeceğiz ama amacımız barış olacak.
Aktütün’de çocuk olmak hepimizin alması gereken bir derstir.
Bu çocukları geleceğe kazandırmak hepimizin görevidir.
Bölge halkı bizim kardeşlerimizdir.
Bütün bölgelerimizde kardeşliği, barışı, birlikte yaşamayı hayata geçireceğiz.
Unutmayalım ki biz içimizde bölünmeden hiçbir düşman bizi bölemez.
Biz birbirimizden nefret etmeden hiçbir dış güç bize zarar veremez.
Ama biz içimizden bölünürsek,
biz birbirimizden nefret edersek,
düşmana gerek kalmaz.
Biz kendimizin düşmanı oluruz.
İşte, asıl başarı düşmana bu fırsatı vermemektir...
mailto:erdalatak@gmail.com?subject=YoreNet%20e-MEDYA%20$%7bTARIH%7d-$%7bYAYIM_ADI%7d-$%7bHKODU%7d
mailto:erdalatak@superonline.com?subject=YoreNet%20e-MEDYA%20$%7bTARIH%7d-$%7bYAYIM_ADI%7d-$%7bHKODU%7d
www.erdalatabek.com
TSK’DEN 7. HAVA OPERASYONU
Zap’ta üst düzey sorumlular vuruldu
ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - Genelkurmay Başkanlığı, Irak’ın kuzeyindeki Zap bölgesinde, aralarında üst düzey sorumlularının da bulunduğu belirlenen PKK/Kongra Gel terör örgütüne bağlı bir gruba, dün akşam saatlerinde Türk Hava Kuvvetleri’ne ait savaş uçaklarınca hava saldırısı yapıldığını ve hedefin tam isabetle vurulduğunu bildirdi
Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinden yapılan açıklamada, Aktütün Jandarma Sınır Bölüğü bölgesinde Bayraktepe saldırısına katılan bölücü terör örgütü mensuplarının takibine devam edildiği belirtildi. Açıklamada şöyle denildi: “Bu kapsamda 04 Ekim 2008 tarihinden bu yana 7’nci kez, Irak’ın kuzeyindeki Zap bölgesinde, aralarında üst düzey sorumlularının da bulunduğu tespit edilen PKK/Kongra Gel terör örgütüne ait bir gruba, 12 Ekim 2008 (dün) akşam saatlerinde Türk Hava Kuvvetleri’ne ait savaş uçaklarınca hava taarruzu icra edilmiş ve hedef tam isabetle vurulmuştur.”
Şırnak’ta operasyonlar sürüyor
Şırnak’ın Güçlükonak ilçesinde Kuzey Irak’tan Türkiye’ye sızan yaklaşık 70 kişilik PKK’li grubun yakalanması için bölgede başlatılan operasyonlar sürüyor. Operasyonlar Şırnak’ın Cudi ve Gabar dağlarında yoğunlaştı. Şırnak’ın Beytüşşebap ilçesi sınırlarındaki Kato Dağı’nda da PKK’ye yönelik operasyon başlatıldı. Bölgeye çok sayıda komando sevk edilirken stratejik noktalara da keskin nişancılar yerleştirildi.
Bakan Danışmanı’nın Not Defteri
Gazeteci Ahmet Abakay, 30 yıllık gazetecilik yaşamının son 11 yılını bakan ve milletvekili danışmanlığı yaparak geçirdi. Abakay, 1992’den 2003 yılına kadar süren “bakan danışmanlığı” günlerini “Bakan Danışmanı’nın Not Defteri” adlı kitapta topladı. Abakay bakan danışmanlarını 9 kategoriye ayırıyor: Çantacılar, düğme ilikleyiciler, “haklısınız efendimciler”, hem var hem yoklar, bankamatikçiler, delege avcıları, iş takipçileri, bakan yakını refakatçileri, hasta ve cenaze işleri sorumluları...
Bakan danışmanı için “üniversite mezunu” olmak zorunlu koşul, ama Abakay, bunun “lüks” olduğu görüşünde: “Çünkü milletvekili danışmanlarının yüzde 98’inin yaptıkları, yapmak zorunda oldukları iş yüksekokul diploması gerektirmiyor. Hatta lise diploması bile gerekmez, ilkokul mezunu olması yeterli. Yeter ki akıllı, uyanık, gözü açık olsun.”
Kitapta, bakanlığı dönemindeki “şovları, şalvarı” ile gazete sayfalarında sık sık görünen “Sıvaslı” insan haklarından sorumlu Devlet Bakanı’na geniş yer verilmiş. Abakay bu bakanın adını vermiyor, ama okurlar hafızalarını şöyle bir yoklarsa ya da “Google”a sorarlarsa hemen bulabilirler. Kitaptaki en çarpıcı öykülerden biri, “Sıvaslı” taze bakanın koltuğunu tüm partili milletvekilleriyle birlikte “teslim alma” projesi:
“Sekreter, partinin tüm milletvekillerini tek tek bulup konuşuyordu. (...)Sekreter bir ara tereddüt edip sordu:
- Efendim genel başkanlıktan ayrıldı, ama Sayın İnönü’yü de arayıp davet edecek misiniz?”
- Elbette arayacaksın kızım! Ben artık Erdal Bey’in de bakanıyım. Zahmet edip teşrif etsinler.”
Sıvaslı bakanın bir başka öyküsü, Ankara’da Anafartalar Karakolu baskınına ilişkin. Bakan, burada Sıvaslı hemşerisi olan bekçiyle sohbete koyulur:
“- Sıvaslı mısın? Neresinden?
- Kangal’dan efendim.
- Çok güzel köpeklerin olduğu yerden... Köpeklerin olduğu yer diyorum. Kangal köpekleri...
- Haaa, evet, evet..
- Onlar çok akıllıdır, darılma ama sizden de akıllıdır. Öyle değil mi?
- Evet efendim, hepimizden akıllıdırlar.
- Yok yok! Ben bakanım! Benden akıllı değildirler!”
Bakan ilk Güneydoğu gezisine çıkmış, halkla “bütünleşmek” istemektedir, ama bölgenin koşullarından habersiz. Güç bela Kahveci Abdo’yla anlaşırlar. Abdo “hedef yapılmaması” koşuluyla bakanın konuşması için kahvehanesini kiralamayı kabul eder:
“Ayrılırken Abdo merakını dile getirdi:
- Yahu hoca, cehaletimi bağışla. Senin bu bakan ne iş yapar?
- Ula Abdo, sorduğun şeye bak. Bakan daha, bakan ne iş yapar diye sorulur mu? Bakan işte!
- Yani sağlık mı, ağır sanayi mi, tarım mı, ne?
- İnsan hakları, insan hakları...Yav işte insan hakları işkence, zulüm mulüm işte.
- Yani ki fasa fiso ha!... E olsun, sen eve ekmek götürüyorsan mesele yok.”
Abakay, Sıvaslı bakanla geçen dönemi şu sözlerle özetliyor: “Şov peşindeydik. Adeta evcilik oynuyordu. Güneydoğu’da ise insanlık dramı yaşanıyordu...”
KEY ‘Reis!’ diyor...
Yeni Türk Medeni Yasası ile 2001 yılında “Koca ailenin reisidir” hükmü kaldırıldı. Yasayla “Eşlerden her biri, ortak yaşamın devamı süresince ailenin sürekli ihtiyaçları için evlilik birliğini temsil eder” denilerek eşlere eşit temsil hakkı getirildi. Sadece bir eşin temsil hakkı ise, “Diğer eş veya haklı sebeplerle hâkim tarafından yetkili kılınması, evlilik birliğinin yararı bakımından gecikmede sakınca bulunur ve diğer eşin hastalığı, başka bir yerde olması veya benzeri nedenlerle rızası alınamazsa” gibi koşullara bağlandı. Yeni Türk Medeni Yasası ile erkeğin aile reisliğine son verildi, ancak bu kavram hâlâ kadınların peşini bırakmıyor. 1987 ile 1995 yılları arasında evli olup bu süreçte ya da daha sonra ayrılan kadınlar, Konut Edindirme Yardımı’nı (KEY) geri alamadılar, çünkü karşılarına “aile reisi” engeli çıktı.
CHP’li Abdürrezzak Erten’in bu konudaki soru önergesini yanıtlayan Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, KEY Yasası’nda “Eşlerden her ikisinin de yardıma müstahak olması durumunda yardım yalnız aile reisine yapılır” hükmünün yer aldığını bildirdi. Unakıtan, söz konusu yasanın uygulama yönetmeliğinde “Eşlerin durumunda yardımdan yararlanma şartlarını etkileyecek bir değişiklik olduğu takdirde, eşler durumlarını en geç 15 gün içinde yazılı olarak ilgili kurum, işveren veya sosyal güvenlik kuruluşlarına bildirmek zorundadırlar” denildiğini belirtti ve ekledi:
“Eşlerden ayrılmış kişiler zamanında bildirim yaparak, adlarına konut edindirme yardımı yatırılması hususunu kurumlarına bildirmiş iseler, bu kişiler hak sahibi olarak konut edindirme yardımı alma hakkını elde etmiş olacaklardır.”
Bu yönetmelikten haberdar olan kadın çalışanlar, gerekli bildirimlerde bulunmuşlarsa KEY ödemesini alabildiler, haberi olmayanların yardımları ise eski eşlerine ödendi...
mailto:parlamentokulisi@gmail.com?subject=YoreNet%20e-MEDYA%20$%7bTARIH%7d-$%7bYAYIM_ADI%7d-$%7bHKODU%7d
Türey Köse, Ayşe Sayın, Emine Kaplan
Dünyayı saran küresel kriz nedeniyle reel sektörde üretim düştü, sparişler durdu, borçlar arttı, işçi çıkarmalar gündeme geldi
Türkiye’de kriz çoktan başladı
ŞEHRİBAN KIRAÇ / MURAT KIŞLALI
Küresel ekonomik dünyayı kasıp kavururken Türkiye’de AKP hükümetinden hâlâ kriz bizi etkilemez açıklamaları geliyor. Ancak ekonomik göstergelere ve sektör temsilcilerinin açıklamalarına bakıldığında, Türkiye’nin krizden en fazla etkilenen ülkeler arasında olduğu görülüyor.
İmalat sanayiinin neredeyse tüm alt sektörlerinde üretim ağustos ayında geriledi. Özellikle büro muhasebe bilgi işlem makinelerinde üretim adeta durma noktasına geldi. Sektörün üretimi geçen yılın aynı ayına göre yüzde 56.6 oranında düşüş kaydetti. Üretim düşüşü; radyo, TV, haberleşme cihazlarında yüzde 36.8, tekstilde yüzde 21.3’le ciddi boyutlara ulaştı. TÜİK’in açıkladığı rakamlara göre mayıs, haziran ve temmuz aylarında işsiz sayısı 96 bin kişi arttı.
Özel sektörün dış borcu temmuz sonu itibarıyla 143.7 milyar dolara çıktı. Kriz için önemli göstergelerden olan cari açık ise 50 milyar dolara koşuyor. Şirketlerin bankalara olan borçları da her geçen gün artıyor.
Sanayiciler, hükümetten acil önlem almasını beklerken ihracatçılar ise krize karşı B planı hazırlamak için önümüzdeki hafta toplanıyor. Türkiye’de ihracatın lokomotif sektörleri olan otomotiv, demir-çelik ve tekstilde üretim kısıtlamasına gidilirken yakın dönemde işçi çıkarmaların gündeme geleceği belirtiliyor.
İSO: SANAYİCİYİ ZOR DÖNEM BEKLİYOR
İstanbul Sanayi Odası (İSO) Yönetim Kurulu Başkanı C. Tanıl Küçük: “Krize, cari açık başta olmak üzere önemli bazı kırılganlıklarla yakalandık. Belirsiz bir konjonktürde bulunuyoruz ve önümüzü göremiyoruz. Sanayimiz uzun yıllardır rekabet ettiği ülkelerden daha yüksek maliyetlerle üretim yapmak zorunda kalmış ve tüm çabalarımıza rağmen bu durum değiştirilememiştir. Bizi bekleyen zor dönemde, üretimi, ihracatı ve istihdamı devam ettirmek adına, kamu kaynaklı girdiler başta olmak üzere, girdi maliyetlerini aşağı çekecek tedbirler, mali disipline mümkün olduğunca az zarar verecek formüllerle, süratle hayata geçirilmelidir. IMF ile anlaşma yapılması güveni güçlendirmek açısından önemlidir. Ancak Türkiye, sorunlarını çözebilmek için bundan sonra gündeme getireceği tüm ekonomik programlarda üretim, ihracat ve istihdamı merkeze almak zorundadır. Ekonomik ve Sosyal Konsey süratle toplanmalı ve muhtemel krize karşı alınması gereken tedbirler burada değerlendirilmelidir.”
İHRACATÇILAR YOL HARİTASI İÇİN TOPLANACAK
İhracatçılar, küresel krizi en az etki ile atlatmak için bu hafta içinde toplanacak ve bir yol haritası çizecek. İhracatçılar yol haritasını ve alınması gereken önlemleri hükümete sunacak. Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) Başkanı Mehmet Büyükekşi:
“Krizin etkilerini 2009 başında daha fazla hissederiz. 2008’in ilk 9 aylık verilerine bakıldığında ABD’ye ihracatımız yüzde 6’dan yüzde 4’e gerilemiş durumda. Yine ihracatımızın yüzde 55-60’ını yaptığımız AB ülkelerinde de ihracat gerilemesi söz konusu. Ancak buna karşılık özellikle Körfez ülkelerine ihracatta bir yükselme yaşanıyor. Yeni pazar arayışlarımız var ve ürünlerimizi çeşitlendiriyoruz. Önümüzdeki hafta ihracatçı sektörlerle bir araya gelerek krize karşı yol haritamızı belirleyeceğiz.”
TEKSTİL
BANKALARLA SORUN
Tekstilde yaşanan kan kaybı ağustosta da sürdü. Yün ipliği üretimi yüzde 12.5 azalarak 2 bin 912, pamuk ipliği üretimi yüzde 26.7 azalarak 31 bin 55, sentetik iplik üretimi de yüzde 26.9 azalışla 36 bin 83 tona düştü. Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği Başkanı Ahmet Nakkaş: “2008 başından itibaren durağan bir döneme gireceğimiz belliydi. Hükümet tedbir alma konusunda maalesef geç kaldı. Özellikle ihracata yönelik çalışan, üreten ve istihdam sağlayan firmaların bankalara olan kısa dönemli kredi borçlarının sürelerini uzatma konusunda sorunlar çıkmaya başladı. Firmalar borçlarını ödeyemez konuma geldi. Şu anda hükümetin daha fazla reel sektöre sahip çıkması gerekiyor. Şu anda ulusal bir kalkınma hamlesi gerekiyor.”
LEHMAN’DA 60’TAN FAZLA TÜRK VARDI
Türk bankacıları da işsizler kervanında
MUSTAFA K. ERDEMOL
LONDRA - İngiliz finans çevrelerinin yeni Kâbe’si Canary Wharf’ta, yıllardır faaliyet gösteren 158 yıllık Lehman Brothers’ın iflas haberinin geldiği an, hepsi de parlak beyinlerden oluşan yüzlerce çalışanın ağlamaklı yüz ifadeleri İngiliz gazetelerinde yer aldığında, sorunun insani boyutunun ne olduğunu ancak kavrayabildi birçok insan. Aralarında, denizaşırı ülkelerden özellikle çağrılarak görev verilmiş olanların da bulunduğu genç “yuppi”lerin, hiçbir krizden etkilenmeyeceklerine olan o yanlış kanıyı yerle bir eden bir görüntüydü fotoğraftakiler. Çekmecesini boşaltırken sonraki adımın ne olacağı konusundaki belirsizlik yüzlerine yansımış genç çalışanların yanı sıra, yıllardır emek verdiği kuruluştan emekli olmayı beklerken birden işsiz kalan olgun çalışanlara kadar herkes, kapı dışarı edilmenin ne olduğunun en yeni örnekleriydiler. Genellikle bireysel yaşanan işsiz kalma halinin topluca gerçekleşmesi, uzun yıllar sonra ilk kez oluyordu çünkü. Kriz sadece İngiliz çalışanları değil, yabancıları da vurdu haliyle. Aslında İngilizi yabancısı, aynı anda etkilendiler krizden... Bunların arasında, 60’ı işlerini tamamen kaybeden 200’e yakın Türk de var. Türkiye’den, New York’un yanı sıra Londra gibi uluslararası finans kuruluşlarına transfer edilen, bazılarının gelirleri milyon doları aşan “harika Türkler”, işlerini kaybetme korkusu yaşıyorlar. Aylardır ekonomik kriz nedeniyle Northern Rock, Halifax, Bradford and Bingley gibi dev bankaların iflas ya da batma noktasına geldiği İngiltere’de, Lehman Brothers’ın iflasıyla işlerine son verilen 60’tan fazla Türk yatırım bankacısı endişe içinde akıbetlerini bekliyor. Ayrıca, Bank of America’ya devredilen Merrill Lynch ile mevduat bankacılığına dönüştürülme kararı alınan Morgan Stanley, Goldman Sachs gibi Londra’daki bazı büyük yatırım bankalarının Türkiye masalarında çalışan Türk bankacılar da aynı endişe içindeler. Dünyanın dördüncü yatırım bankası, 158 yıllık Lehman Brothers’ın, Londra’da Canary Wharf’taki merkezinde masalarını boşaltan Türk bankacılar, Nomura Bank’ın, bankalarının Avrupa ve Orta Asya birimlerini satın alma teklifi karşısında, işlerine dönüp dönemeyeceklerini merakla bekliyorlar.
ANTALYA
TURİZMCİ TEDİRGİN ESNAF İSYANDA
Küresel kriz, turizm sektörünü ise şimdilik etkilemedi. Dalganın uzun sürmesi durumunda yaşanabilecekler ise turizmcileri ikiye bölmüş durumunda. Kimisi “Antalya’nın ucuz kent imajı var. O yüzden krizden etkilenmeyecektir” derken, bazıları da Avrupalıların tatil için Avrupa dışına çıkmayacağını ve bu durumun da Antalya’yı etkileyeceğini savundu. Akdeniz Turistik Otelciler ve İşletmeciler Birliği Yönetim Kurulu Üyesi Osman Ayık, Antalya’daki genel fiyat politikası nedeniyle, sektörün çok fazla etkilenmeyeceğini söyledi. Ayık, “Eğer Avrupa’da seyahat edenlerde çok büyük daralmalar olmazsa, Antalya bu durumdan etkilenmez. Ancak müşteri profili ve kalış sürelerinde bir değişiklik olur. Eskiden iki hafta kalıyorlardı, şimdi bu bir haftaya inebilir” dedi.
Antalya’daki küçük esnaf ise küresel krizin etkilerini, turizmcilerden çok daha farklı yaşıyor. Krizin öncesinde de sıkıntıda olan esnaf, “Dayanacak gücünün kalmadığını” söylüyor. Neredeyse tümünün bankalara borçlu olduğu esnaf sadece ekonomik krizi konuşuyor. Kentteki en büyük hareketlilik, döviz alım satımı nedeniyle döviz büroları önünde yaşanıyor. Acil önlem alınmaması durumunda bu süreçten sağlıklı çıkamayacağına inanan esnafın, işleri giderek bozuluyor. Hatta son günlerde işyerini kapatıp, kenti terk edenler bile bulunuyor.
Antalya Esnaf ve Sanatkârlar Odaları Birliği Başkanı Orhan Tolunay ise “Yatırımcılar, mal alıcılar, bekleme süreci içine girdi. Esnaf acilen piyasaya hareketlilik sağlayacak, para beklentisinde ve kendisini geliştirmek için faizsiz kredi istiyor” dedi.
GEÇMİŞTEN
GELECEĞE
ORHAN ERİNÇ
Sansür Yok Ama Mantığı da Yok mu?
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin düzenlediği “Ulusal Basından Sansürün Kaldırılmasının 100. Yılı Kongresi” 9 ve 10 Ekim günlerinde yapıldı.
Kongreye Gazi, İstanbul, Bahçeşehir, Anadolu, Yeditepe, Kırıkkale, Kadir Has, Atatürk, Girne Amerikan üniversitelerinden, bilim insanları ve gazeteciler de bildirileriyle katkıda bulundular.
23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla gazetecilerin 24 Temmuz’da çıkan gazetelerini sansürcülerin denetimine göndermeme kararlılığının üzerinden 100 yıl geçti ama doğrusu yaklaşımlarda değişiklik oldu demenin olasılığı yok.
Bildirilerde, Abdülhamid döneminde başlayan sansürün öncesi, sansür süreci ve bugünkü yaklaşımı yansıtan değerli bilgiler aktarıldı.
Kongre Sonuç Bildirgesi de titiz bir yaklaşımla hazırlandı.
***
Bu tür toplantılara giderken yeniden ders çalışmak zorunlu oluyor.
Bu nedenle arşive ve kitaplara yeniden göz atarken, bence önemli sayılan belgeye bir kez daha rastladım.
Ne yazık ki üzerinde tarihi yok. Ama yer aldığı kitabın yayın tarihinden bazı kestirimlerde bulunulabiliyor.
Paul Fesch’in Fransızca kitabının adı Türkçeye “Abdülhamid’in Son Günlerinde İstanbul” olarak çevrilebiliyor.
1907’de basıldığına göre, yazılma ve basıma hazırlama süreci de dikkate alındığında, ya aynı yılın ya da daha öncenin saptamalarını yansıttığı görülüyor.
Kitapta yer verilen “Yıldız Sarayı Mabeyn Başkâtibi Tahsin” imzalı belge dönemin sansür anlayışının tipik örneklerini veriyor.
9 maddelik talimatı Cevdet Kudret (Solok) Türkçeye çevirmiş.
Dikkatimi çeken üç maddesini alıntılıyorum.
“1- Her şeyden önce dünya değer padişah hazretlerinin sağlığı, ürünün durumu, memlekette ticaret ve sanayinin ilerlemesi üzerine havadis (haber) verilecektir.
...........
5- Şahsiyata kesinlikle meydan verilmeyip bir vali ya da mutasarrıfın hırsızlık, yiyicilik, öldürme ya da çirkin bir iş işlemiş olduğu söylenecek olursa, bunun doğruluğunun ispat olunmadığı bildirilerek saklanması ve yayımlanmasına asla müsaade olunmaması,
6- Vilayetler ahalisinden bir kişinin ya da bir topluluğun, hükümetin yolsuzluğundan şikâyetlerinin ve yüce padişaha duyurulmasını bildiren dilekçelerin yayımlanmasının kesinlikle yasaklanması.”
Ustalarımızdan Orhan Koloğlu, belgenin düzmece olduğunu iddia eden uzmanlardan biri. Ama şunu da ekliyor: “Ne denli düzmece olursa olsun, bu genelgenin bütün bir rejimin ana hatlarını verdiği yadsınamaz.”
Ak sakallı bir ihtiyarın, çeşme başında dua edişini yansıtan gravürün yayınının sansürcülerce “İşimiz Allah’a kaldı anlamı çıkar” gerekçesiyle yasaklanmasını da anımsarsak, yasakçı kafaların mantığını daha kolay anlayabiliriz.
Gelin yazıyı meddahların tekerlemesiyle bitirelim.
“İsim isme, semt semte benzer, geçmiş zaman anlatıyoruz.”
Sizce de öyle mi dersiniz?
mailto:oerinc@cumhuriyet.com.tr?subject=YoreNet%20e-MEDYA%20$%7bTARIH%7d-$%7bYAYIM_ADI%7d-$%7bHKODU%7d
AKP hükümeti dünyayı saran krizden etkilenmedik dese de sanayici ve esnaf ‘artık dayanamıyoruz’ diyor
Anadolu kan ağlıyor
Yurt Haberleri Servisi - Küresel ekonomik kriz dünya piyasalarını altüst ederken AKP iktidarı, “Türkiye’nin bundan çok fazla etkilenmeyeceğini” savunsa da Anadolu’daki sanayici ve esnaf farklı düşünüyor. Bursa ve Gaziantep gibi sanayicinin geliştiği kentlerde işten çıkarmalar artarken yurdun dört bir yanındaki esnaf kan ağlıyor.
MERSİN: SİFTAHSIZ GÜNLER
Mersin Ticaret ve Sanayi Odası (MTSO) Yönetim Kurulu Sayman Üyesi Murat Karteper, tüm dünyadaki ekonomik kriz dalgasının Türkiye’yi de etkisi altına aldığına dikkat çekerek acil önlem planları hazırlanması çağrısında bulundu. Mersin Sanayici ve İşadamları Derneği (MESİAD) Başkanı Ali Doğan ise daha iyimser. Doğan, olumsuzlukların 3-5 ay içinde düzeleceğine inandığını ifade etti. Mersinli esnaf ise piyasada nakit sıkıntısı yaşanması nedeniyle işlerin azalmasından yakındı. Bilgisayar mağazası sahibi Kuddusi Demir, dolar kurunun yükselmesi nedeniyle müşterilerin siparişlerini iptal etmeye başladığını söyledi. Siftahsız günler olduğunu anlatan Demir, “Sadece aç-kapa bile yapsak günlük 200 lira kira, personel, yemek ve diğer giderler söz konusu” dedi. Cep telefonu bayii Ramazan Teke de sıkıntısını “Daha birkaç hafta önce 130 liraya aldığımız ve 150 liraya sattığımız cep telefonları bugünlerde dolar kurundaki yükselme nedeniyle 170 liraya çıktı. Kirayı veremezsek herhalde kapatıp gideceğiz” diye dile getirdi.
TRABZON: HÜKÜMET GEÇ KALDI, FELAKET KAPIDA
Trabzon Ticaret ve Sanayi Odası Yönetim Kurulu Başkanı ve TOBB Yönetim Kurulu üyesi Şadan Eren piyasalarda hareketin tamamen durduğunu, ciroların düştüğünü, masrafların arttığını anlattı. Eren, “Tüccar, esnaf ve sanayici zor günler yaşıyor. İnşaat piyasası tamamen durmuş durumda. Teşhis tedavi metodunu geçip direkt ilaç vermeliyiz” dedi. Trabzon Sanayici ve İşadamları Derneği Başkanı Hasan Osman Sabır ise şu değerlendirmede bulundu: “Bu da daha az ihracat demek. Daha az üretim işsizlik anlamına geliyor. Hükümet reel sektörü, düşük kur, yüksek faiz politikası nedeniyle döviz kredisi kullanmaya itti. İhracattaki daralma, üretimdeki düşüş, geri ödemelerdeki sorunlar domino etkisi yapacaktır. Hükümet zamanında önlem almadığı için artık yapacak bir şey yok. Çok geç kalındı. Kapıda bir felaket bekliyor.” Doğu Karadeniz İhracatçılar Birliği Başkanı Ahmet Hamdi Gürdoğan da “Rusya’ya ihracattaki sorunlara ek olarak küresel krizin etkileri yaşanıyor. Döviz kurundaki değişimler her şeyi altüst ediyor. Hükümet önlem almakta gecikti” dedi.
DEĞİŞEN DÜNYADAN
HÜSEYİN BAŞ
Amerika Yön Değiştirmelidir
Birleşik Devletler’i derinden sarsan büyük finansal çöküş, çok sayıda ekonomistin öngördüğü gibi giderek tüm gezegeni etkilemekte, dünyanın tüm borsalarının, alınan tüm önlemlere karşın dibe doğru hareketini frenlemeye yetmemektedir. Yara henüz tazedir. Ekonomik ve sosyal alandaki asıl acıları zaman içinde ortaya çıkacaktır. Avrupa ve Asya dahil gezegenin tümünün çöküşün yarattığı tsunamiden payına düşeni alması kaçınılmaz görünmektedir. Başta ABD ve Avrupa olmak üzere dünya ülkelerinin çoğu ekonomik kasırganın önlenmesine, hiç değilse frenlenmesine yönelik önlemler alınması konusunda hummalı bir arayış içindedirler. Bir ekonomi yazarı ünlü ekonomist John Kenneth Galbraith’ın ‘1929 Krizi’yle ilgili kitabında değindiği, otel sahiplerinin, oda ayırtan müşterilerine, ‘odayı geceyi geçirmek için mi, yoksa kendilerini aşağı atmak için mi istediklerini’ sorduklarını anımsatmaktadır. Kuşkusuz bu kez bu durum o denli vahim değil. Ama yine de her ülkenin zor günlere hazır olmaları gerekiyor.. özellikle de, ‘bize bir şey olmaz’ saplantısından malul yönetimlerin!
Çöküşe panzehir arayışında kutsal serbest piyasacılığı rafa kaldırıp, yeniden devletçiliğe dönüşten, dahası kimi sosyalist(!) önlemlerden söz edilmesine fena halde öfkelenen para babaları da yok değil. Bunlardan biri olan Fransız para babası Arnaud Lagardere, “Marx geri dönüyor. Bunlar çıldırmış” çığlıkları atmakta, Beyaz Saray’ın bugünkü kiracısını Wall Street kaldırımlarını neredeyse ‘Her şey Sovyetlere’ çağrısı yapan afişlerle donatacak derecede ileri gitmekle suçlamaktadır. Kuşkusuz, bu konuda da durum o denli vahim değil. Henüz!
Geçen pazartesi, sütunlarımıza Avrupa Parlamentosu’nun sosyalist vekili Henri Weber’in konuyla ilgili görüşlerini aktarmıştık. Bu kez ABD’deki büyük finansal çöküşün asıl mağdurları emekçilerin, konuyla ilgili görüşlerini aktarmak istiyoruz. Amerika’nın en büyük işçi federasyonu AFL-CIO sendikasının sözcüsü Rachelle Huennek’le L’Humanite özel muhabirlerinin yaptıkları söyleşiyi aktarıyoruz:
-Yoksulluk ve eşitsizlikler, dünyanın en güçlü ülkesini kemiren iki afet. Bu konularda bir eylem planınız var mı?
Rachelle Huennek - Bugün ulusumuzu saran krizin kökleri çok derindir ve ekonomik kurallarımıza hâkim bir seçkinciliğin (elitisme), Bush yönetiminin olduğu gibi McCain’in de 26 yıllık senatörlüğü döneminde destek verdiği bir ekonomik felsefenin yansımasıdır. Bu kurallar; kentlerimizi inşa eden, çocuklarımızı eğiten, yaralarımızı saran ücretliler yerine şirketlerin ve Wall Street yatırımcılarının kârlarını kollarlar. Amerikan ekonomisinin temellerinden başlayarak yeniden yapılandırılması, salt zengin azınlığın değil, herkesin yararına çalışacak bir ekonominin yaratılması için Amerika’nın yön değiştirmesi gerekmektedir.
- Krizin ilk somut sonuçları şimdiden belli olmuş mudur? Bunlara karşı nasıl bir savaşım verilmesini düşünüyorsunuz?
R. Huennek - 3 Ekim’de ulusun Eylül ayında 159 bin iş kaybettiğini öğrenmiş bulunuyoruz. Bu rakam yıl içindeki kayıplara eklendiğinde yıllık iş kaybı 760 bine ulaşmaktadır. Bu, alarm durumudur. Taşınmazlara el konulması dalgasının önünün kesilmesi için vergi mükelleflerinden istenen yardımlarda önceliğin Wall Street’in kurtarılmasına değil, krizin gerçek mağdurlarının durumlarının iyileştirilmesine verilmesi gerekmektedir. Temsilcilerimizin kalan zamanlarını Wall Street’in kurtarılmasına harcamaları düpedüz skandaldır. Zira şu sıralar her geçen gün daha çok aile, işlerini ve evlerini kaybetmektedir. Orta sınıf bütünüyle çökmüştür. Ülkenin her yanında emekçiler, giderek artan biçimde uzun süreli işsizlikle karşı karşıyadır. İş bulma umutları da yoktur. Giderlerini karşılayamaz durumlara düşmüşlerdir. Evsiz barksız, sokakta kalmışlardır. Ekonomik çöküşün faturasını sırtlayan ailelere acil yardım zorunludur. Kongre’nin emekçilere yardımı teşvik edecek ve Wall Street’i kurtaracak bir yasayı onaylaması gerekmektedir. İşsizlik yardımlarını arttırmanın tam zamanıdır. Bir araştırmaya göre işsizlik yardımı alan üç çeyrek milyon işsiz, iş bulmadan, işsizlik yardımlarını da kaybetmekle karşı karşıyadır. Aynı zamanda ekonomik krizden bütçeleri darbe yiyen eyaletlere yeni iş alanları yaratmaları, okullar ve kötü durumda olan köprülerin onarılması için yardım edilmesi de zorunludur.
- Wall Street’i kurtarma planı konusunda ne düşünüyorsunuz?
R. Huennek - Bu plan tehlikeli ve ayrıca iyi düşünülmemiş bir plandır. En azından bu şekliyle olmaması gerekirdi. Ulusumuz gerçek bir krizle karşı karşıyadır. Eylem planı iyi düşünülmelidir. Hızlı, ama aceleci olmamalıdır. Planın; ‘Sokaktaki Adam’ın, tıpkı Wall Street gibi belini doğrultması için gerekli koşulların yaratılmasına yönelik olması gerekmektedir. Kongre, ayrıca saydam, etkin ve kamuya açık bir yardım komisyonu ihdas etmeli, vergi mükelleflerinin sağladığı yardımların, finans seçkinlerinin Hazine’yi soymaları yerine kamuya yönelik olacağı güvencesi verilmelidir. (...) Hazine’nin planı ‘Main Street’dekilere öncelik tanınmasının kriterlerinden uzak görünmektedir. 700 milyar dolarlık kamu parasının Wall Street şirketlerinden istediklerine harcanması yetkisi, hiçbir denetim ve kural olmaksızın Bush yönetimine verilmektedir. Bu yüzden plan sokakta kalacak ailelerin ve işlerini kaybeden emekçilerin hiçbir derdine çare oluşturmayacak. Dahası krizi yaratanlardan da hesap sorulmayacaktır. (Söyleşi: L’Humanite, 9 Ekim 08, Natasha Saulnier.)
Küçük kurtarma çabaları ve utangaç devletleştirmelerle güven kazanma savaşının zamanı artık geçti
Mali piyasalarda oyun bitti
ROBERT VON HEUSINGER
Küresel krizle mücadele, yine küresel olur. Ama faiz indirimleri birkaç saatlik bir rahatlama sağladı, sonra geriye doğru sarmal tekrar hızlandı. O nedenle, sorumlu politikacılar şimdi alışılmışın dışında düşünmek ve eylemek zorunda. Bu sorumlu politikacılar, küresel önem taşıyan 30 veya 50 bankanın hepsini kısmen de olsa devletleştirmelidirler. Mali piyasalar sürü güdüsüyle tanınır. Sürü koşmaya başlayınca, iş tehlikeli hale gelir. Sonra panik çıkar ve onun ardından da kendi kendini güçlendiren süreçler işlemeye başlar. Bu süreçler, reel ekonomiye büyük bir yıkım bırakır. Ama yaşamsal tehlike, paniğin histeriye dönüşmesiyle birlikte ortaya çıkar. İşte küresel mali sistem, tam da bu noktada bulunuyor. Hisse senedi piyasaları serbest düşüşte, döviz kurları dramatik dalgalanmalar yaşıyor, geniş para alanları girdaba kapılıp batıyor. Söğüşçülerin, geçen aylar içinde bu işlerini abarttıkları her yerde, ortalık karışıyor. Petrolde, Japon Yeni’nde, İzlanda Kronu’nda... Son 80 yılın en acı saatleridir bunlar. Dünya ekonomik krizinden (1929 Büyük Bunalımı ç.n.) bu yana kapitalist merkezler hiç böyle histerik bankacılar ve yatırımcılar görmemişti. Ama histeri geride yıkım bırakmıyor; histeri, tüm ekonomik sistemi parçalıyor; işleri, refahı, geleceği yerle bir ediyor. O nedenle artık, küçük kurtarma çabalarıyla, utangaç devletleştirmeler, dozu ayarlı faiz indirimleri veya merkez bankalarının cömert kredi dağıtımıyla falan güven kazanma savaşı verilecek zamanlar geçti. Oyun bitti. Krizdeki büyük dönüm noktası Lehman Brothers’ın affedilmez iflasıydı. Bu iflas, dünya mali piyasalarındaki güveni nihai olarak bitirdi. Ama ağlayıp sızlamak için de vakit çok geç. Şimdi artık sadece o büyük topuz yardımcı olabilir, hem de hemen, bu hafta. Durum acil. Büyük merkez bankalarının birbirleriyle uyumlu faiz indirimi, böyle büyük bir eylem aslında. Bununla, histerik para insanlarına şu sinyal verilmekteydi: Küresel krizle mücadele, yine küresel olur. Sinyalin zamanı gelmişti de geçiyordu bile. Ama faiz indirimleri birkaç saatlik bir rahatlama sağladı, sonra geriye doğru sarmal tekrar hızlandı. O nedenle, sorumlu politikacılar şimdi alışılmışın dışında düşünmek ve eylemek zorunda. Bu sorumlu politikacılar, küresel önem taşıyan 30 veya 50 bankanın hepsini kısmen de olsa devletleştirmelidirler. Bankalar, isteseler de istemeseler de, devlet parasıyla yeniden kapitalize ediliyorlar. Yani, devlet çoğunlukla aşırı borçlu bankalara özsermaye pompalıyor ve böylece aradaki yastığı büyütüyor. Buna karşılık da aynı devlet, öncelikli hisse senedi ve geniş müdahale hakları elde ediyor. Tabii devletler, örneğin altı ay boyunca, bu bankaların tüm yükümlülüklerine de kefil oluyorlar. Gerekli hazırlıkların yapılması için bankalar ve borsaların birkaç gün kapalı kalması gerekirdi. Tüm bunlar, G-7 dediğimiz büyük sanayi ülkelerinin Washington’daki toplantısında karara bağlanmak zorunda. Histeriye egemen olabilmek için, hükümetlerin çok sağlam ve inanılır bir çözüm sunmaları şart. Büyük devletlere düşen... Reel ekonomiye yoğun destek, bu kesimin tamamen yağsız kalıp işlemez hale gelmesini engelleyici bir görevdir. Bu, bütün büyük devletlerin yükümlülük aldığı küresel bir konjonktür üzerinden gerçekleştirilebilirdi. Devlete ait teşvik bankaları, bankaların tereddüt ettikleri sürede şirketlere kredi sağlamakla da görevlendirilmelidir. Sözü geçen çarpıklıkların başka ekonomileri de uçuruma itmemesi için, döviz ve sermaye piyasalarındaki ticaretin bir süre için sınırlandırılması gerekirdi.
Bütün bunların serbest piyasa ekonomisiyle bir ilgisi yok. Ama hükümet edenlerin öyle hareketsiz geçirdikleri her günle birlikte, serbest pazar ekonomileri kendilerini parça parça etmektedir. Kurtarmanın maliyeti inanılmaz bir biçimde artmaktadır. Elbette, devletlerin, zincirlerinden boşanmış banka sistemlerini kurtaracak durumda olup olmadıkları sorusu ortada durmaktadır. Ya da acaba İzlanda sadece bir taslak mıdır? İzlanda, belki de büyük bankalarını kurtaramayacak kadar küçük. Devlet iflas tehdidi altında. Ama bu, G-7 için geçerli değildir. Hele Çin ve Rusya için hiç değildir. Fakat önkoşul, hızla ve kararlı bir biçiminde eyleme geçmektir.
Gerçek şu: Nihai çözümlemede, devlet ile piyasa arasında hemen hemen hiçbir merci bulunmuyor. Sonuçta her şey devlettir. Her şey aslında, paralarını ve itibarlarını yarın bizzat kendileri de para kazanabilmek için veren vergi yükümlüleridir. Bütün bu değerli kâğıtlar, borçlar, geleceğe yönelik bir senetten başka bir şey değil. Bunların bugünkü değeri, geleceğe biçtiğimiz değer kadardır. Bu geleceğin yine pembe görünmesi için devlet, vergi yükümlüleri mali piyasalar üzerindeki iktidarı tekrar ele geçirmek zorundadır.
Almancadan çeviren: Osman Çutsay (Frankfurter Rundschau, Almanya, 9 Ekim 2008)
24 saat içinde bin aile kentten kaçarken takviye polis birlikleri gönderildi
Musul’da Hıristiyanlar hedefte
© Musul Valisi, Hıristiyanlara yönelik bir kampanya yürütüldüğünü söyleyerek olaylardan El Kaide örgütünü sorumlu tuttu. Kentte 28 Eylül’den beri 11 Hıristiyan öldürüldü.
Dış Haberler Servisi - Irak’ın kuzeyindeki Musul kentinde, Hıristiyanlara yönelik şiddet olayları yüzünden, 24 saat içinde yaklaşık bin Hıristiyan aile bölgeden kaçtı. Hıristiyanlara ait 3 evin yıkıldığı da öğrenildi.
Musul Valisi Duraid Kaşmula, geçen cuma gecesi ile cumartesi gecesi arasında Musul’daki evlerini terk eden ailelerin kentin kuzey ve doğusundaki Hıristiyan köylerine sığındığını bildirdi.
Olaylardan El Kaide örgütünü sorumlu tutan vali, Hıristiyanlara karşı kampanya yürütüldüğünü söyleyerek “Bu, 2003’ten beri Hıristiyanlara yönelik en şiddetli kampanya” diye konuştu.
Olaylar üzerine Musul’daki Hıristiyan mahallelerine yaklaşık 900 Irak polisi konuşlandırıldı. Irak İçişleri Bakanlığı Sözcüsü General Abdülkerim Halef, kentteki Hıristiyanlarla kiliselerin güvenliğinin sağlanması amacıyla 2 polis tugayının Musul’a yerleştirildiğini duyurdu. Kiliselerin çok sıkı korunduğunu belirten Halef, olayları soruşturmak için de 2 ekibin görevlendirildiğini söyledi. Kentte 28 Eylül’den beri 11 Hıristiyan öldürüldü.
Petrol zenginliğiyle tanınan Musul, kentteki Kürt, Arap, Türkmen ve Hıristiyanlar arasında etnik gerginliklere sahne oluyor. Kentte özellikle Sünni Araplarla Kürtler arasında iktidar mücadelesi yaşanıyor. Kürtlere göre, Sünni Arap milisler ve suç şebekeleri kendilerini kentten göç etmeye zorluyor. Sünni Araplara göre de Kürtler Musul’da etnik temizlik peşinde. Kürtlerin Musul’a milis kuvvetleri gönderdiği ve kentteki Arap nüfusun büyük ölçüde azaldığı belirtiliyor.
Irak hükümeti ve Amerikan kuvvetleriyse çatışmanın ardında El Kaide örgütünün bulunduğu kanısında.
El Kaide’nin, Irak’ın kuzeyinde güvenli bir bölge arayışında olduğu ve Sünni Araplardan beslendiği bildiriliyor.
Kürtler, Musul’un kuzey ve doğu bölgelerinde hak iddia ediyor. Kürtler tartışmalı bölgelerde hâkim durumda ve bu bölgelerde Kürt bayrağı dalgalanıyor.
Geçen ay başkent Bağdat’taki Hıristiyanlar, anayasanın azınlıkların parlamentoda temsil edilmesi hakkını güvence altına alan 50’nci maddesinin kaldırılmasını protesto etmişti.
BIÇAK SIRTI
EROL MANİSALI
CHP’nin AKP’ye Alternatif Olabilmesi İçin…
CHP, AKP’ye nasıl alternatif olur? Bu soru kendi içinde şunları içermektedir;
- AKP iktidarındaki gidişten memnun olmayan ve “korkan” geniş bir kesim var.
- Bu geniş kesim “AKP’nin politikalarına ve uygulamalarına alternatif arayışı içindedir”.
- Öyleyse, “AKP’nin sağ, İslamcı ve işbirlikçi politikalarına solda çağdaş bir alternatif aranmalıdır.”
Mevcut politikalara ve uygulamalara karşı olduğunu söyleyen en büyük parti olarak, ana muhalefet CHP’nin alternatif olabilmesi için, ne yapması gerekir? Ya da nasıl bir kimlikle ortaya çıkmalıdır?
- AKP’nin izlediği politikalara ve uygulamalara karşı, “alternatif olabilecek iktisadi, siyasi, sosyal ve güvenlik politikalarına CHP’nin dört elle sarılması gerekir.”
- Bu politikaların aynı zamanda Cumhuriyet’in değerleri ve “Atatürk devrimleri” ile örtüşmesi zorunludur. Aksi halde, “alternatif olamazlar”.
- Öte yandan, Türkiye’nin bu bölgede karşı karşıya bulunduğu dış tehditleri önleyici ve dengeleyici politikaları içermelidir. Bu olmazsa,“Cumhuriyet ve Lozan” zaten ortadan kalkmış olacaktır.
AKP’ninkiler ve alternatifleri
1) İktisadi olarak AKP sosyal devleti ortadan kaldırıp “serbest piyasa ve özelleştirmelerle işleri yabancı tekellere ve yandaşlarına havale etmektedir.”
“Ben AKP’ye alternatifim” diyen CHP’nin “bütün bunlara karşılık, sosyal devlete ve ulusal politikalara dayalı inandırıcı çözümler ortaya koyması gerekir. Tarımda, sanayide, enerjide, iletişimde, mali alanda” sosyal devlet ve ulusal politika şemsiyesi altında politikalar getirmesi kaçınılmazdır. Bunların ancak makro plan ve politikalarla sağlanabileceğini savunmak ve projelendirmek gerekir.
AB bile bunu yıllardır uyguluyor. İşleri piyasaya bırakan koskoca ABD’nin ise bugün içine düştüğü felaket ortadadır.
2) AKP, “ABD ve AB ile kurduğu özel ilişkiler sonucu”, Washington ve Brüksel’e bağımlı bir politika izliyor.
- BOP’a bağlanma var.
- “AB süreci” üzerinden Türkiye’nin himaye altına sokulması var. “Ben AKP’ye alternatifim” diyen CHP’nin bu iki konuda net tavır sergilemesi gerekir. “AB sürecinin”, Türkiye’yi parçalanmaya ve sömürgeleşmeye götürdüğünü; bu ipoteği ortadan kaldıracağını açık ve inandırıcı bir biçimde ortaya koymalıdır. Bunu yapmıyorsa, AKP’den farkı kalmaz.
BOP’un hedeflerinden birinin, “Lozan’ı ortadan kaldırmak olduğunu” ortaya koymalı ve CHP’nin bu nedenle projeye karşı çıkacağını belirtmelidir.
Bunları söyledikten sonra da, “dış ilişkilerde dengeli bir politika yürüteceğini”, Rusya, Çin ve Hindistan’la “Batı ile olduğu kadar”, ikili ve çok taraflı ilişkiler içine gireceğini inandırıcı bir biçimde ifade etmelidir.
3) Demokrasinin, laikliğin ve sosyal devlet düzeninin sağlanabilmesi için en başta, “katılımcı demokrasinin işlemesi gerektiğini”, bunun için de toplumsal ve toplumcu örgütlenmelerin CHP tarafından öne çıkarılacağını, gerekli yasal düzenlemelerin yapılacağını inandırıcı bir biçimde ortaya koymalıdır.
4) CHP’nin alternatif olabilmesi için “partinin tabana yayılması ve yerel örgütlerinin öne çıkarılması” yaşamsal önem taşır. Bu aynı zamanda, demokrasinin de vazgeçilmez koşuludur.
Sıraladığım birkaç ana başlığa yüzlercesi eklenebilir. Sadece önemli olduklarına inandığım başlıkları yazdım.
Halkın büyük bölümü yabancı tekeller tarafından ezilmektedir. Esnaf, işçi, köylü, KOBİ’ler vahşi kapitalizmin ve Batı tekellerinin insafına terk edilmiştir. CHP köylüyü, işçiyi, esnafı, memuru örgütleyerek nasıl koruyacağını somut olarak ortaya koymalıdır.
Piyasaya karışmadan, yabancı tekellere karşı çıkmadan, AB sürecini değiştirmeden “halka sahip çıkılamaz”. O zaman “inanç,sadaka, tarikat ve baskı rejimi yoluyla halka sahip çıkanlar” ülkeye egemen olur.
CHP’nin AKP’ye alternatif olabilmesi için bütün bu gerçeklerle açık açık yüzleşmesi gerekir. Sadece Deniz Feneri soygununu ortaya çıkararak, 5-10 rüşvet ve yağma işini kamuoyuna getirerek AKP’ye alternatif olmak imkânsızdır.
Parti içi, Türkiye içi ve Türkiye dışı politikalarda CHP’nin yeniden yapılanmaya gitmesi gerekir. Bunu yapabilen bir CHP ancak o zaman AKP’ye alternatif olacaktır.
Merkel’le görüştüğü gibi Chavez’le de buluşabilen, Brüksel’e gittiği kadar Moskova ve Pekin’e de uğrayan bir CHP genel başkanı, partisini AKP karşısında ezici bir zafere götürür…
Sadece yolsuzlukları su yüzüne çıkarmak AKP’yi zayıflatır ama CHP’yi alternatif yapmaz…
CHP’nin sessiz tabanının “çok büyük oranda” bu düşüncelerime destek verdiklerini iyi biliyorum; tavan da bu noktaya geldiği zaman parti AKP’ye gerçek bir alternatif olabilecektir…
www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali
Clintonlar, Obama için sahaya indi
Dış Haberler Servisi - ABD’de 4 Kasım’da yapılacak başkanlık seçimine az bir süre kala, Demokrat Parti’nin başkan adaylığı yarışını kaybeden Senatör Hillary Rodham Clinton, eşi Bill Clinton’la birlikte eski rakibi Barack Obama’ya destek için kolları sıvadı. Başkan adaylığını Illinois Senatörü Obama’ya kaptıran New York Senatörü Hillary Clinton (60) ile ABD’nin 42. Başkanı Bill Clinton (62), dün Pennsylvania eyaletinde katıldıkları mitingle Obama’nın “değişim” sloganıyla düzenlediği kampanyaya resmen destek verdiler. Partinin başkan yardımcısı adayı Joseph Biden’ın da katıldığı mitingde Obama için oy isteyen Clintonlar’ın, son aylarda ön seçimdeki yenilgiyi unutarak Obama’nın kampanyası için yaklaşık 10 milyon dolar bağış topladıkları belirtiliyor.
Demokrat Parti’nin dün büyük bir kampanya başlattığı Pennsylvania’nın Scranton kenti, aynı zamanda Hillary Clinton’un babasının ve Delaware Eyaleti Senatörü Joe Biden’in doğduğu ve büyüdüğü yer. Clinton ve Biden, dün yaptıkları konuşmalarda işçi sınıfının yoğun olarak yaşadığı kente verdikleri önemi vurguladılar. Hillary Clinton’ın, Ohio, Florida ve Minnesota’daki mitinglere de katılması bekleniyor.
GÖZUCUYLA
TÜRKEL MİNİBAŞ
Acil Eylem Planı!
Hani, “Eller aya biz yaya!” derler ya… Şu kriz ortamında bizi, Türkiye’yi bundan daha iyi anlatan söz olmasa gerek! Ama, ne yaparsınız.. bizim ülke insanı efsunludur. “Bize bi şey olmaz abi” mantığıyla radyasyonlu çay içip, hormonlu yiyeceklere yumulur.
Siyasetçi de halkın aynası olduğuna göre krizin ülkeyi etkileyip etkilemeyeceği başbakanından milletvekiline “hissiyatla”ra göre belirlenir!
Gelin görün ki, ABD’sinden AB’lisine tüm ülkeler krize karşı önlem paketlerini düzenledi. Hepsinin çabası, bankalardan ani mevduat çıkışını önlemek için güven tesis etmek. Banka borçlarını garantileme ve geçici mevduat sigortası uygulamalarının gündeme gelmesi hep bu güven tesisi adına. Aksi takdirde yaşanan kredi krizi daha hızlı yaygınlaşarak, stagflasyon sürecini iyice yapışkanlaştıracak!..
Türkiye gibi yükselen piyasalı ülkeler de krizi ithalat yoluyla transfer etmeye devam edecek. 1980’lerde olduğu gibi gelişmişler durgunluğa girerken yüksek büyüme hızlarıyla onları besleyemeyecekleri için de ekonomik ve aynı anda siyasi çözümlerle yüzleşmek zorunda kalacaklar.!
Zira, ekonomik krizler BDDK Başkanı Tevfik Bilgin’in ileri sürdüğü gibi depremlere benzememekte. Depremde merkezden uzaklaştığınız sürece etkilenme olanağınız yok derece azdır ama… Global süreçte para akımları iletişim hızıyla hareket ettiğinden merkezden uzak da olsanız etkisi yakıcı olmakta.
IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn’ın toplantı öncesinde “Hiçbir ülke krizden muaf olamayacak” ve… Ortak çıkarlara yönelik çözüm arayışlarından söz etmesi de zaten bu nedenle değil mi?
Malum ortak çıkarlar, başta enerji ve hammadde olmak üzere kaynakların yeniden yönetim ve denetlenmesi ve de.. Maliyetleri aşağı çekmek için emek faktöründen istenecek özveri.
İşte size, krizin ince ayar noktası. Göreli de olsa kazanılmış birçok demokratik hak, halkların kendi rızalarıyla, yani iş güvencesi ya da aç kalmamak karşılığında rafa kalkacak. Strauss-Kahn, IMF toplantısı öncesinde bunu çok net bir şekilde zaten söyledi..
Kısacası, rafa kalktığı sanılan GOP “ortak çıkarlar” söylemi altında ABD ve AB arasında önemli bir pazarlık alanı olmaya devam ederken… Gelişmiş ve gelişmekte olan tüm ülkelerde de demokrasi olağanüstü kriz koşulları bahanesiyle rafa kalkacak.
Böylelikle, kapitalizm 60’ların sonundan beri iniş-çıkışlarla devam eden devasa krizine devletin finans sistemine verdiği desteklerle geçici çözümler yaratmaya çalışırken.. Krizin temelindeki kaynak sorununu çözmek için de Ortadoğu, Kafkaslar, Hazar çevresi, Kuzey Afrika ve Türkiye’nin yer aldığı kaynak haritasını daha özgürce düzenleme olanağına kavuşacak.!
2009’da karaya vurmamak için…
2008’in başını bir hatırlayın. Dünya borsaları gerilemiş, petrolün varil fiyatı 100 dolara, altının onsu da 869.5 dolara fırlamıştı. ABD’de Mortgage kredileri geri dönmemeye başlamış, işsizlik oranı yüzde 5’e kadar yükselmişti.
Yani? Krizin gelişi 2008 başından, hatta 2007’nin son çeyreğinden belliydi. Ne var ki Türkiye, sıcak para akımlarının sürdürülebilirliğine inandı. Şimdi de başta borsa olmak üzere, yabancıların portföy boşaltmasını görmek istemiyor.
BDDK Başkanı, uyarı yapan ya da eleştiren bankaların hesabının tutulacağını söyleyerek ta IMF toplantısından tehditler yağdırıyor. Türkiye Bankacılık Sistemi’nin 2001 krizinde kendini yenilediğini, toksit varlıklarla zehirlenmediğini hepimiz biliyoruz ama… AKP Hükümeti’nin toplumdaki psikolojik güven ortamını sağlamak için krize karşı uygulanacak politikalara bir an önce karar verip topluma açıklaması gerektiğini de biliyoruz.
Piyasaların ve toplumun beklediği birkaç soru var:
1. İhracatımızın ağırlıklı olduğu AB’nin iç piyasalarındaki talep daraldıkça Türkiye ihracatı üzerindeki olumsuz etki daha da artacaktır. Buna karşı ne tür yeni pazar politikaları düşünülmektedir?
2. Kısa vadeli sermaye hareketlerini besleyen kaynaklar azaldığına göre, büyümenin kriz ortamında hangi kaynaklarla finanse edilmesi düşünülmektedir?
3. Özel kesimin AB bankalarından borçlanmakta güçlük çekmesi halinde Hükümet ne tür kredi teşvikleri düşünmektedir?
4. Özel kesim kriz karşısında kendini korumak için hızla küçülürken ortaya çıkacak işsiz kitlelerin hangi alanlarda iştigal edilmeleri düşünülmektedir?
Aslında, bu soruların cevapları belli. Ama, seçim öncesinde cevaplamak biraz cesaret istiyor. Kaldı ki, acil eylem planının çatısı da bu cevaplarda saklı!
mailto:turkmini@superonline.com?subject=YoreNet%20e-MEDYA%20$%7bTARIH%7d-$%7bYAYIM_ADI%7d-$%7bHKODU%7d
www.turkelminibas.net
DÜNYA EKONOMİSİNE BAKIŞ / ERGİN YILDIZOĞLU / LONDRA
er­mailto:giny@tr.net?subject=YoreNet%20e-MEDYA%20$%7bTARIH%7d-$%7bYAYIM_ADI%7d-$%7bHKODU%7d http://erginyildizoglu.blogspot.com/
Koyun Can Derdinde Kasap Mal Derdinde
Kriz, kapitalizmin “gerçeğinin” gözler önüne serildiği, yıllardır satılan fantezilerin birden gülünçleştiği andır.
Şaşkınlık ve korku
Yine böyle bir andayız. İstikrar, refah, “piyasalar kendiliğinden dengeye gelir” fantezileri buhar oldu uçtu. Borsalar çöküyor, “Siyaset elini ekonomiden çeksin, devlet müdahalesi kriz yaratır” diyenler, şimdi devlet kapısında. “Büyük insanlık” ise şaşkınlık ve korku içinde.
“Büyük insanlık” şaşkınlık içinde soruyor: “Hani artık bir daha olmayacaktı, dersinizi almıştınız? Refah devletinin ‘büyük yükünden’ kurtulunca kuşlar gibi uçacaktık?”
Korku içinde, çünkü tasarrufları, emeklilik fonları eriyor, evini, işini kaybetmek üzere, en temel gıda malzemeleri el yakıyor. Kısacası “büyük insanlık” can derdine düşmüş. Birileriyse mülkiyet korkusundan olacak, soruyorlar: “Karl Marx haklı mıymış?”
Size ne? Dahası, sizin bu soruya olumlu bir cevap vermeniz olanaklı mı? Değil! Ama o ki konuyu açtınız önce uyaralım. Bu soruyu tartışmak istiyorsanız, Komünist Manifesto’yu kurcalamak yetmez. Popper gibi ikinci sınıf düşünürlere güvenirseniz, birileri, Lakatoş, Fayerabend, Popper tartışmalarını, Maurice Cornfort’un Popper’in kofluğunu sergileyen eleştirilerini anımsatarak başınızı derde sokabilir. Marx’a dönersek en azından Das Kapital’i okumadan konuşmamak gerekir. Yoksa kulaktan dolma bilgilerle, Marx’ın kehanetlerde bulunduğuna ilişkin rivayetlere kanıp komik durumlara düşebilirsiniz?
“Marx haklı mıydı?” diye sormadan önce, adamın, kriz üzerine ne dediğini de bilmek gerekir. Bunun için de Artı Değer Teorileri ciltlerine gidip, orada sorduğu şu sorudan başlarsanız işiniz belki kolaylaşabilir: Orada Marx, krizin her alışveriş işlemi içinde potansiyel olarak var olduğunu söyler: Alan ve satan karşılaşmaz ya da anlaşamazsa mal ve para ortada kalır. Sorduğu soruysa şöyle: Meta ilişkisinde potansiyel olarak var olan kriz, kapitalist üretim biçiminde bir gerçekliğe nasıl dönüşür? Marx bu sorunun cevabının bizzat sermaye ilişkisinin içinde yattığına işaret eder. Kapital’de de değerler düzeyinde bunu açıklar. Sermayenin birikiminin önündeki en büyük engelin, bizzat sermayenin kendisi olduğunu basit bir denklemle gösterir.
Bugün mali kriz deyip durduğunuz, siz “Yok canım bir şey olmaz” derken, bizim 2003’ten bu yana da beklediğimiz “şeyin” ne olduğunu anlayabilmek için, sizin önce “Bugün patlayan bu mali köpük neden oluştu” sorusuyla yüzleşmeniz gerekecek. Aman aman dikkat, ideolojik sisteminizde, “küreselleşme” dediğiniz şeyin “gerçeğiyle” karşılaşıp ürkebilirsiniz!
Peki ‘Marx haklı mıydı?’
“Siz bu soruya olumlu bir cevap veremezsiniz” demiştim. Okuyunca, şaşırmış olabilirsiniz. Yardımcı olmaya çalışayım.
Karl Marx’ın başyapıtının alt başlığı “eleştiri” sözcüğünü içerir. Eleştiri ise belli bir duruşu, durulan bu noktadan bakarak konuşmayı öngörür. Bu duruş, salt bugüne ilişkin de değildir. Bu duruş, Spartaküs ayaklanmasından Fransız devrimine, Paris Komünü’nden Rus devrimine, İspanyol iç savaşında emperyalizme karşı direnişlerde hep dünyanın “sefillerinin” yanında, güçlülerinin karşısında olmakla ilgili bir duruştur. Belli sadakatleri, etik (eşitlikten, özgürlükten yana, baskı ve sömürüye karşı) tutumları gerektirir. Siz, işte bu yüzden, bu soruya olumlu bir cevap veremezsiniz? Dahası, salt bu nedenlerle, Karl Marx’ın savlarını hiçbir zaman kavrayamayacağınız bile söylenebilir.
Bunlar çok karmaşık şeyler, gelin ben size daha iyi anlayabileceğiniz bir başka örnek vereyim. Bir Hıristiyan için, İsa’nın, hem tanrı hem de tanrının oğlu olmasında, “Baba, oğul ve kutsal ruhun” üç ve aynı anda bir olmasında anlaşılmayacak bir şey yoktur. Bir Müslüman (aklıma gelmişken, “Hem Popperci hem Müslüman olunabilir mi?”) için bu “üçleme” söz konusu bile olamaz. Bir ateist ise bu tartışmalara, “ilginç, acaba aslında ne tartışıyorlar” diyerek yaklaşacaktır.
Siz Marx’ı anlayamazsınız, ama yeni bir Zeitgeist yaratmaya başlayan tarihin kahredici titreşimlerini duyabilirsiniz. O zaman “kolektif bilinç dışı” da size, yine Marx’ı eleştirme zamanı geldiğini anımsatır, hemen konuşmaya başlarsınız.
Ya kapitalizmin krizi değilse?
Aslında ben sizin yerinizde olsam, kimi bu işi iyi bilen ekonomistlerin iş devreleri, (business cycles) teorilerine takılır, konuyu biraz uzun dalgalarla (long waves) zenginleştirir, sonra da, “krizler olur (‘shit happens!’) sistem temizlenir, ardından yolumuza devam ederiz. Başka ne var ki?” savlarına yazılırdım.
Gelin siz beni dinleyin yoksa gündeme başka tatsız sorunlar gelecek. Örneğin, eğer mali genişlemenin, balonun arkasında ekonomik bir dinamik yoksa. Eğer bu balon, yavaşlayan birikimi desteklemek için kredi hacminin giderek genişlemeye başlamasından, sanayide kârlar gerilerken sermayenin dolaşıma, finansal alana, spekülasyona, talan olasılıklarına kaçmaya başlamasından kaynaklanmıyorsa, kapitalizmin krizi değilse, yalnızca kötü “yönetişimden” kaynaklanıyorsa...
a) İnsana sorarlar: Şimdi mi bunun ayırdına vardınız? Greenspan düne kadar sizin için “maestro” değil miydi? Riskleri size anımsatanlara niye kulaklarınızı tıkadınız? Siz okuduklarınızı, duyduklarınızı anlayamayacak kadar cahil misiniz? Yoksa aptal mı?
b) Sonra, bu durum, dünya ekonomisinde ilk kez ortaya çıkmıyor. 1873’te, 1929’da, benzer krizler, iki “büyük depresyon” yaşandı. “Küreselleşme” başladığından bu yana sürekli (Meksika, Türkiye, Arjantin, Asya krizleri, Rusya vb.) mali krizler yaşanıyor. Kapitalizmin tarihi üniversitelerde okutuluyor. Krizler üzerine yazılıyor çiziliyor. Hiç kimse bir şey öğrenmiyor mu? Dün bu dünya ekonomisinin merkezinde olanlar, hiç mi geçmişten ders almamışlar? Bunlar okuduklarını anlamayacak kadar aptal insanlar mı? Dahası bunlar büyük bankalarda yıllarca çalıştıktan sonra devlet yönetimine geliyorlar. Sistemin nasıl işlediğini burada da mı öğrenemediler? Bu nasıl bir toplumsal sistemdir ki hep böyle, “yönetişim hataları” yapacak insanları yönetime getiriyor.
c) Ya bunlar aptal ve cahil değilse, “yönetişim” hatası dediğiniz bunların seçeneğiyse, yani bunlar hırsız ve haydutsa? Ya, birbirine sıkı sıkıya bağlı insanlardan oluşan bir grup devleti de kullanarak hem kendi halklarını, hem diğer ülkelerin halklarını soyuyor, sonra da, tükenmeye başlayan bir leşin üzerindeki sırtlanlar gibi birbirinin boğazına atlayıp savaşmaya başlıyorlarsa? O zaman ne yapıp edip, demokratik ya da başka yollarla, artık önemi yoktur, bunlardan kurtulmak gerekmez mi? O zaman kırmızı, siyah hatta yeşil bayraklar ortaya çıkmaz mı?
Gelin siz, bu krizin sermaye birikim sürecinin bir varoluş hali olduğunu kabul edip “Kapitalizm en iyi sistemdir savına” fit olun. Marx’la uğraşmayı bırakın. O nasıl olsa sizin işinize yaramaz. Ondan yararlanacak olanlar da nasıl olsa onu bulup kullanırlar. Biliyorum siz mal derdindesiniz, ama onlar da can derdinde...
ANKARA PAZARI
YAKUP KEPENEK
Bilgi ve Terör
Terörün tırmanışı karşısında, gerek medya gerekse siyasetçi yorumlarının bir “ortak noktası” var. Ortak nokta bilgisizliktir. Bilgisiz olunca da çözüm bulunması olanağı kalmıyor; bunun yerini günlerdir görüldüğü gibi “kör dövüşü” alıyor.
***
Terörle savaşımda, en önemli ve öncelikli bilgi, hiç kuşkusuz “istihbarat”tır. Bir başka adıyla teröristlerle ilgili bilgi sahibi olmaktır.
Türkiye teröristlerle ilgili istihbaratı ya da bilgiyi, bilindiği gibi, ABD’den istiyor; kimi zaman alıyor; bazen de alamıyor.
Ana yanlış budur.
Bu toplumun özgeçmişinde muhbirliğin özel ve önemli bir yeri vardır.
Bizde muhbirlik çok güçlüydü. Bilindiği gibi Osmanlı döneminde yayımlanan etkin gazetelerden birinin adı Muhbir’dir.
Daha yakına gelelim. Özellikle 1970’li ve 80’li yıllarda, devlet “solcu avına” çıktığında “muhbirlik kurumunu” sonuna kadar kullanıyordu. Gönüllü muhbirler bile işbaşındaydı. En yakın arkadaşlar, komşular, kardeşler birbirini ihbar ediyordu. O kadar ki, kız arkadaş ya da arazi kavgaları bile solcudur ihbarıyla taçlandırılıyor ve insanlar ya öldürülüyor ya da işkenceden geçiriliyordu.
Daha sonra “kimliği açığa çıkan” kimi muhbirlerin, yurtdışında görevlendirilerek, üniversite öğretim üyesi olarak ödüllendirildiğine de ve “terör uzmanı” olarak TV’leri süslediğine de tanık olunmadı mı?
O kirli muhbirlik yapısı, demokratikleşme süreci işletilerek; açıkça hesaplaşılarak ve 12 Eylül rejimi sorgulanarak ortadan kaldırılmadı.
Nasıl oluyor da Türkiye, istihbarat için Washington’ın kapısına gidiyor? Öyle anlaşılıyor ki komünizm tehlikesi kalkınca bizdeki muhbirlik süreci de iyice çökmüş!
***
Yıllardır terörle savaşımda “ABD yapımı silah” ve cephane kullanıyor olabilirsiniz; oysa bunları kendinizin üretme beceriniz olmalıydı!
Bilgiye ve teknolojiye önem vermediğinizden, terörle savaşımda kullanılacak olan “yazılım” programlarını da ABD’den sağlamaya uğraşıyorsunuz. Ve çoğu kez alamıyorsunuz.
Bu çok acıklı bir durumdur.
Bu halkın vergileriyle varlıklarını sürdüren gizli-açık istihbarat örgütleri ne güne duruyor? Ne işe yarıyor? Neden istihbarat için Washington’a gitmeden Ankara’ya çekidüzen verilmedi?
Eğer 30 yıldır süren bu savaşta siz teröristlerle ilgili bilgileri kendi adamlarınızla ve kendiniz derleyecek beceriyi gösteremiyorsanız, ister asker olun ister sivil, ister siyasetçi olun isterseniz bürokrat, bu topluma dönüp devlet “terörle mücadele ediyor” diyemezsiniz; dememelisiniz!
***
Kaldı ki, bilgi eksiği günlük istihbarat ile sınırlı değildir. On yıllardır süregelen Kürt sorunu ya da PKK terörü ile ilgili olarak, üniversiteler bilimsel araştırma yapmıyor. Daha doğrusu yapamıyor!
Üniversiteler ve diğer araştırma kuruluşları, sorunun iç ve dış kaynaklarını; ekonomik, kültürel, siyasal ve toplumsal boyutları konularında neden araştırma yapmıyor; bilgi üretmiyor diye sorguladık mı?
Dahası, onca gazete ve TV’den kaçı, o bölgeden doğrudan bilgi aktarabiliyor?
Hangi verilere, bilgilere dayanılarak, asıl kaynak olan “Kuzey Irak vurulmalı” ya da “Tampon bölge oluşturulmalı” önerisi yapılıyor?
Kuraldır, bilgi olmayınca çözüm üretilemez. Ölümler ve kör dövüşleri sürer gider. Gerçek terörün bilgisizlik terörü olduğu elbet bir gün öğrenilecektir.
BUNDAN SONRAKİ SAVAŞ PARA İÇİN OLACAK
Küresel finansal görünümün her geçen gün daha korkunç bir hal aldığı belirtilirken sonraki dünya savaşının, finansal bir savaş olabileceği kaydedildi. Washington Post gazetesince yayımlanan bir makalede, bundan sonra yükselen piyasalarda borç ödememe vakaları ve kredi paniklerinin görülebileceği belirtilerek riskli ülkelerin arasında Türkiye de sayıldı. Massachusetts Teknoloji Enstitüsü öğretim üyelerinden Prof. Simon Johnson ve merkezi İngiltere’de olan “Etkin Müdahale” adlı kuruluşun başkanı Peter Boone imzalı makalede, yaşanan türbülansın, sermaye akımlarının on yıllarca düşük düzeyde kalmasına neden olacağını, siyaseti ve küresel barışı etkileyebileceği uyarısını da yaptı. Makalede, Şu adımların atılması istendi: - Dünya finansal güçleri, hep birlikte, bankaların sermaye yapılarının yeniden düzenlenmesini gerektiren ulusal planları açıklamalı. - Tüm mevduat garanti edilmeli. - Faiz oranlarında büyük bir indirim yapılmalı. - Otoriteler, finansal sisteme likiditenin enjekte edileceğini taahhüt etmeli. - Tüm sanayileşmiş ülke ve yükselen piyasalar, küresel talep düşüşünü telafi etme amacıyla önemli bir mali genişlemeyi gerçekleştirmeli. - Mortgage yoluyla almış ev sahiplerine yönelik destek programları geliştirilmeli.
IMF küresel finans krizinden çok olumsuz etkilenen ülkelere acil kredi sağlamaya hazır olduğunu bildirdi
Finans sistemi çöküşün eşiğinde
© Strauss-Kahn, küresel finans krizi nedeniyle dünyada finans sisteminin çökme eşiğinde olduğunu açıkladı.
Ekonomi Servisi - Uluslararası Para Fonu (IMF) Başkanı Dominique Strauss-Kahn, dünyada finans sisteminin çökmenin eşiğinde olduğunu vurgulayarak, sanayileşmiş ülkeler grubu G-7’nin kabul ettiği ve ardından diğer ülkelerin de benimsediği beş maddeli eylem planını, krize karşı küresel koordinasyon için ilk adım olarak övdü.
IMF’nin politika belirleyen makamı olan ve 185 ülkenin yer aldığı Uluslararası Para ve Finans Komitesi’nin (IMFC) toplantısından sonra basın toplantısı düzenleyen Strauss-Kahn, hükümetlerin alacağı önlemlerin, bankaları yeniden kredi vermeye ikna edecek kadar güçlü olacağını ve böylece kredi krizinin yayılmasının sonuna gelineceğini umduğunu belirtti. Strauss-Kahn, küresel finans krizinin, yoksul ülkelerde yaşanan yüksek gıda fiyatları sorununu unutturmaması gerektiğini ifade ederek gelişmiş devletlere, yardım sözlerini yerine getirmeleri çağrısında bulundu.
Bülent Eczacıbaşı’na göre Türkiye’yi de etkileyecek çok ciddi bir durum var
Krizi ciddiye alalım
KÖLN - Eczacıbaşı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı, “Küresel kriz konusunda paniğe kapılmamak doğru, ama krizi küçümsemek ‘Bize bir şey olmaz’ deyip hafife almak yanlıştır’’ dedi.
Eczacıbaşı, Almanya’nın Köln kentinde gazetecilerin küresel mali krizle ilgili sorularını cevaplandırırken ortada Türkiye’yi de yakından etkileyecek çok ciddi bir durumun var olduğunu vurgulayarak gerçekçi bir iletişim ve diyalog mekanizmalarını geliştiren, özel sektörle kamu sektörü arasında daha iyi bir bilgi akışını gerçekleştirmeye olanak veren bir düzen içine girilmesi gerektiğini ifade etti.
Eczacıbaşı özetle şunları vurguladı:
- Olağanüstü bir durumla karşı karşıya olduğumuzu kabul edip buna göre bir düzen içine girmemiz lazım.
- Türkiye’nin krizden etkilenmemesi diye bir şey söz konusu olamaz. Birçok sektör bundan etkilenecek. Çünkü dünya pazarları küçülüyor.
- Bizim teknemiz sağlam demek doğrudur; ancak biz bugüne kadar ne yaptıysak, onu yapacağız anlamında bir mesaj doğru olmaz.
- Öncelikle gerçekçi bir iletişim ve diyalog mekanizması geliştirilmeli. Tartışma ortamı yaratılmalı. IMF ile ilişkiler sıcak ve sağlam tutulmalı, bu dönemde yeni bir stand-by faydalı olacak.
- Hükümetin güven verici açıklamaları ancak böyle bir ortamda doğru olur. Paniğe kapılmamak doğrudur, ancak krizi ciddiye almamak doğru olmaz.
Erdoğan, uyarılara kulak asmıyor
SIVAS (Cumhuriyet) - Çeşitli temaslarda bulunmak üzere Sıvas’a giden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, katıldığı bigr törende yaptığı konuşmada küresel ekonomik krize değindi. Erdoğan, Türkiye’nin krizi birçok dünya ülkesine göre daha az bir zararla atlatacağını söyledi. Erdoğan, “Gelişmeleri yakından takip ediyoruz. Ülkemizin bu krizden en az şekilde etkilenmesi için, doğabilecek bazı fırsatları kaçırmaması için pür dikkat çalışıyoruz” dedi. Krizin etkileri üzerine açıklama yapanları eleştiren Erdoğan, şunları söyledi: “Bazılarını anlamıyorum, hâlâ bu dünyadaki yangına ülkemden körük tutanlar var. ‘Bir yangın var, bizi işte şöyle tesiri altına alabilir, etkisi altına alabilir.’ Bunu sorumluluk mevkiinde olanların söylemesinden daha büyük bir tehlike olamaz. İster sivil toplum örgütü olsun, ister kamu bunu söyleyemez.”
KAMU-SEN’İN ÖNERİLERİ
Krizden korunma yolları
Ekonomi Servisi - Türkiye Kamu-Sen, yaşanan krize karşı siyasi iradenin ekonomik alanda herhangi bir tedbir almadığını belirterek, bunun için Kamu-Sen’in bir öneri paketi hazırladığını bildirdi. Öneri paketinde, miktarı ne olursa olsun bankadaki nakit paranın kısa vadeli mevduatta değerlendirilmesi tavsiye edildi. Kamu-Sen kriz ile ilgili önerilerini şöyle sıraladı:
• Borçlanarak araba ya da ev almayın.
• Çok zorunlu olmadıkça yastık altı tasarruflarınızı bozdurmayın.
• Kredi kartı ile alışveriş yapmayın.
• Kredi kartınızın tamamını ödeyemiyorsanız düşük faizli kredi alarak borcunuzu ödeyin.
• Sabit giderlerinizi minimuma indirin.
• Zorunlu olmadıkça dışarıda yemek yemeyin.
• Sebze ve meyvelerinizi akan suda değil bir kabın içerisinde yıkayın.
• Tasarruflu ampul kullanın.
• Küçük alışverişler için büyük marketlere gitmeyin.
• Market indirimlerini günleri bekleyin.
• Toplu taşıma araçlarını kullanın.
SAĞNAK
NİLGÜN CERRAHOĞLU
Wall Street: Açgözlülük İyidir!
İtalyan TV’sinde bir cep telefonu reklamı var. Sloganı şu: “Life is now!” (“Hayat şimdi, hemen şu andır!” anlamında.)
Hiç tercüme edilmeksizin, damardan, böyle, doğrudan doğruya İngilizce yayımladığı için, gördüğüm ilk günden dikkatimi çekti…
Anglosakson kapitalizminin ’80’lerden bu yana dünyaya pompaladığı temel yaşam felsefesinin özü bu gerçekte: Beklemeyeceksin, düşlerini ertelemeyeceksin, egonu derhal tatmin edeceksin, arzularına -ne pahasına olursa olsun- hemen, şimdi sahip olacaksın.
“Life is now!” kazananların düsturu… Sen de ya kazananlardan olacaksın. Ya kaybeden.
Kaybedenlerdensen, kendini yok varsay!
Öyle ya; hayat sadece “şimdiden ibaretse” ve sen o şimdiyi adam gibi, layıkıyla yaşayamıyorsan, koyver gitsin… Hiç yaşama daha iyi.
Slogan bunu ifade ediyor. Dünya borsalarının serbest düşüşü haberleri arasında geçen gün gene bu reklama rastlayınca, aklıma birden Oliver Stone’un ünlü “Wall Street” filmi geldi.
‘İnsanlığı yukarı taşıyan güç!!!’
Hatırlar mısınız bilmem? Hani Michael Douglas’ın yakışıklılığının tavan yaptığı ’80’li yıllar sonunda oynamıştı da, acayip gişe rekorları kırmıştı.
Sınır tanımayan ölçüde haris, acımasız ve ilkesiz bir borsa ajanını (Gordon Gekko) canlandırıyordu Douglas.
Bu tiplemesiyle “Oscar” alan Michael Douglas; “Wall Street” kapitalizminin ana felsefesini -filmdeki baş karakterin ağzından- şöyle özetliyordu:
“Açgözlülük iyidir. Açgözlülük doğrudur. Açgözlülük işe yarar. Açgözlülük netlik getirir. Açgözlülük damardan girer ve evrimin ruhunun özüdür. Yaşam açgözlülüğü, para açgözlülüğü, aşk açgözlülüğü…
Açgözlülüğün her türü, insanlığı yukarıya taşıyan başlıca güçtür.”
Dünyayı bugünlere getiren “Hayat şimdidir!” düsturunun ete kemiğe bürünmüş portresiydi o filmde Michael Douglas/Gordon Gekko.
Bugün yaşadığımız -üretimde karşılığı olmayan- “Tüketin, tüketin, tüketin! Hiç mahzuru yok: Açgözlü olun… Tek bir hayat var. O da şimdi!” krizinin ilk alarmını gene o film, “Wall Street” vermişti.
Bugün herkes soruyor: “Dünyanın en büyük borsaları, on beş günde nasıl tepetaklak oldu? Koca koca ekonomiler nasıl böyle birdenbire cüceleşti? Hollywood’a rahmet okutan bu felaket noktasına nasıl gelindi? Kural tanımayan bütün bu açgözlü borsacılar, bankacılar nereden çıktı? Orta halli insanlar nasıl boylarından büyük kredi kartı borcuna battılar? Bu ‘mortgage’ felaketine nasıl sürüklendiler? Siyasi sınıf neredeydi? Olabilecekleri önden gören hiç mi çıkmadı? Sistem bütün bu olana bitene nasıl izin verdi?”
İşte püf noktası burada. Sistem nasıl izin verdi… değil aslında. Gordon Gekko’nun “Wall Street”te tarif ettiği gibi tam: “Açgözlülüğün her türünü” sistem bizatihi önerdi, kamçıladı ve de özendirdi.
Sanal refahla oyalama taktiği
“Wall Street”in beyazperdeye taşındığı Reagan yıllarında kucaklanan bu felsefe, II. Bush’un “küreselleşme döneminde” yaygınlaştırılarak baş tacı edildi.
“Credit Card Nation” (Kredi Kartı Ulusu) ve “Living with Debt” (Borçla Yaşamak) adlı kitaplarıyla tanınan, konunun bir numaralı uzmanı Robert Manning, bu derin krize yol açan süreci bakın şimdi -özetle- nasıl tahlil ediyor:
“Maliyet düşüren, çeşitliliği, dolayısıyla da tüketimi arttıran küreselleşme, başlangıçta avantaj sanıldı. Ama giderek başka bir şeyin farkına varıldı: Malların, maliyetlerin düşük olduğu başka ülkelerde üretilmesi, fiyatları evet düşürüyor, çeşitliliği de arttırıyordu ama bu aynı zamanda Amerikalıların işlerini yitirmelerine, düşük maaşlarla istihdam edilmelerine yol açıyordu. Amerikan sistemi bu noktada işte orta sınıf ve işçileri yatıştırmak; uzun dönemde onları küreselleşme gerçeğine ayak uyduracak kıvama getirmek amacıyla ‘kolay kredi’ ve ‘mortgage’ musluğunu açtı…”
“Baak! Uçtu uçtu kuş uçtu!” yapmış yani Amerikan sistemi.
“Sanal zenginlikle şimdi sen biraz oyalan” hesabına…
Vatandaşlarıyla bir “mortgage’ını al, kredi kartınla takıl, geleceği sorgulama” paktı kotarmış.
Küresel reklam, “Life is now!” kandırmacasıyla.
mailto:nilgun@cumhuriyet.com.tr?subject=YoreNet%20e-MEDYA%20$%7bTARIH%7d-$%7bYAYIM_ADI%7d-$%7bHKODU%7d
Tesadüf Teşebbüs
AKP geçen yasa döneminde Elektrik Piyasası Yasası’nda değişiklik yaptı. Kamunun enerji alanında “gerektiğinde yatırım yapması”na ilişkin hüküm kaldırıldı.
Kamunun, yani Elektrik Üretim AŞ’nin enerji yatırımlarından çekilmesi ne demek?
Piyasanın tümüyle özele açılması demek, dahası teşvikli ve kâr garantili ihale demek...
İşte bu yasa değişikliğinin hemen ardından Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın eşi, 2 kızı ve oğlu tarafından kurulan AB Gıda Sanayi Şirketi, Elektrik Piyasası Düzenleme Kurulu’na başvurarak Bandırma’da termik santral kurmak üzere lisans başvurusunda bulundu.
Hür teşebbüstür, bulunur... Burada asıl akıl karıştıran, teşebbüsün tesadüflüğü. Yani teşebbüsün, yasanın hemen çıkmasından sonra hürleşmesi...
Elektrik Mühendisleri Odası Başkanı Musa Çeçen, bu hür tesadüfü bizim için teknik açıdan yorumladı:
“Unakıtanlar’ın, enerji alanını DUY (dengeleme ve uzlaştırma mekanizması) ile ‘kazan kazan’ koşulları ile düzenleyen, otomatik fiyatlandırma mekanizması ile yurttaştan sürekli zamlanarak kârlılığı garanti altına alınmış, tahsilatı ayrıca garantilenen bir alana girmemesi bizi çok ama çok şaşırtırdı!
Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın eşi, 2 kızı ve oğlu tarafından kurulan AB Gıda Sanayi A.Ş’nin EPDK’ye, Bandırma’da 600 MW kurulu güce sahip olacak termik santral kurmak üzere lisans başvurusu yaptığı, Unakıtanlar’ın yapacağı yatırımın maliyetinin en az 600 milyon dolar olacağı belirtiliyor. Mısır, yumurta, tavuk derken Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın ailesi hedef büyütmüş. Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın eşi Ahsen Unakıtan’ın yönetim kurulu başkanı olduğu, ayrıca yönetimde iki kızı ve oğlunun da bulunduğu AB Gıda Sanayi Tic. A.Ş’nin Balıkesir Bandırma’da ithal kömüre dayalı termik santral kurmak üzere başvurusu işleme konuldu.
Unakıtanlar’ın termik santralında yıllık 4 milyar kilovat saatlik üretim halinde, birim fiyat ortalamasının 10 Avro/sent ortalama kabulüyle yıllık ciro 400 milyon Avro olacaktır. Bu durumda -amortisman hariç- yüzde 15-16 kârlılık hesabı yapılabilir. Bu durumda Unakıtanlar finansman giderleri hariç 60 milyon Avro kazanma peşinde görünmektedir. Bu ara bir sürü yatırımcının peşine düştüğü yatırım hevesi de zaten bu karaborsa nedeniyle değil mi?
Diğerlerine ayıp olmayan Unakıtanlar için niye ayıp olsun ki?”
Olası Adaylar
Yerel yönetim seçimleri öncesi CHP’de Ankara için kulaktan kulağa dolaşmaya başlayan olası adayların sayısı artıyor:
Anakent: Ankara Milletvekili Yılmaz Ateş, Eski ODTÜ Rektörü Ural Akbulut, Eski Ankara Belediye Başkanı ve SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın.
Çankaya: Ankara İl Başkanı Yaşar Çatak, Eski Ankara İl Başkanı Levent Gök, Eski Çankaya Belediye Başkanı Haydar Yılmaz, Eski Ürgüp Belediye Başkanı Bekir Ödemiş, Türk Mühendisler Birliği Derneği Başkanı Bülent Gürsoy, Ali Dinçer’in belediye başkanlığı döneminde ASKİ Genel Müdürü olan Levent Tosun, bir önceki seçimlerde Yenimahalle belediye başkan adayı olan Ufuk Ataç, eski Devlet Bakanı İbrahim Tez.
Yenimahalle: Eski Türkiye Barolar Birliği Başkan Yardımcısı Ünsal Toker, Ufuk Ataç, eski milletvekili adayı İbrahim Aksöz, Dr. Servet Ünsal, eski ilçe başkanı Fethi Yaşar, eski ilçe başkanı Naci Kutlucan, belediye meclis üyesi Günay Öztürk.
Gölbaşı: Eski milletvekili adayı Özgün Ökmen, belediye meclisi üyesi Hamit Mermer, Eski ADD Şube Başkanı Cemal Kaman.
Keçiören: Eski Sıvas Milletvekili Mahmut Işık, emekli albay Servet Harputluoğlu, eski ilçe başkanı Mahmut Yurtsever, avukat Taner Güner, Çağ Ankara Gazetesi Sahibi İlhami Öztürk.
Mamak: İlçe başkanı Veli Gündüz Şahin.
Sincan: Eski Sincan Belediyesi İmar Müdürü Erkan Özdemir.
Etimesgut: Bir önceki belediye başkan adayı Mesut Sarıkaya, eski ilçe başkanı Mustafa Tinç, Taylan Çamkerten.
Altındağ: İlçe Başkanı Ümit Buğdaycı, bir önceki belediye başkan adayı Murat Uzun.
Okurlar Derneği
Nikbinlik dergisi, ODTÜ fizik amfisine sığışmış, odasız bir topluluğun ilk göz ağrısıydı. İlk altı sayısında PİA adıyla yayımlandı. Önceleri ODTÜ şiir ve edebiyat topluluklarının dergisiydi. Serpildi, gelişti. Edebiyat ve kültür dergisi olarak yayın yaşamını sürdürüyor.
Nikbinlik dergisinin sahibi ve yazıişleri müdürü Ahmet Antmen, şimdilerde okurları ve yazarları aynı çatı altında buluşturan bir derneğin tohumlarını atmaya çalışıyor. Önde gelen hedef, Okurlar Derneği’nin kurulması. Ölü Ozanlar Derneği gibi bir oluşum, düşlenen...
Son sayısını “hayatta ve sanatta boşluklar”a ayıran Nikbinlik’te Ahmet Antmen, “İnsan, her şeyin hiç olmadığı kadar hızla ve sürekli değiştiği bir toplumda tutunacak hiçbir dal bulamıyor. Uzattığı el hep boşlukta kalıyor” diye yazmış.
Boşluktaki ellerin buluşması, Okurlar Derneği’nin kurulması dileğiyle...
Soruşturma
Halk Bankası genel müdürlük binasında kadınlar için mescit açıldığını duyurmuştuk. Genel müdürlük yetkilileri, soruşturma açmışlar.
Bilgiyi bize kimin aktardığını bulmak için...
Mir’e...
Daha neyi belgelesin, kanıtlasın ve de tanıtlasın Kemal Kılıçdaroğlu?
Mir olan, bey olan sözünü tutar... “İstifa ederim” dediyse, hiç durmaz eder...
9. ULUSAL ROMATOLOJİ KONGRESİ
‘Her bel fıtığına ameliyat olmaz’
Prof. Dr. Yaşar Karaaslan her bel ağrısı olan hastanın MR’ının çekildiğini ve bu çekimlerin yüzde 90’ının gereksiz olduğunu vurguladı. Prof. Eftal Yücel de hekimlere “Gereksiz yere ilaç reçete etmeyin” diye seslendi.
NİHAN İNAL
ANTALYA/BELEK- Romatoloji Araştırma ve Eğitim Derneği (RAED) tarafından düzenlenen 9. Ulusal Romatoloji Kongresi Antalya’da sürüyor. Ulusal Romatoloji Kongresi Başkanı Prof. Eftal Yücel, doktorlara gereksiz ilaç yazmamak için özen göstermeleri çağrısında bulundu. Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Romatoloji Kliniği Şefi Prof. Dr. Yaşar Karaaslan ise “Ülkemizde gereksiz bel fıtığı ameliyatları çok fazla. Hekimlerimiz gereksiz ameliyatlar yapıyor” diye konuştu.
Antalya-Belek’teki Susesi Otel’de gerçekleştirilen kongreye, yurtiçi ve yurtdışından 600’e yakın hekim katıldı. ABD, İsrail, Almanya, Japonya ve İsviçre’den alanında uzman hekimlerin de bulunacağı kongrede, 12’si yabancı ülkeden gelen 107 konuşmacı ile birlikte 32’si sözlü olmak üzere 175 bildiri tartışılacak. Kongreyle ilgili basın toplantısı düzenleyen Prof. Yücel, kongrede, Türkiye’deki ve yurtdışındaki uzmanları bilimsel bir platformda bir araya getirmek istediklerini belirterek, “Güncel yaklaşımların takip edilmesini sağlamayı, bilgi alışverişinde bulunmayı ve iç hastalıkları uzmanlarının romatolojiye olan ilgisini arttırmayı amaçlıyoruz” dedi.
Genellikle bağışıklık sisteminin uygunsuz çalışması sonucu gelişen romatizmal iltihabi hastalıklar ve diğer kas-iskelet sistemi hastalıkları ile uğraşan bir bilim dalı olan romatolojinin tüm yönleriyle kongrede masaya yatırıldığını anlatan Yücel, romatoloji uzmanlarının sayı ve yurtiçinde dağılımının hâlâ çok yetersiz olduğuna dikkat çekti. Prof. Karaaslan ise kongrede bel fıtığıyla ilgili yeni gelişmeleri masaya yatırdıklarını anlattı. Karaaslan her bel ağrısı olan hastanın MR’ının çekildiğini ve bu çekimlerin yüzde 90’ının gereksiz olduğunu söyledi.


Dink davasında polisler dinlendi
Hayal’in avukatı şov yaptı
Hrant Dink cinayetini organize ettiği iddia edilen muhbir Erhan Tuncel, tetikçi Ogün Samast ve Yasin Hayal’in de aralarında bulunduğu 8’i tutuklu 19 sanığın yargılanmasına devam edildi. Yasin Hayal’in avukatı Fuat Turgut herkese sataşarak hakaretler yağdırdı.
HİLAL KÖSE
Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in öldürülmesi davasında tanık olarak dinlenen Yasin Hayal’in ağabeyi Osman Hayal, “Erhan Tuncel’e muhbirlik görevi veren kimse bence cinayetin azmettiricisi odur” dedi.
Hrant Dink cinayetini organize ettiği iddia edilen muhbir Erhan Tuncel, tetikçi Ogün Samast ve Yasin Hayal’in de aralarında bulunduğu 8’i tutuklu 19 sanığın yargılanmasına devam edildi. İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki yedinci oturuma tutuklu sanıklar Erhan Tuncel, Yasin Hayal’in de aralarında bulunduğu 7 tutuklu sanık ile tutuksuz olarak yargılanan sanık Coşkun İğci katıldı. Yasin Hayal, adliye binasına alınırken, “Yaşasın Alperen Ocakları. İktidara yürüyoruz. Kanımız aksa da zafer islamın” diye bağırdı. Sanık Ogün Samast’ın psikolojik tedavi gördüğü için duruşmaya getirilmediği belirtildi. Duruşmada Hrant Dink’in eşi Rakel Dink, kızı Delal Dink ve kardeşi Hosrof Dink de hazır bulundu. Yasin Hayal’in avukatı Fuat Turgut, duruşmadaki hakaret içerikli sözleri nedeniyle mahkeme başkanı tarafından pek çok kez uyarıldı. Dink’in kardeşi Hosrof Dink mahkemeden, Turgut’un hakaret içerikli konuşmalarına izin verilmemesini istedi. Erhan Tuncel, Fuat Turgut psikolojisini bozduğu için geçen celse ağzına ne gelirse söylediğini belirterek, bu davada yargılanmasından, dışarıda muhbir olarak çalışanların rahatsız olduklarını ileri sürdü. Yasin Hayal adliyeye girerken söyledikleri için “Benim Alperen Ocakları ile gönül bağım var” diye konuşurken, Dink cinayeti ile ilgili soruşturulan Albay Ali Öz’ü tanımadığını söyledi.
Savunmaya geldim
Dink cinayetine ilişkin hakkında soruşturma açılan tanık Osman Hayal, olay günü Şişli’de olduğu yönündeki gizli tanık açıklamalarını reddetti. Müdahil avukatlarının sorularının çoğuna ‘hatırlamıyorum’ yanıtı veren Hayal, “Benim için çok önemli bir gün değildi” dedi. Olay günü İstanbul’dan nasıl döndüğünü de hatırlamayan Hayal, mahkeme başkanının tanıklık yapacak mısın sorusuna “Kardeşimi savunmaya geldim” yanıtını verdi.
Elimizden geleni yaptık
Erhan Tuncel’in tanığı olarak dinlenen Adana Emniyet Müdürlüğü’nde görevli Emniyet Amiri Ercan Demir, Dink cinayeti sırasında Trabzon istihbaratında Bürolar Amiri olarak çalıştığını kaydetti. Cinayetle ilgili ilk çalışmayı kendisinin yaptığını ifade eden Demir, Tuncel’den gelen bilgi kendisine ulaştığında, vakit kaybetmeden ilgili yerlerin uyarıldığını kaydetti. Demir, cinayetin önüne geçilmesi için Tuncel’e telkinlerde bulunduklarını savunarak, “Sonuçta böyle bir olay gerçekleşse bile biz gerekli çalışmaları yaptığımıza inanıyoruz. Tedbir alındığı halde nice bürokratımızın başına onca olay geliyor” diye konuştu.
Kimseyi suçlamam
Eski Trabzon İstihbarat Şube Müdürü Engin Dinç, Tuncel’den aldıkları cinayet bilgisini 17 Şubat 2006’da İstanbul Emniyeti’ne bildirdiklerini söyledi. Cinayet sırasında Afyon’da görev yaptığını belirterek, Dink’e koruma verilmesi konusunda yetkili birimin İstanbul olduğunu, Tuncel ile bir kez, Ramazan Akyürek’in emniyet müdürü olduğu dönemde görüştüğünü, konuyu müdürüne aktardığını anlattı.
“Bu ülkenin Hayal gibilere ihtiyacı var”
Yasin Hayal’in babası Bahattin Hayal ise McDonald’s bombalaması olayının ardından 2 gün sonra terörle mücadele polislerinin evine geldiğini ve eşi ile birlikte terörle mücadele şubesine götürüldüğünü söyledi. Burada müdür Yahya Öztürk’ün odasına alındığını belirterek, “Öztürk bana Yasin ve Yasin gibilere bu ülkenin ihtiyacı olduğunu bu ülkenin bayrağının yere düştüğünü söyledi. Telefonundaki Muhsin Yazıcıoğlu’nun fotoğrafını gösterdi. Ayrıca Kuran gösterek ‘biz buna göre çalışırız’ dedi” ifadesini kullandı.
Avukatların ‘devlet sırrı’ itirazı
Dink’in ailesinin avukatlarından Fethiye Çetin, “devlet sırrı” olduğu için imha edilen ve bir örneği dosyaya gönderilen 90 sayfadan oluşan belgenin, tarafların katıldığı bir ortamda incelenmesini istedi. Müdahil avukatlarından Bahri Belen de Türkiye’de henüz “devlet sırrı” yasasının olmadığını belirterek, suç oluşturan hiçbir eylemin “devlet sırrı” tarifinde yer almadığını kaydetti. Belen, “Burada çok ciddi bir eylem var. Sanıklarla ilgili ciddi bilgiler olduğu anlaşılıyor. ‘Devlet sırrı yasası’ yokken bu belgelerin incelenmesi engellenemez” dedi. Duruşma 26 Ocak 2009 tarihine ertelendi.
Davayı CHP’li Şahin Mengü, Sacit Yıldız ile ÖDP’li Ufuk Uras’ın da aralarında bulunduğu milletvekilleri de izledi. Barbaros Parkı’nda açıklama yapan Hrant’ın arkadaşları, “Gene adalet istiyoruz. Bu aslında pek basit bir istektir. Suçluları kollamayı bırakırsanız adaletin yolu açılır” açıklamasını yaptılar.
Erdoğan’ın krize önlem isteyenlere tepkisinin arkasında seçimler için rahat harcama isteği var
AKP’nin yerel seçim hesabı
Küresel krizin Türkiye’yi etkileyeceği, bir an önce önlem alınması gerektiği yönündeki açıklamalara sinirlenen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, IMF ile anlaşma başta olmak üzere seçim harcamalarını kısıtlayacak önlemleri olabildiğince oyalamayı planladığı belirtiliyor.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bu söyleminin altında yerel seçim kaygılarının olduğuna dikkat çekiliyor. Erdoğan’ın, oy oranını arttırabilmek için olası önlemleri Mart 2009’da yapılacak yerel seçimler sonrasına bırakma eğiliminde olduğuna dikkat çekiliyor. ■
AKP’nin yerel seçim hesabı
Erdoğan’ın ekonomik krize karşı acil önlem alınmasını isteyenlere gösterdiği tepkinin arkasında, mart ayına kadar rahat harcama yapabilmek istemesi olduğu öne sürülüyor
ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - Küresel krizin Türkiye’yi etkileyeceği, bir an önce önlem alınması gerektiği yönündeki açıklamalara sinirlenen Başbakan Tayyip Erdoğan’ın IMF ile anlaşma başta olmak üzere seçim harcamalarını kısıtlayacak önlemleri olabildiğince oyalamayı planladığı belirtiliyor. Erdoğan’ın, yerel seçimlerde oy oranını arttırabilmek için olası önlemleri Mart 2009’da yapılacak yerel seçim sonrasına bırakma eğiliminde olduğuna dikkat çekiliyor.
Erdoğan, özellikle iş dünyasından gelen küresel kriz uyarılarına, “İster sivil olsun ister kamu olsun, benim ülkemde şu anda böyle bir tehlike yokken kalkıp da bu ifadeleri kullanmak çok ciddi bir yanlış. Fakat bazılarını anlamıyorum, hâlâ bu dünyadaki yangına ülkemden körük tutanlar var. Lütfen körük tutmasınlar. Hamdolsun, biz yere sağlam basıyoruz” diyerek eleştirdi.
Erdoğan’ın bu söyleminin altında yerel seçim kaygılarının olduğuna dikkat çekiliyor. AKP hükümeti IMF ile yeni stand-by anlaşması başta olmak üzere yerel seçim öncesinde harcamaları kısabilecek önlem almak istemiyor. IMF ile stand-by anlaşması geçtiğimiz mayıs ayında sona erdi. AKP’nin ekonomi kurmayları, yeni anlaşmayla ilgili olarak uzunca bir süredir karara varamadı. Bu oyalamanın altında, hükümetin, “Eğer yerel seçimlerden önce IMF ile bir anlaşma yapılırsa harcamalar kısıtlanır, bu da seçim yatırımlarını kısıtlar. Harcamaların kısılması ve küresel krize yönelik yeni önlemlerin alınması partinin oy kaybına neden olur” düşüncesinin yattığına işaret ediliyor.
GÜNCEL
CÜNEYT ARCAYÜREK
Aşiretler Örgütle Silahlı Savaşımı Neden Kesti?
K. Irak’taki Kürt aşiretinin başbakan düzeyindeki yetkilisi Neçirvan Barzani’nin hükümetin çağrılısı olarak bugünlerde Ankara’yı resmen ziyaret etmesi bekleniyordu.
Yeni bilgilere göre, Bağdat’ta Türk yetkililerle Barzani’nin buluşması yeğleniyor.
Örneğin, Çankaya’dakinin Bağdat’ı ziyaretinde Barzani ile bir görüşme neden tezgâhlanmasın? Zaten bu konuda gerekçeli savunma da Çankayalı AKP’liden:
Milli Güvenlik Kurulu’nun daha önceki toplantılarında K. Irak özerk ve “özel” yönetimi ile bu türden temaslar yapılmasının kararlaştırıldığını söylüyor.
Lefkoşa’daki maşaları MA Talat aracılığıyla Kıbrıs’ı son bir hamleyle satışa çıkardıkları gibi, K. Irak’ta Türkiye’nin içini karıştırmaya azmetmiş Barzani’yi, bugün böyle ama yarın bağımsız devlet olarak tanımanın yollarını açıyorlar.
***
Oysa K. Irak’ta ABD-Barzani işbirliğinin nasıl başladığını acaba uzun yıllar Dışişleri Bakanlığı yapan Çankaya’daki AKP’li biliyor mu?
RTE, bu konudaki cehaletini örtmek için geçen salı günü TBMM’deki müzakereler sırasında CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in konuşmasında ortaya koyduğu belge niteliğindeki bilginin aslını astarını öğrenebilme yetisini gösterebilseydi, belki bugün K. Irak’ta aşiretlere avuç açar vaziyete düşmeyebilirdi.
Sorunları bugüne taşıyan bir belgenin Meclis’te açıklandığını zaten kamuoyu öğrenemezdi.
Öğrenemezdi çünkü, günü kurtarmaya çalışan bizimkiler dahil ulusal medyamızın sayfalarında Öymen’in konuşmasından tek satır yoktu.
Sadede gelelim. Önce bir özet:
Tezkere görüşmelerinde CHP adına Şükrü Elekdağ’dan sonra kürsüye gelen Onur Öymen, hükümetin Meclis’ten 2003’te iki kez aldığı yetkiyi kullanamadığını 2004’ten 2007 yılı sonuna kadar yetki talebinde bulunmadığını söyledi. Son yetki ile bolca hava harekâtı ve bir kez de kara harekâtı ile yetinilmiş, ama…“bunların terör örgütünü caydırmaya yetmediğini” anlattı.
Pek çok çevrenin, hatta bireylerin kafasındaki soruyu gündeme getiriyor Öymen; “TSK’nin, örgütü K. Irak’tan tamamen tasfiye edecek gücü, birikimi, tecrübesi yok mudur? Hepsi vardır. Eksik olan ne? Eksik olan siyasi iradedir” diyor.
Elbette diplomasiden gelmiş, devlet umuru görmüş bir siyasetçi olan Öymen, bilinen nedenlerle hükümetin bir yeri sıktı da siyasal irade gösteremedi diye konuşmuyor.
Tabii sözü döndürüp dolaştırıp K. Irak’taki Barzani ve Talabani adındaki Kürt aşiretlerinin terör örgütü ile silahlı mücadeleden kaçındıklarına getiriyor.
***
“Acaba neden” diye sorduktan sonra, on yıl önce terör örgütü ile silahlı mücadele yapan Kürt aşiretlerinin bugün böyle bir mücadeleden neden kaçındıklarını açıklıyor:
“…O zamanki Türk hükümetleri bunları (aşiretleri) örgütle silahlı mücadele yapmaya ikna ediyordu. Ne değişti? Şu değişti: O zaman Türkiye’nin etkin denetiminde bir Ankara süreci vardı. K. Irak’taki Kürt yönetimleriyle, Türkmenlerle birlikte çalışan Amerikalılarla, İngilizlerle…
Sonra ne oldu? Ankara süreci (tabii ABD’nin ısrarı ile) Washington’a taşındı.
Sonra ne oldu? Washington’da Amerikalılarla K. Irak’taki yerel yönetim (Kürt aşiretleri) arasında.. bir Washington anlaşması.. yapıldı…
Ondan sonra terör örgütü ile aşiretlerin silahlı mücadelesi kesildi. Yıllardan beri K. Irak’tan Türkiye’ye saldırı oluyor. Fakat oradaki yerel güçler (Barzani ve Talabani aşiretleri) örgüte silahlı en küçük bir müdahalede bulunmuyorlar...”
Öymen hükümete, “Bu anlaşmanın ne olduğuna dair bilginiz, fikriniz var mı” diye soruyor.
Tabii yanıt yok. Yıllarca Dışişleri Bakanlığı yapan Çankaya’daki biliyor mu? Kuşkulu.
Açıklanmayan içeriğe dair ufak tefek bilgiler:
ABD, zamanın başbakanı Bülent Ecevit’e Kürtlerle bu anlaşmaya vardıktan sonra her zamanki uyutma politikasını uyguluyor.
Yıl 1999-2000. ABD, Ecevit’e “Çekinilecek, korkulacak bir yanı yok anlaşmanın. Terör örgütü ile her zaman olduğu gibi yine silahlı mücadeleye devam edilecek” gibi güvenceler veriyor.
Ama gerçek ortada: K. Irak Kürtleri Washington’daki anlaşmadan sonra terör örgütüyle silahlı mücadeleye son veriyor.
Dünü bilmeden, anlamadan bugünlere bakmak…
Devlet adamlarının kitabında olan, ne ki AKP hükümetinde bulunmayan bir kural, bir önemli özellik!
GÜNDEM
MUSTAFA BALBAY
Krizselleşme...
Bu köşede daha önce defalarca, rakamlarla, bilgilerle, yorumlarla destekleyerek şu benzetmeyi yaptık:
Küreselleşme yok, kürede selleşme var!
Başlangıçta küreselleşme tarifi şöyle yapılmıştı:
Bütün dünya global bir köy haline geliyor. Ekonomide liberal yaklaşımlar beraberinde demokrasiyi de tüm dünyaya yayacak ve böylece yerküre sadece biçimsel
olarak değil, insansal olarak da küre haline gelecek, küreselleşeceğiz!
Oysa gerçekler böyle gelişmedi. 1970’li yıllarda zengin kuzey ülkeleri dünyadaki toplam refahın yüzde 60’ını, fakir güney ise yüzde 40’ını alıyordu. Bu rakam 80’li yıllarda 65’e 35 oldu. Küreselleşmenin daha yoğun konuşulduğu 90’lı yıllarda 75’e 25 oldu. Bugün ise 80’e 20!
Bir başka anlatımla dünya nüfusunun yüzde 20-25’lik bir dilimini oluşturan ülkeler refahın yüzde 80’ine sahip olacak, ötekiler 20’siyle yetinecek.
Olmadı... Yaratılmak istenen tek merkezli, tek kutuplu, tek sistemli dünya çatırdıyor. Bunu biz söylemiyoruz, bizzat sistemi yaratanlar itiraf ediyor. Arkadaşlar küreselleşmenin nimetlerini paylaşmadılar, şimdi krizin sonuçlarını paylaşalım diyorlar.
Küreselleşme, yerini krizselleşmeye bıraktı!
***
Gelinen noktada ABD dahil, ülkeler tek tek krizle mücadele edemeyeceklerini anlayınca, ortak hareket etme kararına vardılar. G-7’yi oluşturan ABD, İngiltere, Almanya, Japonya, Kanada, Fransa ve İtalya maliye bakanları ve merkez bankası başkanları dediler ki:
“Kimin elinde hangi fırsat varsa, hepimiz için kullansın!”
G-7’den sonra G-20’ler de benzer arayış içine girdiler.
Avrupa Birliği’nin Avro kullanan ülkeleri de “ortak parayı ortak kurtaralım, tek tek kurtuluş görünmüyor” görüşünde birleştiler. Bu tür zirve bildirilerinde “ortak”, “birlikte”, “tek tek olmaz” gibi sözcüklerin yer alması, krizin dünyaya sosyal devlet kavramını bir kez daha anımsattığını gösteriyor.
Krizin gerçek boyutunun ne olduğunu açıkça ortaya koyan kişi ise IMF Başkanı Dominique Strauss-Khan oldu:
“Finans sistemi çöküşün eşiğinde. En kısa sürede anlaşmaya varılması ve ortak hareket edilmesi gerekli!”
Sözün özü; dünya, gidişi açıkça konuşup çözümün ne olabileceği sorusunu bir an önce yanıtlamaya çalışmakla meşgul.
***
Ya biz neyle meşgulüz?
Krizin Türkiye’yi vurmayacağını, vursa da az vuracağını, az vursa da etkisinin çok daha az olacağını anlatmakla!
Başbakan önceki gün Sıvas’ta başlattığı söylevini dün Ankara’da da sürdürdü.
Başbakan’a göre, ortada kriz diye bir şey yok. Krizden söz edenler var, o kadar! Başbakan dünyadaki krizin de Türkiye’de abartıldığı görüşünde! Türkiye’den kimileri krizin üzerine körükle gidiyor!
İnsaf!
Yukarıda IMF Başkanı’ndan gelişmiş ülkelerin sorumlularına kadar kimin ne söylediğini aktardık!
Başbakan, krizle ilgili uyarı yapanlara yüklenirken, Türkiye’deki başlıca “sorunu” da şöyle özetliyor:
14 Mart süreci...
Yani AKP’yle ilgili kapatma davasının açıldığı gün...
Dava bitmiş, sonuçları konuşulmuş, gerekçesi bekleniyor, Başbakan küresel krizi AKP davasına bağlıyor.
O zaman sormazlar mı:
Amerika da mı bu yüzden krize girdi?
Yürekten dileğimiz, Türkiye’nin krizi sıyrıklarla atlatması. Ancak bu, krizi görmezden gelerek değil tam tersine, gerekirse en kötü olasılığı dikkatte tutarak başarılabilir.
ankcum@cumhuriyet.com.tr
İş kadınının hukuk mücadelesi
Türkiye’de turizm alanında yatırımları bulunan Kadanalı Jeannie Tully, sevgilisiyle kaldığı otele yapılan fuhuş operasyonunda 1.5 ay önce gözaltına alındı. Büyükelçilik devreye girdi. Sınır dışı kararı düzeltilmeye çalışılıyor
İstanbul Haber Servisi - İstanbul’da fuhuş yaptığı gerekçesiyle 48 gün önce gözaltına alınan ve tutulduğu Kumkapı Yabancılar Şube Müdürlüğü Konukevi’nde sınır dışı edilmeyi bekleyen Kanadalı iş kadını Jeannie Tully, yapılan yanlışlığın giderilmesi için hukuk mücadelesi veriyor. Kararın düzeltilmesi için İstanbul İdare Mahkemesi’ne yürütmenin durdurulması gerekçesiyle müracaat eden Tully’nin avukatı Ayşen Karbekiroğlu, iş kadını olan müvekkilinin fuhuş yapması için bir nedeni olmadığını söyledi.
İstanbul’da yabancı eskort kızları; siyasetçi, yargı ve bürokratlara servis yapan ve çekilen görüntülerle şantajda bulunduğu iddiasıyla aralarında emniyet amirlerinin de bulunduğu çeteyi takip sırasında yaklaşık 2 ay boyunca gözetlenen Topkapı’daki bir otelde fuhuş yaptığı iddiasıyla gözaltına alınan Kanadalı iş kadını Jeannie Tully, hakkında fuhuş gerekçesiyle verilen sınır dışı kararının kaldırılması için mücadele ediyor.
Tully’nin avukatı Ayşen Karbekiroğlu, müvekkilinin ülkemizde turizm alanında yatırımları olan bir iş kadını olduğunu belirterek, “Tully operasyondan 2 gün önce Türkiye’ye gelerek Astoria Otel’de erkek arkadaşı ile birlikte aynı odada kalıyor. Bu sırada fuhuş çetesi takip ediliyormuş ve o olayın devamı olarak otele operasyon gerçekleştiriliyor. Tully’nin tamamen yanlış zamanda ve yanlış mekânda bulunması mağdur olmasına neden olmuştur” dedi.
‘Uluslararası soruna dönüşmesin’
İstanbul İdare Mahkemesi’ne sınırdışı edilmemesi için yürütmeyi durdurma davası açtıklarını vurgulayan Karabekiroğlu, “İdare mahkemesi, İstanbul Valiliği’nden konuya ilişkin savunma istedi. Kanada Büyükelçiliği devreye girerek Tully’nin fuhuş yapmadığını ve Türkiye’de yatırım yapan bir iş kadını olduğu yönünde girişimlerde bulundu. Konunun uluslararası soruna dönüşmemesi için bir an önce yapılan bu yanlışlığın düzeltilmesini bekliyoruz” diye konuştu.
EVET / HAYIR
OKTAY AKBAL
‘Sen Kimsin Ben Neyim?’
“Sen kimsin, nesin?” “Ben kimim, neyim?”
Bu soruları sormak gerekiyor artık. Bir kavram karışıklığını çözebilmenin tek yolu bu...
Orda doğmuşuz, burda doğmuşuz... Babamız şuralı, annemiz buralı... Ya dedemiz, dedemizin babası? Onun da babası?.. Annemizinkiler...
Hepimiz Türküz...
Niye bu kavga niye bu ayrılık, bu sen ben çekişmesi?
Üç dört kuşak ötesini kaçımız biliyoruz?
“Ben yedi kuşaktan İstanbulluyum” demişti kendini soylu göstermek heveslisi bir hanım... “Aman o kadar gerilere gitme, Bizans’a varırsın, o zaman ne olduğun ortaya çıkar” diye susturmak istemiştim!
***
Çocukluğum, Şehzadebaşı’nda geçti. Mahallemizde Kürt çocukları vardı; Naim, Ramazan, Fatma, Zehra... Oyunlar oynardık. Aklımıza gelmezdi o kimdir, bu kimdir? Arada bilmediğimiz sözler duyardık, aldırmazdık.
Bu topraklardan yüzyıllardır kimler gelip geçmiş!.. Kimler çekip gitmiş, kimler kalıp yerleşmiş... Zamanla çoğalmışlar, birbirleriyle dostluk, arkadaşlık, sevgililik, eşlik kurmuşlar... Çoğalmışlar, çoğalmışlar, gelmişiz bugünlere, yetmiş beş milyonluk bir büyük kalabalık olarak...
Kendimiz değil, başkaları yapmış, yaratmış bu ayrılıkları!.. Durup dururken değil, bilerek isteyerek, bizi içimizden bölerek, parçalayarak... Az da olsa başarmışlar. “Böl parçala yönet” hesabıyla. Öyle güçlü, öyle verimli, öyle çıkarlar sağlayarak... Şimdi ölümler, öldürmelerle birbirimizi düşman saymaya ite ite!..
***
Bir baskın yapılıyor, şehitler veriliyor, bir bomba patlatılıyor yine kaç insan gidiyor, mayınlara bastın mı havaya uçuyorsun, bir hınç, bir acımasızlık!.. Sınırın birazcık ötesinde azgın bir düşman var! Kim onlar, çoğunlukla bu yurdun gençleri, dağa çıkmışlar, silahlandırılmışlar, yönlendirilmişler! Kardeş kardeşe karşı!.. Biri Türk askeri, öteki Kürt çetecisi!..
Kırk yıl mı? Daha mı çok, sürüp gidiyor. Daha da gidecek. Daha kaç şehit, daha kaç çeteci, ‘terörist’ öldürülecek? Bir sonuç alınacak mı, bir barış, bir kardeşlik, bir huzur!..
Suçlu o gençler mi, o dağda bir şeyler arayanlar mı?.. Yoksa uzak diyarların güçlüleri mi? Nerden gelir bu silahlar? Herkes biliyor bu çeteleri destekleyenleri, yüreklendirenleri, kışkırtanları.. ABD’ciler mi, İsrail’ciler mi?..
***
Sevr’de yapamadıklarını yeniden uygulamak istiyorlar, anlamıyor muyuz!.. Kendimize dost saydığımız, işbirliği ettiğimiz Barzani’ler, Talabani’ler, Misterler, Mösyöler gözümüzün içine baka baka kanımızı emiyorlar?.. Kardeşi kardeşe vurdura vurdura...
Bir Kürt devleti kurulacak! ABD’nin Ortadoğu’da güvenlikli bir yeri, bir kalesi olsun diye!.. Türkiye’nin en büyük kent ve kasabalarında yaşayan Kürt soyundan gelen yurttaşlarımız ne diyor bu oyuna? Katılıyorlar mı? Katılmıyorlarsa, neden sesleri çıkmaz?
***
Kendimizi, geçmişimizi, ana babalarımızın, atalarımızın kim olduğunu bir düşünsek! Belki, bizler de o “terörist”lerin uzaktan yakından akrabaları çıkmaz mıyız?
Çağdaş Eğitim
Erdal ATICI
Çağcıl uluslar çocuklarını çağdaş, bilimsel ve ulusal bir eğitimle eğitmek ister. Bu nedenle eğitim yöntemlerini, programlarını, ders kitaplarını, araç gereçlerini bilimsel ve teknolojik gelişmelere uygun olarak, günün koşullarına göre geliştirirler.
Çağdaş eğitimin amacı; hurafelere inanmayan, özgür ve bilimsel düşünceye sahip, kara bilisizliğe karşı yolunu akıl ve bilim yoluyla bulabilen, kendisi, çevresi ve dünyayla barışık öğrenciler yetiştirmektir.
Hurafelerin bilimsel gerçeklermiş gibi sunulduğu, akıldan çok inancın önde tutulduğu, küçücük beyinlerin dinsel bilgilerle doldurulduğu bir eğitim, asla çağdaş eğitim olamaz!
Tarihte örneği çoktur, bir ülkede eğitimi inanç ve dogmalar üzerine kurmak o ülkeyi yıkılışa sürüklemektedir. Öyle uzaklara gitmeye de gerek yok; Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasının en önemli nedeni; eğitim dizgesinin çağdaşlaştırılamaması ve üç başlı eğitim dizgesinden bir türlü kurtarılamamasıdır. İmparatorlukta; dinsel eğitim yapan medreselerde yetişen ve bir türlü yenilik ve gelişmeleri kavrayamayan gericilerle Tanzimat’ın sivil
ve askeri okullarında yetişen aydınların mücadelesi, imparatorluk yıkılıncaya dek kıyasıya sürmüştür,
Osmanlı İmparatorluğu’nda uygulanan eğitimin yarattığı gerici - ilerici çatışmalarının acı sonuçlarını görerek, yaşayarak yetişen Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk ve devrimci arkadaşları, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdukları ilk günden başlayarak, eğitimi dinin baskısından kurtarmak, bilimselleştirmek, çağdaşlaştırmak ve ulusallaştırmak için büyük devrimlere girişmişlerdir. Özellikle 3 Mart 1924’te yasalaşan “Öğretim Birliği Yasası”, eğitimdeki çok başlılığa son vermiş, dinin; eğitim ve bilim üzerindeki baskısını ortadan kaldırmıştır. Boş inançların kaynağı medreselerin kapatılması, yeni abecenin benimsenmesi, tarih ve dil devrimleri, çağdaş eğitimin kurulması yolunda çok önemli devrimlerdir. Gerçekleştirdiği büyük devrimlerle, zavallı bir ümmetten başı dik, onurlu bir ulus yaratan Mustafa Kemal’in “Anadolu Aydınlanma Devrimi”; gericiliğin yuvası olan tarikatların kökünü kazımasa bile, en azından ülkenin derinliklerine saklanmak zorunda bırakmıştı. Ne yazık ki çok partili sürece geçilmesiyle ülkemizde gericilik yeniden hortlatılmış, yıllar içinde Atatürk devrimlerinin içi boşaltılarak, bugün hepimizin üzülerek, kaygıyla izlediği son sürece gelinmiştir.
PENCERE
İLHAN SELÇUK
Yoksa Siz ‘O’ musunuz?
Aklı evvel kişilerin sözünü bu kez dinledim...
Ne demişlerdi:
- İstanbul’dan uzaklaş, temiz hava alacağın bir yere git...
İstanbul’un havası kirliydi...
Ya Ankara’nın havası?..
Pis mi pisti...
*
Gittiğim yerde deniz ve güneş vardı...
Bir de temiz hava...
Başka?..
İnsan vardı...
Yürüyüşe çıktığım zaman köşede bucakta, sokakta mokakta insanlar beni tanıyorlardı...
Oysa ‘ben’ öteden beri bilindiği gibi medyatik olmaktan sakınırım, ne televizyona çıkarım, ne başka gazetelere röportaj veririm...
Selam verenler nereden tanıyorlardı beni?..
Allah kahretsin; Ergenekon’dur, polistir, gözaltıdır, savcıdır, haberdir, olaydır derken ne kadar sakınsam da medyatik mi olmuştum?..
Bir gün güneşli havada deniz kıyısında yürürken bir açık hava kahvesinde oturan altı yedi kişilik gruptan bir güler yüzlü bayan ayağa kalktı ve sordu:
- Yoksa siz o musunuz?..
- Evet, dedim, ben ‘O’yum...
*
Sonra düşündüm?..
‘O’ kimdi?..
Her insan aynaya baktığı zaman kendi ‘o’sunu görür...
O kimdir?..
Kendisidir...
Peki, gözleri, kaşları, ağzı, burnu, elleri, ayakları derken tüm suretinin ve bedeninin aynaya yansıttığı kişi gerçekten ‘O’ mudur?..
Yoksa fikriyle, ruhuyla, inancıyla bir başka ‘O’ mudur?..
*
Soru ülkemizin yazgısı, geleceği, varlığı, uygarlığı açısından gün geçtikçe önem kazanıyor?..
Devletin başındakilerin fiziğini tanımak artık bir anlam taşımıyor; TV’ler iktidar patronlarının bedenlerini ve suretlerini her gün ekranlara taşıyorlar...
Soru ve sorun başka yerde..
Dünyanın başka hiçbir ülkesinde -ne Suudi Arabistan’da, ne İran’da, ne Fransa’da, ne Almanya’da- yaşanmayan ‘takıyye’ sorunu Türkiye’de gündemdedir...
Soru:
Cumhurbaşkanı gerçekten o mudur?..
Başbakan gerçekten o mudur?..
Laik Cumhuriyetin aklı başında insanlarını sarıp sarmalayan soru ülkemiz devlet, hükümet, laiklik, yurttaşlık ve demokrasi ortamında varlığımıza kancasını takmıştır...
Öyle ki bu soru tatilde bile insanı rahat bırakmıyor...

TÜRK BAYRAĞI TAŞIMIYORLAR
Yüksek vergi yabancı bayrak çektiriyor
İstanbul Haber Servisi - Türkiye’de 60 bine yakın tekne olmasına karşın bunlardan yalnızca 2 bininin Türk bayrağı taşıdığı, geriye kalan 58 bininin ise düşük vergi vermek amacıyla yabancı ülke bayrakları ile Türkiye denizlerine açıldığı ortaya çıktı. Yabancı ülke bayrağı taşıyarak vergi yükünü hafifleten tekneler, Türkiye bütçesine yılda yaklaşık 500 milyon YTL zarar veriyor.
Türk bayrağı taşıyan tekne sahipleri, her yıl tekne bedelinin yüzde 40’ına yakın bir miktarı Motorlu Taşıtlar Vergisi (MTV), KDV ve ÖTV adı altında devlete ödüyor. Türkiye’de fiyatı 30 bin YTL olan tekne için 13 bin YTL vergi ödenirken, tekne sahibinin ABD bayrağı takması durumunda bu rakam senelik 2 bin dolara kadar düşüyor. Deniz Turizmini ve Denizciliği Geliştirme Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Yavuz Sipahi, “Dünyanın hiçbir yerinde uygulanmayan MTV’nin kaldırılması gelir kaybı doğurmaz. Yüksek vergiler kayıt dışılığı artırıyor” dedi.
CHP Sözcüsü Mustafa Özyürek, SHP Genel Başkanı’nın açıklamalarını şartlı biçimde destekledi
Karayalçın’a olumlu yaklaşım
© CHP, SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın’ın “Ankara’yı bu yönetimden kurtarmak için nerede durmam gerekiyorsa orada duracağım, nerede olmam gerekiyorsa orada olacağım, nereye gitmem gerekiyorsa oraya gideceğim” sözlerini CHP’den adaylık sinyali olarak değerlendirdi. CHP sözcüsü Özyürek, Karayalçın’ın açıklamasını “Olumlu bir açıklama” diye niteledi.
ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın’ın “Ankara’yı bu yönetimden kurtarmak için nerede durmam gerekiyorsa orada duracağım, nerede olmam gerekiyorsa orada olacağım, nereye gitmem gerekiyorsa oraya gideceğim” açıklaması, CHP’den adaylık sinyali olarak değerlendirildi. CHP sözcüsü, Genel Sayman Mustafa Özyürek de bu konuda “Olumlu bir açıklama” dedi.
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın “Melik Gökçek en çok Karayalçın’dan çekiniyor” sözlerinin basına yansımasından sonra, Karayalçın’ın CHP’den Ankara Büyükşehir belediye başkan adayı olacağı değerlendirmeleri yaygınlaştı. SHP lideri Murat Karayalçın da önceki gün “SHP’nin Yerel Yaşam Programı”nı açıkladığı toplantıda bu konuda mesajlar verdi. Karayalçın, “Solun ortak bir aday çıkarması, seçimlerin kazanılmasını sağlayacaktır. Ama konuyu yalnızca dar kapsamlı bir biçimde değerlendirmenin doğru olmadığı kanısındayım. Ankara’nın birleşmesi gerektiğini düşünüyorum. Ankara’yı bu yönetimden kurtarmak için nerede durmam gerekiyorsa orada duracağım, nerede olmam gerekiyorsa orada olacağım, nereye gitmem gerekiyorsa oraya gideceğim” dedi.
Karayalçın’ın bu sözleri “CHP’den aday olabilirim” mesajı olarak değerlendirildi.
‘Şartlı’ destek
Karayalçın’ın açıklaması CHP yönetimi tarafından “olumlu” karşılandı. CHP sözcüsü Mustafa Özyürek, “Olumlu bir açıklama” değerlendirmesini yaparken CHP yönetiminde bu işbirliğinin yaşama geçmesi için “Karayalçın’ın CHP’de kalması ve kurumsal ittifakı zorlamaması” koşulları dile getirildi. Kulislerde, “Karayalçın CHP’den aday olacaksa artık CHP’li olmalı. Seçilirse istifa edip SHP’ye geçmesi olmaz. Artık CHP’li olarak yoluna devam etmeli. Elbette Karayalçın adı etrafında bir sol işbirliği sağlanabilir, bu seçmen düzeyinde olur. Oyları bölmemek lazım. Solda kendiliğinden bir birleşme olur. Kurumsal ittifak zorlanmamalı, dayatılmamalı. CHP her yerde seçime girmek zorunda. Çünkü bu seçimlerde belediyeleri kazanmak kadar, AKP karşısında oy oranını arttırmak da önemli” görüşü dile getirildi. SHP lideri Karayalçın’ın “CHP adayı” olarak seçime girmesi olasılığı partisi içinde de tartışma yarattı. Karayalçın’ın “partisini dışlayarak” bir adım atmasının kolay olmayacağına dikkat çekilirken, CHP’nin “resmen bir teklifte bulunması” durumunda koşulların netleşeceği belirtiliyor.
Doğrudan temas bekleniyor
CHP yönetiminin önümüzdeki günlerde Karayalçın’la adaylığı konusunda doğrudan temasa geçmesi beklenirken, SHP tarafında “haber göndererek aracılarla ileşitim yerine, doğrudan resmi görüşme yapılması” gereği üzerinde duruldu. Karayalçın’ın “ön koşul ortaya koymadığı, ancak sadece kendi adaylığı ile sınırlı olmayan daha kapsamlı bir işbirliği doğrultusunda Eskişehir, Ordu, Samsun gibi illerde de işbirliğinden yana olduğu” vurgulandı.

Murat Karayalçın
DÜNYADA BUGÜN
ALİ SİRMEN
‘Huu!.. Lagendijk!.. Nerelerdesin?..’
Garip bir ülke şu Türkiye, tabii tartışmaları da garip oluyor. Teröre karşı TSK’nin güvenliği sağlamak için istediği yetkileri vermekten hükümet çekiniyor.
Şimdi tartışma, güvenlik mi, özgürlük mü eksenine kilitlenmiş durumda.
Oysa demokrasi, güvenliğin özgürlük içinde sağlandığı rejime verilen ad.
Bu demek değil ki, AB ülkelerinde de, güvenliğin sağlanması için bu güçlere kimi yetkiler verilmiyor, TSK’nin istediklerinin çoğu AB’nin kimi ülkelerinde kullanılmıştır zaman zaman. Önemli olan denetim mekanizmalarıyla bu yetkileri dengelemek.
Bu arada tartışmaları izlerken ağlanacak halimize gülmeden edemiyorum.
Sanki bu yetkilerin verilmediği şu ortamda, gelişmiş demokrasilerdeki insanların sahip olduğu özgürlükler varmış gibi davranıyoruz.
Başbakan’ın basın ile üniversite ile kavgalı olduğu; hırsızlık, söğüşleme, yolsuzluktan kovuşturulanların ifade özgürlüğümüzü nasıl kullanacağımıza karar verdikleri bir ortamda hangi özgürlükten söz edebilirsiniz ki?
Akman ile Karaman’ın birbirine karıştığı, gırtlağına kadar yolsuzluğa batmış bir toplumda hangi özgürlükten dem vurabilirsiniz?
“Bir gece ansızın gelebilirim” yöntemi ile ortalığın toz duman edildiği bir ülkede, TSK’nin istediği yetkileri vermeyince özgürlüğü sağlıyor musunuz ki?..
***
Ülkemizde özgürlüklerin takipçisi güya AB.
AB’nin özgürlük gözcüleri arasında biri var ki, hem önemli bir kişi, hem de eniştemiz.
Türkiye - AB Karma Parlamento Komisyonu Başkanı Joost Lagendijk’ten söz ettiğimi anlamışsınızdır.
Sayın Lagendijk AKP’nin candan destekçisi, AKP’nin hoşlandığı ılımlı İslam gibi kavramlara bayılıyor; AKP’nin hoşlanmadığı TSK gibi kurumlarla karşılaşınca da şeytan görmüş gibi ifrit oluyor. Enişte Bey’e göre, Türk demokrasisinin en büyük sorunu askerlerin rejim içinde fazla ağırlığa sahip olması.
Son zamanlarda dinci hırsızlığı ayyuka çıkıp, Alman mahkeme kararlarıyla tescil edildiğinden, “bir gece ansızın gelebilirim” soruşturmaları yurttaşın başında Demokles’in kılıcı gibi sallanmaya başladığından beri Enişte Bey’in adından söz edilmez oldu; adamcağızın gıkı çıkmıyor. Sanırsınız ki, yer yarıldı da içine geçti hazret.
Geçen gün Engin Ceber’in cezaevinde ve karakoldaki işkence ile dayak sonucunda ölmesi üzerine sandım ki, Enişte Bey ayaklanacak, demeç üzerine demeç patlatacak.
Oysa tıs çıkmadı. Lagendijk sanki olayı duymamıştı, daha önce duymadığı nice olay gibi...
***
Gayet açık biçimde görülüyor ki, Lagendijk diğer kimi AB yetkilileri ve kuruluşları gibi, Türkiye’de özgürlüklerden değil, AKP’den yana.
Bu AKP yanlılığı kimilerinin ileri sürdüğü gibi alternatifsizlikten mi kaynaklanıyor dersiniz?
Hiç sanmıyorum.
Acaba AKP, Türkiye’de özgürlüğün, yargı bağımsızlığının adresi başka adres yok da onun için mi alternatifsiz?
Acaba, AKP demokrasinin ve özgürlüklerin onsuz olmazı, laikliğin savunucusu ve ondan başka adres yok da ondan mı alternatifsiz?
Acaba AKP, yargı bağımsızlığının güvencesi ve bu konuda güvenilecek başka adres yok da ondan mı alternatifsiz?
AKP acaba, açık, şeffaf rejimin simgesi ve bu görüşü savunan başka kurum yok da ondan mı alternatifsiz?
Soruları uzatıp da kimseyi güldürmenin âlemi yok.
TSK’yi, demokratik bilincin ifadesi olan sivil mitingleri suçlayan Lagendijk son zamanlarda olanları acaba neden görmüyor?
Haydi diyelim ki, onun yurttaşları Türkiye’deki lümpen liberallerin süzgecinden geçemediği için, işkence ile adam öldürme haberini alamıyorlar. Ama nefes alışımızı, nabız atışımızı bile izleyen Enişte Bey, her şeyi bildiğine göre neden susuyor?
Türkiye’de AB’yi eleştirenler, bunu Türkiye’nin de içinde yer alacağı bir Avrupa Birliği’ne karşı oldukları için değil; yalancılık, riya, çifte standarda karşı oldukları için yapıyorlar.
Ve evet, 2008 Türkiyesi’nde, insanlık onuru, işkence karşısında suskun ve sorumlu AKP ile destekçisi Lagendijk ve benzerlerini yenmeden, işkenceyi de yenemeyecek.
“Huuu.... Lagendijk Enişte!... Nerelerdesin?...”
asirmen@cumhuriyet.com.tr
AKP’li belediye başkanının, geçen seçimlerde ikinci parti çıktığı Çeltikçi’yi çöplük alanı ilan ettiği iddia edildi
AKP köyü cezalandırdı
© Çeltikçi köyü muhtarı Kan, AKP’li belediye başkanı Korkusuz’un, seçim sonuçlarına sinirlenerek köyü çöplüğe dönüştürdüğünü ileri sürdü.
BURSA (Cumhuriyet) - Bursa’nın Orhangazi’nin Çeltikçi köyü muhtarı Nihat Kan, AKP’li Orhangazi Belediye Başkanı Yusuf Korkusuz’un seçimlerde AKP istediği oyu alamadığı için köyü, çöplük alanı ilan ettiğini söyledi.
Kan, Çeltikçi köyüne 1500 metre uzaklıktaki Sümbüllütepe’ye yaptırılması planlanan çöp toplama ve katı atık tesisinin köydeki 13 su kaynağını ortadan kaldıracağını, İznik Gölü’nü de kirleteceğini vurguladı. Belediye Başkanı Korkusuz’un seçim sonuçlarına sinirlendiğini ileri süren Kan, “Seçiminin ardından ÇED raporu hazırlatarak çöp arıtma tesisini köyümüzde yaptırmak için çalışma başlattı. Bu tesis yapılırken içme suyumuza çöp karışacak, aynı çöp İznik Gölü’nü de kirletecek” dedi. Yargıya gideceklerini belirten Kan, “Belediye Başkanı resmen katliam yapacak ama buna izin vermeyeceğiz. Yasal yollardan hakkımızı arayacağız. Ayrıca direneceğiz” diye konuştu.
Çeltikçi köyünü ziyaret eden CHP Bursa Milletvekili Kemal Demirel ise konuyu TBMM’ye taşıyacağını söyledi. Demirel, sonuna kadar köylünün yanında olacaklarını, çöplüğe karşı düzenlenecek eylemlere de katılacaklarını ifade etti.
Son yerel seçimlerde Çeltikçi Köyü’nde MHP 147, AKP 126, CHP 87 oy aldı.
TRT’DEN İRAN TELEVİZYONU İLE İŞBİRLİĞİ SAVUNMASI
‘Biz kara çarşafı, onlar alkolü yayımlamaz’
ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - TRT, Ermenistan’ın ardından İran’ın devlet televizyonu ile de işbirliği protokolü imzaladı. Protokol uyarınca iki te-levizyon birbirlerinden yapım alışverişinde bulunacak, ortak proje geliştirebilecek.
İran Devlet Televizyonu IRID başındaki İzzetullah Zergami’nin geçen hafta Ankara’ya yaptığı ziyaret sırasında iki kurum arasında işbirliği protokolü imzalandı. Tahran Times gazetesinin haberine göre, protokolle İran televizyonunda yayımlanan ve “ibadet şartı” içeren dizi ve filmlerin TRT’ye verilmesi konusunda uzlaşmaya varıldı. Ancak TRT’nin şeriat motifli yapımları ekranlarına nasıl taşıyacağı merak konusu oldu.
Üst düzey TRT yöneticileri, kurumun 40’ın üzerinde ülkeyle işbirliği protokolü imzaladığını belirterek “Bunlar yalnızca iyi niyet göstergeleri. Bizi bağlayan bir anlaşma değil” dedi. İki kurumun birlikte “Ferhat ile Şirin” başta olmak üzere ortak kültürel konularda projeler hazırlayabileceklerini belirten yetkililer, “Bu tamamen tercih meselesi. Biz onlardan her yapımı alacağız diye bir kural yok. Adamların kara çarşafının, rejiminin reklamını yapacak değiliz. Onlar da bizim içerisinde alkol, seks görüntüleri olan filmlerimizi yayımlamaz” görüşünü savundu. Bu tür anlaşmaların devlet televizyonları arasında önemli avantajlar sağladığını ileri süren yetkililer, “Örneğin Alman ZDF kanalı, Türkiye’deki köy yaşamıyla ilgili görüntü istiyor. Biz de onlardaki sosyal yaşamla ilgili görüntüleri isteyebiliyoruz” diye konuştu.
Yöneticiler, Zergami’nin TRT’ye verilen İranlı ünlü şair Muhammed Hüseyin Şehriyar’ın yaşamının anlatıldığı “Şehriyar” dizisi ile ilgili olarak da “O dizi TRT’ye değil, sayın genel müdüre verildi” açıklamasını yaptı.
POLİTİKA GÜNLÜĞÜ
HİKMET ÇETİNKAYA
Düşüne Düşüne...
Güneşli bir İstanbul sabahı...
Irmağın ufuk çizgisini geçen kuşlar Boğaz’ın mavisi üzerinden Ortaköy’e doğru süzülüyorlar. Tam o sırada güneş bulutların arasına girip kayboluyor.
Kahvemi yudumlarken gazetelere göz atıyorum..
Manşetler hemen hemen aynı..
Dilenci, tarikatçı, AKP yalakası gazeteler yine aynı telden çalıyor.
Gemi sağlammış, krizi aşarmışız!
Ya kayalıklara vurursa gemi?
Canım ne olacak, nasıl olsa toplum “sadaka ekonomisi”ne alıştı!
Kömür yaz aylarında dağıtıldı, erzak torbalarının dağıtımı sürüyor!
İhracat düşerse yanarız!
Yanmayız yanmayız!..
Maliye Bakanı Kemal Bey, bulur bir formül!
Tüm dünya küresel ekonomik bunalıma bir çözüm arıyor, ABD ve AB ülkeleri birlikte devletin musluklarını açıyor, bizimkiler yurtdışındaki gurbetçilerimizin gönderecekleri parayı bekliyor...
Gemi sağlam... Köşe dönücüler tetikte...
Sonra ne olacak?
Allah kerim!
Eyüp Sultan’da, Telli Baba’da kurban keseriz, kuryecileri Almanya’ya gönderir, din kardeşlerimizi tokatlarız!
Ayıp mı?
Yoooo!
Nasıl olsa din kardeşiyiz...
Ortaköy’de derin bir soluk aldım...
Bugünlerde her sabah Ortaköy’e uğrayıp oradan gazeteye geliyorum.
Deniz havası iyi geliyor eğer lodos esmezse.
Önce dinci ve tarikatçı gazeteleri okuyorum, ardından bir iki AKP yalakası gazeteleri.
Hizbullah, İslami Hareket, Müslüman Kardeşler, Taliban ve El Kaide’yi “sözde terör örgütü” gibi görüp önemsemeyen ve “Müslümanlar adam öldürmez” diyenlerin şimdilerde, demokrasi ve özgürlük şarkıları söylemelerine illet oluyorum.
Nazlı mı Nazlı Hanım’ı ne zaman bir televizyon kanalında görsem hemen bir başka yere atlıyorum.
***
Nazlı mı Nazlı Hanım, öyle 70’li yıllara gitmeye hiç gerek yok. Susurluk Çetesi ortaya döküldüğünde Bahçelievler katliamı sanığı Haluk Kırcı’yı canlı yayın konuğu yapmıştı. Oysa o tarihte Kırcı polisçe aranıyordu.
Daha önce İstanbul’da yakalanmış, Emniyet Müdürlüğü’nde gözaltına alınmıştı. Gözaltındayken “aptes almak için” tuvalete gitmiş, oradan kuş olup kanatlarını çırpa çırpa uçmuştu.
Eski faşistler, din bezirgânları ve tarikat şeyhlerinin müritleri şimdilerde sapına kadar demokrat!
Tansu Çiller’in danışmanı Mümtazer, karısı AKP’den milletvekili olunca öyle demokrat, öyle özgürlükçü oldu ki sormayın... Soluğu Fethullahçı Zaman’da aldı. “Bu ülke için, bu devlet için kurşun atan da kurşun yiyen de bizim için saygıdeğerdir, şereflidir” sloganını nasıl düşünüp bulduğunu, Tansu Hanım’a hangi koşullarda söylettiğini unuttu.
Şimdilerde Nazlı mı Nazlı Hanım’la birlikte te-levizyonların vazgeçilmezleri!
Kadının kocası CIA’nın başdanışmanı...
Yasemin Hanım, tanıdınız sanırım!
Aman ne demokrat, ne özgürlükçü!
Adam İskenderpaşa Cemaati’nde, adam Almanya’daki Deniz Feneri yolsuzluğunda, para aklamasında ama hâlâ RTÜK koltuğunda “haydi çocuklar okula” kampanyasında konuşuyor.
Ortaköy’de dün sabah yaşanan süreci, ekonomik bunalımı, din tacirlerinin devleti nasıl kuşattıklarını düşündüm.
Bunları düşünürken Erol Özkan’ın Türkiye özlemini anlattığı yazısı geldi aklıma...
Kirpiklerinde kurumuş Akdeniz’in tuzu, damağında dalında unutulmuş ballı incirlerin tadı...
Münih’te ışık ülkesi Likya’nın masmavi atlasını, yaşamı, aşkı çok özlemiş Erol.
İstanbul’dan uçakla Münih’e giderken, şalvarlı, sarıklı, kara çarşaflı kadınları ve erkekleri görünce hiç şaşırmamış...
***
Yaşam bir ırmağa benzer...
Umutsuzluğun gün gün toplumu kuşatması, sessiz çığlıkların çoğalması nedir sizce?
Bir buçuk milyon kız çocuğu ne okuma biliyor ne yazma!
Okula gönderilmiyor onlar!
Hakkâri’den sonra en yoksul kentimiz Muş!
Orada yaşayan gençler yarınlardan umutsuz!
Kendi yazgımız içinde çağdaş dünyadan uzak, ırmağa benzeyen yaşamın içinde yitip gidiyoruz...
Düşüne düşüne Ortaköy’den Şişli’ye gidiyorum....
hikmet.cetinkaya@cumhuriyet.com.tr
Faks numaramız: 0212 343 72 69
KAPATMA DAVASI
Erdoğan’ın ‘gerekçe’ korkusu
© Ekonomide yaşanan kötü gidişi kapatma davası ile ilişkilendirmeye çalışan AKP lideri Erdoğan’ın, bu tavrıyla Anayasa Mahkemesi’nin hazırlayacağı gerekçeli karardaki ifadeleri yumuşatmayı amaçladığı belirtiliyor.
ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - Ekonomide yaşanan dalgalanmaya, partisi hakkında açılan kapatma davasını gerekçe gösteren Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, bu çıkışıyla gerekçeli kararı hazırlayan Anayasa Mahkemesi’ne mesaj verdiği belirtiliyor.
Erdoğan geçtiğimiz hafta Sıvas’ta yaptığı konuşmada, küresel krizle ilgili yorumlara tepki göstermişti. “ ‘Bir yangın var, bizi işte şöyle tesiri altına alabilir, etkisi altına alabilir’. Bunu sorumluluk mevkinde olanların söylemesinden daha büyük bir tehlike olamaz. Bu ister bir sivil toplum örgütü olsun, ister kamu bunu söyleyemez” diyen Erdoğan, Türkiye’de yaşanan sorunların kaynağının partisi hakkında kapatma davasının açıldığı 14 Mart ve sonrasında yaşanan gelişmeler olduğunu ileri sür-müştü. Erdoğan’ın, bu sözleriyle bu hafta sonuna kadar konuyla ilgili gerekçeli kararını hazırlaması beklenen Anayasa Mahkemesi’ne mesaj verdiği belirtiliyor. Erdoğan’ın çıkışıyla gerekçeli kararı “yumuşatmaya çalıştığı” ifade ediliyor.
Öte yandan Anayasa Mahkemesi heyeti AKP davasında, partiye verilen Hazine yardımı kesme cezasına ilişkin kararın taslağını bugün okumaya başlayacak. Gerekçeli kararın hafta sonu açıklanabileceği belirtildi.
Kamer Genç, AKP Genel Başkan Yardımcısı’na, ‘Başka hangi suçu işlemeniz gerekiyor’ diye sordu
Fırat’a ‘sözünü tut’ çağrısı
© Dengir Fırat’ın ortağı olduğu şirketin hayali ihracat yaptığının ve şirket aracında uyuşturucu taşındığının ispatlandığını hatırlatan Kamer Genç, ‘‘Eğer Fırat milletvekili olmasaydı, uyuşturucu yakalandığında firmanın sahipleri de içeri alınırdı. En azından 2 sene orada kalırdı” dedi. Genç, Fırat’a istifa sözünü tutma çağrısı yaptı.
ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - Tunceli Bağımsız Milletvekili Kamer Genç, AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Fırat’a “istifa” sözünü anımsatırken “Sizde istifa olması için hangi suçun işlenmesi lazım” diye sordu.
Genç, dün TBMM’de düzenlediği basın toplantısında Fırat’ın eski ortağı ve yöneticisi olduğu MENAS AŞ’nin hayali ihracat yaptığının Danıştay kararıyla sabit olduğunu söyledi. Fırat’ın, hayali ihracat ve eroin kaçakçılığı yaptığının tespit edilmesi halinde istifa edeceğini söylediğini vurgulayan Genç, “şirketin, hayali ihracat yaptığının saptandığını, MENAS’ın ürünlerini taşıyan TIR’da uyuşturucu bulunduğunu” kaydetti. Genç, “Fırat, milletvekili ve genel başkan yardımcılığı forsunu kullanarak mahkemeye gitmiyor. Eğer Fırat milletvekili olmasaydı, uyuşturucu yakalandığında firmanın sahipleri de içeri alınırdı. En azından 2 sene orada kalırdı” dedi. Genç, Fırat’ın istifa etmesi gerektiğini söylerken “Sizde istifa olması için hangi suçun işlenmesi lazım” diye sordu.
Genç, Deniz Feneri Derneği olayının da “uyutulmaya” çalışıldığını, bunu unutturmayacaklarını sözlerine ekledi.
Genç, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yanıtlaması istemiyle verdiği soru önergesinde de, MENAS AŞ’nin ihracat yaptığı yıllarda, hangi yılda, ne kadar KDV ve Destekleme Fiyat İstikrar Fonu iadesi aldığının açıklanmasını istedi. Genç, “MENAS’ın yaptığı ihracatların ne kadarının gerçek, ne kadarının hayali olduğu yolunda bir tespit var mıdır? Varsa miktarları nedir? Bu şirketin hangi yıllarda defter ve belgeleri incelenmiş ve hangi tür matrah farkları bulunmuştur? Bu konuda açılan davaların sonuçları ile ilgili yargı kararının ait olduğu yargı mercii ile kararın tarih ve numaraları nelerdir” sorularına yanıt istedi.
Bakanlar Kurulu’ndan Kuzey Irak yönetimine ‘söz değil eylem istiyoruz’ mesajı
‘Artık harekete geçin’
© Bakan Çiçek, terör saldırılarının büyük ölçüde Irak’ın kuzeyinden yapıldığını belirterek “En önce merkezi Irak hükümeti olmak üzere, yetkililerden taleplerimiz var. Daha yakın bir işbirliği yapılmasını arzu ediyoruz” diye konuştu.
ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - Hükümet, son dönemde artan terör olaylarına ilişkin Irak merkezi ve Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’ne “Artık söz değil, eylem istiyoruz” mesajı verdi.
Bakanlar Kurulu toplantısının ardından açıklama yapan Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, Irak merkezi ve Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’ne ilişkin “Beyandan çok eyleme dökülen tedbirleri Türkiye görmek istiyor” diye konuştu.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, hem terör hem de ekonomik kriz konusundaki endişeler konusunda iki önemli karar aldığını bildiren Çiçek, bu kararlar doğrultusunda Bakanlar Kurulu’nun iki haftada bir toplanacağını ve kabine toplantısının olmadığı haftalarda Erdoğan başkanlığında hem terör hem de ekonomi konusunda toplantıların yapılacağını bildirdi.
Çiçek, “Barzani ile yapılacak görüşmelerde ne mesaj verilecek” sorusunu şöyle yanıtladı: “Terör saldırıları büyük ölçüde Irak’ın kuzeyinden vuku bulduğu için en önce merkezi Irak hükümeti olmak üzere, yetkililerden taleplerimiz var. Daha yakın bir işbirliği yapılmasını arzu ediyoruz. Beklentilerimizi kamuoyu önünde açıkça ifade etmeye çalıştık. Ümit ederiz ki ortaya çıkan gelişmeler bu taleplerin ne derece haklı olduğunun anlaşılmasına yardımcı olur. Beyandan çok eyleme dönük tedbirleri görmek istiyoruz.”
Küresel ekonomik kriz konusunda Başbakan Erdoğan’ın iş çevrelerinden gelen uyarılara tepki göstermesine ilişkin bir soru üzerine Çiçek, şöyle konuştu: “Sayın Başbakan ve bizim belli kavramlara itirazımız, bu işi olduğundan daha fazlaca tetikleyici bir rol kimse üstlenmemelidir.” Çiçek ayrıca, işadamlarının endişelerini gidermek için de önümüzdeki günlerde Ekonomik ve Sosyal Konsey toplantısının yapılmasının planlandığını belirtti.
Çiçek, Metris Cezaevi’nde tutuklu bulunduğu sırada işkenceyle öldürüldüğü iddia edilen Engin Ceber konusundaki bir soruyu yanıtlarken, “Bu iddiaları araştırmak savcıların işidir” dedi.
SALI
ORHAN BURSALI
Kriz, Salt Ekonomik mi?
Nasıl bir kriz yazısı yazmalı? Modaya kapılıp, bir “Başyapıt” kitabıyla (Das Kapital) kapitalizmi eleştiren Marx’tan mı söz etmeli... Yoksa, düne kadar yeni liberal küresel ekonomiye alkış tutarken, şimdi kapitalizmin krizlerini keşfedip Marx’ı anımsayanlara mı sataşmalı... Veya, işte tam dalga geçilecek bir zaman ve ortam deyip, krizle kafa mı bulmalı?..
Yazılarını okurken epey utanıyorum, onlar adına tabii ki. Onlar kim peki?
Amerika’nın yediği her halta alkış tutanlar... Dünyaya dayattığı “yeni liberalizm”in dümen suyunda gidenler... Kârları “ençoklaştırma” anlayışını dokunulmaz inek ilan edenler...
Türkiye’nin, yeni liberalizme “tam uyumu” için çabalayanlar... “Devlet sütçülük mü yaparmış?” söz cambazlığı ile, ulusun-devletin ekonomiyi düzenleyici tüm temel direklerini ve yapılarını, özerk kılacak yerde çökertenler ve sonra da elden çıkartılmasını sağlayanlar... Serbest piyasa ekonomisinin bütün faziletlerine tapanlar...
Ekonominin “ekonomi” için değil, insan için olduğu gerçeğini ebedi ve ezeli unutanlar... İnsanca bir toplum ve düzene kin kusanlar... Sosyal devletin ve anlayışın, ülkeleri ve ekonomilerini yıkıma götürdüğünü hiç utanmadan yazıp çizenler... Ekonomi ile toplum ve insan (ve doğa) arasında dengeli ve sürdürülebilir bir ilişkiyi umursamayanlar...
Vahşi rekabete boyun eğenler ve üstelik bunun erdemlerinden bahsedenler... Neoliberalizmi ve vahşi rekabeti bir kader-kaçınılmazlık, tanrı emri olarak görenler...
Hepsi, kalemlerinden kan damlayarak büyük bir neoliberalizm terörü estirdiler ülkede...
Solcular, sosyal demokratlar, ana stratejik sektörlerin ulusun yönetiminde kalmasını isteyenleri, Türkiye’nin ulus ve ulusal politikalar olarak, tehditlere karşı güçlendirilmesini, fırsatlar için organize olmasını isteyenlerin hepsini, modası geçmiş kaçıklar, çağdışı kalmışlar, dünyayı anlayamayanlar olarak sınıflandırdılar...
Hele hele, küreselleşme ile ulus devletin bittiğini ilan ettiler..
Burada hepsini saygı ve sevgi ile selamlıyoruz...
***
Bugün ise hemen hepsi, kapitalizmin ve piyasanın öyle başıboş bırakılamayacağı düşüncesine demir attılar...
Şimdi moda: Kontrol...
Neyi? Kapitalizmi! Kimine göre ise de finansı!
Bazılarına göre, bu kapitalizmin krizi değil, finansın krizi, yani mali sermayenin... Bu ikisi ayrı şey(miş)... Reel üretim bunun dışındaymış... Esas olan finansın alıp başını gitmesini engellemek, yani denetlemekmiş...
Finans kapital (mali sermaye) ve reel üretim, “serbest pazar”... Birbiriyle iç içe geçmiş, birbirini tamamlamadan, desteklemeden var olamayacak, büyüyemeyecek, gelişemeyecek “sistemler”... Siyam ikizleri!
Mali sermayenin güçlü yapısı yeni bir şey sanki! Mali sermaye, sanayi devriminden önce bile oluşmuştu. (Floransa, Venedik...) Kapitalizm-emperyalizm aşamasında ise inanılmaz bir birikime-güce ulaştı. 1980 yeni liberalizm aşamasında ise ulaştığı güç ile kendisine çok geniş bir “özgürlük” alanı, özerk alanlar yarattı.
Bugün “Mali sermaye denetlenirse, kapitalizm krize girmez”miş gibi zırvalıkları savunanlar var!
***
Neyse konu içinde kalalım: Dünya kriz yaşarken, esas olarak başka bir kriz yaşanıyor: Düşünce krizi!
1980 sonrası kapitalist düşüncenin vardığı ve uygulamaya koyduğu, saldırgan, savaşçı yeni liberalizme bütün destekleri verenlerin düşünce krizidir bu.
Onlar insanlığa en büyük haksızlığı da yaptı: Solu sildiler, sosyal demokrasiyi bile yeni liberalizmin atları haline getirdi... Üçüncü yol vb. gibi zırvalıklarla, Blair gibi ucubeler ve savaşan bir dünya yarattı... Toplumsal dengelerin içine ettiler ve işçi sınıfının sendikal hareketini bile yok ettiler..
Sosyal toplum, sosyal devlet en büyük düşmanları oldu!
Bu yaşanılan aslında insan gerçeğini yok sayan düşüncelerin depremi, yıkımı, on para etmezliğin ilanıdır!
obursali@cumhuriyet.com.tr
Gül’ün istekleri mimarı yıldırdı
Köşk’teki restorasyon çalışmaları konusunda uzlaşamayan, telif haklarından vazgeçen mimar Mustafa Aytöre, ‘Cumhurbaşkanı’yla direkt görüşemedik, dışarıdan sürekli müdahaleler oldu’ dedi
FIRAT KOZOK
ANKARA - Cumhurbaşkanlığı, Çankaya Köşkü’nde yürütülen restorasyon çalışmaları konusunda hizmet binasını yapan mimarla ters düştü. Köşk yetkilileriyle yapılacak değişiklikler konusunda uzlaşamayan binanın ilk mimarı Mustafa Aytöre, Abdullah Gül’ün görev süresi boyunca telif haklarından vazgeçmek zorunda kaldı.
Cumhuriyet’in edindiği bilgilere göre, Cumhurbaşkanlığı yetkilileri Köşk yerleşkesinde bulunan hizmet binasında yapılacak tadilat çalışmaları için bir süre önce çalışma başlattı. Bu çerçevede bazı mimarlık bürolarıyla görüşmeler yürütüldü.
Görüşmelerden haberdar olan hizmet binasının mimarı Mustafa Aytöre Köşk’e başvurdu. Binanın telif haklarının kendilerine ait olduğunu, kendilerinden izinsiz, yapıda bir değişiklik yapılamayacağını anımsatan Aytöre’nin uyarısı üzerine Köşk, bir süre sonra bu kez çalışmanın birlikte yapılabileceğini kendisine bildirdi. Ancak yapılan ilk ihale, kısa bir süre sonra iptal edildi. Biraz daha zaman geçiren Köşk, Aytöre’ye bir kez daha ulaşarak ihaleyi yeniledi. Bu kez de mimarlık firmasıyla Gül’ün istekleri birbirine uymadı. Taraflar arasında elçi kabul salonu ve resepsiyon salonu başta olmak üzere çeşitli konularda anlaşmazlıklar ortaya çıktı.
Salonların alt kısımlarının lambiri, üstlerinin kâğıt olmasını isteyen Köşk yetkilileri bu isteklerini mimara kabul ettiremedi. Aytöre ayrıca ısrarlara karşın şeref holünde yer alan dokuma halıların kaldırılması ile Cumhurbaşkanı’nın çalışma odasının ahşap kapısının değiştirilmesinin uygun olmayacağını ifade etti. Bunun üzerine Aytöre mimarisini yaptığı hizmet binasındaki telif haklarından Abdullah Gül’ün görev süresi boyunca vazgeçti.
‘SAYIN CUMHURBAŞKANI BİZİMLE GÖRÜŞEBİLİRDİ’
9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in yapmak istediği değişiklikler konusunda kendilerini çağırarak isteklerini ilettiğini ve görüş aldığını anımsatan Aytöre, “Ama bu dönemde Sayın Cumhurbaşkanı ile maalesef görüşemedik. Bizi en çok üzen de bu oldu. Sayın Cumhurbaşkanı bizi karşısına alıp ben sizden böyle bir şey istiyorum diyebilirdi” dedi.
Cumhurbaşkanının çalışma odasının kapısının heykeltıraşların uzun süren çalışmalarıyla yapıldığına ve büyük değer taşıdığına işaret eden Aytöre, uyarılarına karşın bu kapının kaldırılarak depoya konulduğunu söyledi. Köşk’te dokunulmaması gereken önemli aksesuvarlar bulunduğunu vurgulayan Aytöre, “Örneğin avizelere dokunulmasını hiç istemiyoruz. Çünkü o bir kere yapılır ve yapıldığı yerde kalır” dedi.
Yapılan müzakereler sonucunda ortak noktada buluşamayacaklarını anladıklarını ifade eden Mustafa Aytöre, “Sonuçta biz, ihaleyi almış olmamıza rağmen yapılacak işlerle ilgili anlaşmayı sağlayamadık, dışarıdan müdahaleler oldu. Sayın Cumhurbaşkanı ile direkt görüşemedik. Bundan dolayı da işi bıraktık. Bu döneme özgü olmak üzere telif haklarımızdan vazgeçtik” görüşünü dile getirdi.
Böylece Cumhurbaşkanlığı, Gül’ün görev süresi boyunca hizmet binasının mimarı Aytöre’ye danışmadan istediği değişiklikleri yapabilecek.
DÜZ YAZI
ORHAN BİRGİT
Sol ve Yerel Seçimler...
Soldaki partilerin arasında yerel seçimlerde güç birliği olasılığı gerçekleşebilecek mi?
Soruyu, bu şekli ile mesela DSP Genel Sekreteri Masum Türker’e yöneltirseniz alacağınız yanıt daha çok politik olacaktır. Türker’e göre böyle bir durum ancak seçimlerin başlamasına beş kala belirginleşir.
Ama masaya oturmak için de, partilerin ellerinin güçlenmesi gerekmektedir. Bu nedenle bugünün gündeminin başında da o güçlenmenin hazırlığı geliyor.
Öyle anlaşılıyor ki, Şişli Belediye Başkanı Sarıgül’ün eski partisi DSP’ye dönmesinin gerçekleşmesi için taraflar arasında sürdürülen görüşmeler, bir tür sözü edilen partinin elinin güçlenmesini de sağlamayı amaçlıyor. Tıpkı aynı partinin Eskişehir Büyükşehir ve Ordu belediye başkanlarının, CHP’den gelen çağrılara, “Biz yerimizden memnunuz” yanıtını vermelerinde olduğu gibi.
Karayalçın’ın gösterdiği hedef
Ve yine tıpkı geçen hafta Ankara Büromuzun, SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın’ın, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı için Ankaralı sosyal demokrat seçmenin CHP’den gelmesini beklediği öneriye olumlu yanıt verebileceğini söylediğini duyuran ön haberi gibi.
Ve yine aynı haberde yer aldığı şekilde CHP Genel Başkanı Baykal’ın böyle bir olasılığı mutlulukla karşılayacağının dostlar arasında konuşulduğunun belirtilmesi gibi..
Karayalçın’ın, konuyu gündeme adamakıllı yerleştirmek amacıyla, partisinin pazar günü düzenlediği yerel seçimlere hazırlık toplantısında yaptığı konuşma çok önemlidir.
“Sevgili başkentimiz Ankara’yı bu yönetimden kurtarmak için nerede durmam gerekiyorsa orada duracağım, nerede olmam gerekiyorsa orada olacağım, nereye gitmem gerekiyorsa oraya gideceğim” sözlerini tüm sosyal demokratlar ya da demokratik solcular birkaç kez okumalıdırlar.
Okumalı, sonra da “başkent” sözcüğünü önce kendi yaşadıkları kent, daha sonra da ülke olarak değiştirerek Mart 2009 yerel seçimlerinde ulaşılması zorunlu hedef olarak bellemelidirler.
Türkiye’yi AKP’den kurtarmanın yolunu açmak
Böyle bir güç birliğinin, daha önce de yazdığım gibi, her kentteki güç oranına göre CHP-DSP-SHP ve ÖDP’liler arasında yapılabileceğine yakın zamana kadar en fazla karşı çıkan partinin CHP olduğu biliniyordu.
Ana muhalefet partisinden gelen haberler, o olasılığın giderek göz ardı edilmekte olduğunu gösteriyor. DSP’de de benzer bir gelişmenin olduğu parti meclisinin cuma günü yaptığı toplantıda ortaya çıktı. Bazı üyelerin son genel seçimlerde CHP ile yapılan güç birliğinden DSP’nin yararlanmadığı yolundaki eleştirileri yanıtlayan Zeki Sezer, yerel seçimlerin koşullarının daha başka olduğunu söyleyerek ülke yararına ne gerekiyorsa partinin ona göre davranması gerektiğini savundu.
Ekonomik kriz, terör karşısında iktidar partisinin izlediği virajlı strateji ve yerel yönetimlerde giderek artan yolsuzluk haberleri AKP’nin ivmesini azaltıyor. Kararsız seçmenlerin yüzdeleri, AKP’nin yıllardır elinde tuttuğu birinci parti olma skorunda gerileme olduğunu ortaya koyuyor.
Sol, akıllı bir güç birliği oluşturarak bu şansı iyi kullanmalı.
Türkiye’yi bu yönetimden kurtarmanın yolunu açmalıdır.
Faks: 0 216 302 82 08 obirgit@e-kolay.net
ENTERNET / MEHMET SUCU
F Klavye İçin Kampanya Açılmalı
Bu hafta da F klavye konusunda yazmayı sürdüreceğiz. Türkçe klavye yazısı anlaşılan o ki pek çok okurun kanayan yarasına parmak basmış. Bugüne kadar gelen en yoğun okur tepkisini bu yazıda aldım. Birkaç örneği paylaşmak istedim.
Selamlar Mehmet Bey, F klavye hakkında yazdıklarınızdan dolayı çok teşekkür ederim. Sizin başınıza gelen olayların aynısı benim de başıma geldi. İşin en üzücü yanı, ya kardeşim bu klavyeyi getirmeye mecbursunuz dediğimde yanımdaki arkadaşlarım tarafından bırak manyak mısın hem o klavye zor gibi bir sürü tepki almamdı.
Semih Emiroğlu
Sayın Mehmet Sucu, heyecanla yazınızı okudum, ağzınıza sağlık. 1966 Beyoğlu Ticaret Lisesi mezunuyum 42. yılımı çalışıyorum. Saygıdeğer İhsan Yener ve eşi Sevim Yener benim hocalarımdı. F klavyeyi okulda öğrendim ve şu an yine de ısrar ve inatla Türk örf âdetlerime ve ilkelerime tutkumdan şirkette bir tek ben kullanıyorum. Yani içim ne kadar dertli ki F klavyem nasıl işliyor, eski günlerimi, derecelerimi hatırladım. 1966 yılında Arçelik’e iş müracaatımla hemen aldılar çünkü beni daktilodan imtihan ettiler, takır takır yazmaya başlayınca maaşımda 200 lira artış olmuştu.
Esin Alp
Ağzınıza sağlık. Q klavyeyi bize ilk başlarda Türkçe klavye diye yutturdular. Bizler bekliyorduk ki, arkasından esas Türkçe klavye olan F klavye gelecek. Hepimiz Q klavye kullanmak zorunda kaldık maalesef. O kadar da zor ki aslında bu klavye. Lütfen bu konuyu bir kampanya haline getirelim. F klavyemize sahip çıkalım.
Tamer ÖZEN İzmir
Merhaba;
Öncelikle ilk bakışta basit gibi görünen, ancak çalışma hayatında çok önemli olan bir konuya değindiğinizden dolayı teşekkür ederim. Ben de çok uzun yıllardır “F” klavye kullanmaktayım. Ticaret lisesi kökenliyim. 70’li yılların başında okuduğum okulda on parmak “F” klavye daktilo dersi zorunlu dersler içinde yer alıyordu. O yıllarda on parmak daktilo bilmek bir ayrıcalıktı ve iş kapılarını açan yegâne bir beceriydi. Okul yıllarında “F” klavyenin Türkçede en çok kullanılan harflerin en kuvvetli parmaklarımıza gelecek şekilde dizayn edildiği, kullanıcının çok uzun süreli daktilo kullanımında bile yorulmadan çalışabileceğini öğrettiler. Gerçekten de çalışma hayatımda bunun faydasını fazlasıyla gördüm. Şimdi çağımızın yeniliklerinden bilgisayar kullanıyoruz, Yazınızda dile getirdiğiniz gibi “F” klavye’yi çok zor bulmaktayız.
Mahmut Apaydın.
Ahhh Mehmet Bey kardeşim, bugüne kadar hiç kimsenin dikkatini mi çekmediği, yoksa üşendiği mi, yoksa sözümona teknolojiye uymak uğruna kendini zorunlu hissettiğinden mi, bilinmez, (F) klavye sorunu bu kadar güzel dile getirilmemişti. Ben de 23 yıl görev yapmamın ardından, emekli basın mensubu olarak konuyla ilgili çok şeyler eklemek isterdim, ama inanın ekleyecek tek ayrıntı bile bırakmamışsınız; söylenecek tek söz. İyi çalışmalar, sağlıklı günler dilerim.
Turgut Çelik
Emekli Öğretmen.
F klavye Türkçe klavye olduğu için değil bilimsel bir klayve olduğu icin desteklenmelidir.
Şu an dünyanın en iyi klavyesidir. F klayve yalnızca Türkçede değil, İngilizcede de Q klavyeye göre çok başarılı.
Ahmet Nar
Bu arada 2003 yılında yayımlanmış bir genelgeyi anımsamakta yarar var. Milli Eğitim Bakanı Doç. Dr. Hüseyin ÇELİK imzasıyla 31.03.2003 tarihinde yayımlanan genelge bakın F klavyeyi nasıl tanımlıyor: “Yaklaşık 30 bin kelime ve 185 bin harfin incelenmesiyle oluşturulan standart Türk klavyesinde;
1. Türkçe kelimelerdeki bir sesli bir sessiz harf bağlantısı göz önünde tutularak, her iki elin parmaklarının birbiri ardına sırasıyla kullanılmasına imkân vermek için bütün sesliler sol elde toplanmıştır. Kullanım ve geçiş oranı yüksek olan k-m-l-t gibi sessiz harfler sağ elle yazılacak şekilde düzenlenmiştir.
2. Parmaklara düşen yük oranları, parmakların fiziki gücüne, hareket yeteneğine uygun olarak saptanmıştır.
3. Esas yük (yüzde 64) klavyenin orta sırasına verilmiştir.
4. Her iki ele de eşit denebilecek (sol ele yüzde 49, sağ ele yüzde 51) yük verilmiştir.
5. Rakamlar küçük harf tuşunda daha kolay yazılacak şekilde düzenlenmiştir. (…)”
47 yıl öncesinde yaşanan klavye karışıklığı günümüzde tekrar gündeme gelmiştir. Nitekim son günlerde çeşitli basın ve yayın organlarında “F ve Q klavye” konulu yayınlar yapılmaktadır. Bu yayınların büyük bir çoğunluğunda F klavyenin Q klavyeye göre daha hızlı kullanıldığı, kullanıcılara zaman tasarrufu sağladığı, Türkçe dışındaki dillerde de bu kolaylığın aynen geçerli olduğu ifade edilmektedir. Bu konuda verilen bir örnekte, yabancı dille F klavye ile yapılan yazışmalarda Q klavyeye göre iki kat daha hızlı yazılabildiği belirtilmektedir.
Bu ifadelerden sonra genelgede mevcut Q klavyelerden vazgeçilmesi gerektiği ve F klavye kullanımının zorunluluğuna değiniliyor.
Anlaşılan o ki, genelge rafta kalmış.
mehmet@cumhuriyet.com.tr
Avukatlar, geçen hafta sonu yurt genelinde birçok kentte yapılan baro seçimlerini değerlendirdi
‘Ortak noktada buluşmalıyız’
© Hukukun Üstünlüğü Platformu’ndan avukat Çarsancaklı, birlikteliğin ancak ideolojilerden arındırılmış baroyla mümkün olabileceğini söyledi.
Haber Merkezi - Baro seçimleri geçen hafta sonu yurt genelinde birçok kentte yapıldı. Seçimleri değerlendiren avukatlar ideolojiden arınıp siyasete bulaşmamış, avukatlığı ve hukuku önceleyen baro temennilerini dile getirdiler.
Sultanahmet’teki İstanbul Adliyesi önünde platform üyelerinin de katılımıyla dün basın açıklaması yapan Hukukun Üstünlüğü Platformu’ndan avukat Şadi Çarsancaklı, avukatlık mesleği onurunu, insan onurundan öncelikli tutmayan hiçbir tutum ve davranışın insanlık açısından doğru bir şekilde tanımlanamayacağını, önemli olanın insan onurunu yüceltmek olduğunu vurguladı. Tüm avukatların ortak bir paydada buluşması gerektiğine dikkat çeken Çarsancaklı, sözlerini şöyle sürdürdü:“Tüm avukat arkadaşlara ‘ortak paydamız nedir’ diye soruyoruz. Dikkat buyururlarsa biz ortak paydamızı odağa alıyoruz ve tüm avukat arkadaşların ortak paydasında birlikteliği önceliyoruz. Çünkü İstanbul Barosu’nun tüm avukatları bizim insanlarımızdır ve biz ortaklaşa bir hayatı paylaşacağız. İnsan onuru bağlamında bir hayatı paylaşacağız.”
Malatya Barosu Başkanlığı görevini üç dönemdir yapan Mehmet Görgeç, bu yılki seçimlerde aday olmadı. Eyüp Kutlubay ile Selahattin Sarıoğlu’nun katıldığı seçimlerde 272 oy kullanıldı. 138 oy alan Sarıoğlu başkanlığa seçildi.
Bursa Barosu Başkanlığı’na da önceki dönemin başkan yardımcısı Zeki Kahraman seçildi. Kahraman 492 oy alırken, AKP’li Belediye Başkanı Hikmet Şahin’in danışmanlarından “Milli Görüşçü” olarak bilinen Zekeriya Birkan 461, Ekrem Demiröz 320, Hasan Sakarya 83 oy aldı.
Gaziantep Barosu Başkanlığı için 5 aday yarıştı. 4 yıldır baro başkanı olan Aziz Canatar’ın yeniden adaylığını koyması bazı grupların tepkisini çekti. Oy kullanma hakkı olan toplam 794 avukattan 652’si seçime katılarak oy kullandı, 18 oy boş çıktı. Aziz Canatar 275 oy alarak yeniden başkan seçilirken, en yakın rakibi Mehmet Yıldırım’ın oyu 167’de kaldı. Diğer adaylar, Yılmaz Demirdelen 97, Selma Akyazıcı 49, Mesut Karavelioğlu ise 46 oy alabildi.
Adana Barosu’nun 25. Olağan Genel Kurulu seçimlerini Demokrat Avukatlar Grubu adayı Aziz Erbek kazandı. Adana Barosu’nun önceki gün yapılan genel kurulunda baro üyesi avukatlar, Meslekte Hizmet Grubu’nun adayı eski Baro Başkanı İbrahim Gazioğlu ile “Yeni bir başlangıç için” sloganıyla yola çıkan Demokrat Avukatlar Grubu adayı Aziz Erbek’in listelerini oyladı. 1252 geçerli oyun kullanıldığı seçim sonucu sandıktan eski başkan Gazioğlu’na 622 , Erbek’e 630 oy çıktı. Gazioğlu’nun itirazı üzerine yeniden yapılan sayım, sonucu değiştirmedi.
Erbek’in listesindeki isimlerin ağırlıklı olduğu yönetim kurulu Ziya Yalaz, M. Hakan Önenli, Kezbannur Özşahin, Mehmet Takak, Veli Küçük, Fevzi Çakıt, Cem Kösemen, Duran Zararsız, Abbas Bilgili, Hüseyin Saygılı ve Osman Olcal’dan oluştu.
MUSTAFA ÖZBEK
‘İftirayı yalanla süslüyorlar’
© Türk Metal Sendikası Genel Başkanı Özbek, yandaş medyanın, Türk Metal ve kendisi hakkında karalama kampanyası başlattığını belirtti.
ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - Türk Metal Sendikası (Türk Metal) Genel Başkanı Mustafa Özbek, görevinden alınan Türk Metal Manisa Şubesi Başkanı Mehmet Ali Özaltın’ın “mesnetsiz ve iftiralarla dolu açıklamalarının” hükümet yandaşı medya tarafından “yalanlarla süslenerek” haber yapıldığını söyledi.
Türk Metal Genel Başkanı Mustafa Özbek, dün sendika genel merkezinde düzenlediği basın toplantısında, görevinden alınan Türk Metal Manisa Şubesi Başkanı Özaltın’ın yaptığı açıklamalar ve hakkındaki iddialara yanıt verdi.
Son günlerde yandaş medyanın, gerek Türk Metal, gerek kendisi hakkında bir karalama kampanyası başlattığını ve kimsenin asılsız haberlerle Türk Metal’i rencide etmeye hakkı olmadığını kaydeden Özbek, şunları söyledi:
“Bugüne kadar Türk Metal’in ekmeğini yiyen bir kişinin iddialardan öte gitmeyen asılsız, mesnetsiz ve yalanlarla dolu açıklamalarını ve iftiralarını haber olarak vermek hangi habercilik anlayışında vardır? Sendikamızın, 26 üyenin istifasıyla münfesih hale gelen şubemizi yeniden yapılandırma girişimleri devam etmektedir. Böyle bir süreçte, asılsız iddialara, iftiralara içinde sırf genel başkanın adı geçtiği için haber diye sarılmak, üstelik bu iddiaları yalanlarla süslemek hangi medya vicdanında vardır? Manisa Şubemiz münfesih hale gelmiştir. Münfesih bir yönetime rağmen suiistimalleri, dolandırıcılıkları ve ahlaksızlığı denetim kurulu raporlarıyla sabit olmuş biri, şube başkanlığı koltuğuna oturmak istemektedir.”
Türk Metal’in Kıbrıs’taki oteline ilişkin haberler yapıldığını anımsatan Özbek, Kıbrıs’a bugüne kadar 22 bin işçinin gittiğini ve bu rakamın eşlerle birlikte 44 bin olduğunu söyledi.

Mustafa Özbek
Suna Kili’nin ‘Atatürk Devrimi: Bir Çağdaşlaşma Modeli’ kitabının 11. baskısı çıktı
Atatürkçü düşünceye odaklanmak
© Suna Kili: Çağdaşlaşmayı gerçekleştirmek için oluşturulan ulusal ‘model’ tek başına yeterli değildir. Bu modeli benimseyecek, destekleyecek ve uygulayacak bir ‘siyasal kadroya’ gereksinim vardır.
Haber Merkezi - Atatürk konusundaki yapıtlar Atatürk ilkeleri ve Atatürkçü düşünce sistemi üzerinde odaklanmış ve Atatürk’ün oluşturup uyguladığı çağdaşlaşma-kalkınma modeli üzerinde yeterince durulmamıştır. T. İş Bankası Kültür Yayınları’nca “yenilenmiş” 11. baskısı yeni çıkan Atatürk Devrimi: Bir Çağdaşlaşma Modeli kitabı bu alanda tek çalışma olma özelliğini sürdürmektedir. Kitabın yazarı Prof. Dr. Suna Kili, kitabın ana teması olan “Atatürk Devrim Modeli”nin özelliklerini, yeni çalışmalar ve yeni veriler açılarından, kapitalist ve Marksist modellerin nitelikleri ile karşılaştırmaktadır. Ayrıca, Prof. Kili, Türkiye’deki iç gelişmeleri, AB-Türkiye ilişkilerini, Kıbrıs sorununu, küreselleşme olgusunu, muhafazakârlık ve ilericilik çelişkilerini, kimlik sorunsalı gibi konuları Atatürk Devrim Modeli açısından irdelemekte ve değerlendirmektedir.
Gelişmiş Batı ülkelerinde özellikle şimdilerde yaşanan büyük ve derin ekonomik kriz, ‘ulusal ekonomi’ anlayışının önemini bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Kitabın çeşitli yerlerinde, özellikle 203-212 sayfalarında ‘devletçilik’ konusunda verilen bilgiler önemlidir. Bu sayfalarda sunulan istatistikler açısından 1929-1939 arasında sanayide üretim artış hızında yüzde 96’yı yakalayan Türkiye’nin bu alanda dünyanın 3. ülkesi konumuna geldiği vurgulanmaktadır.
Çeşitli gelişmelere karşın, Prof. Dr. Suna Kili, kitabında şu gerçeğin değişmediğini şöyle vurgulamaktadır: Bir ülkenin esenliğe kavuşması, çağdaşlaşması ve kalkınması başlıca iki temel öğeye dayanır: 1- Çağdaşlaşmak ve kalkınmak için seçilen ‘Model’ ve 2- Siyasal yönetimin nitelikleri. Çağdaşlaşmayı-kalkınmayı hedef alan Atatürk Devrim Modeli özde bir ulusun tarihsel, kültürel ve toplumsal birikimleri; kısacası, bir ülkenin kendine özgü birikimleri doğrultusunda oluşturulan, o ülkenin ve o ülke insanının çabasına, özverisine dayanan bir modeldir.
Mesud Barzani ile ilk temas
Türkiye’nin Irak Özel Temsilcisi Özçelik başkanlığındaki heyet, bugün Bağdat’ta bölgesel Kürt yönetimi lideriyle görüşerek Ankara’nın beklentilerini iletecek
BAHADIR SELİM DİLEK
ANKARA - Ankara, ABD’nin Irak’ı işgali sonrasında bölgesel Kürt yönetimi lideri Mesud Barzani ile ilk kez resmi temas kuruyor. Türkiye’nin Irak Özel Temsilcisi Murat Özçelik başkanlığında heyet, Barzani başkanlığındaki bölgesel Kürt yönetimi heyeti ile görüşmek üzere bugün Bağdat’a gidecek.
Aktütün’e yapılan saldırı sonrasında Dışişleri Bakanlığı’nda yapılan değerlendirmelerde Türkiye’nin doğrudan Mesud Barzani ile görüşmesinin daha yararlı sonuç getireceği görüşü ön plana çıktı. Bu çerçevede de Irak’a heyet gönderilmesi karara bağlandı. Ancak görüşmenin Erbil’de değil Bağdat’ta yapılması öngörüldü. Türkiye’nin bu yöndeki kararını bölgesel Kürt yönetimine iletmesinden sonra Mesud Barzani geçen pazar akşamı Erbil’den Bağdat’a gitti. Ziyaretin amacı ise bölgesel Kürt yönetimi ile Bağdat hükümeti arasındaki sorunların görüşülmesi olarak açıklandı. Türk heyeti ile yapılacak görüşme gizli tutuldu. Görüşme öncesi Mesud Barzani, Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani ile de bir araya gelerek durum değerlendirmesi yaptı. Talabani de dün Mesud Barzani’yi Bağdat’taki ikametgâhında ziyaret ederek Türk heyeti ile yapılacak temas öncesi ikinci kez görüştü.
Türk heyeti Mesud Barzani’ye, Ankara’nın PKK’yle mücadeleye ilişkin beklentilerini iletecek. Bu beklentiler arasında, “Ortak operasyon” seçeneği de bulunuyor. Türk heyetinin öncelikli olarak terör örgütüne karşı birlikte çalışma önerisini getireceği belirtildi. Görüşmede, Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin gündeme getirdiği ve içinde bölgesel Kürt yönetimi temsilcilerinin de yer alacağı üçlü toplantı önerisinin de ele alınması güçlü bir olasılık olarak ortaya çıkarken, Mesud Barzani ya da Neçirvan Barzani’nin gelecek dönemde Türkiye’ye davet edilip edilmeyeceği ya da bu davetin hangi çerçevede yapılacağı konusu da Türk heyetin Bağdat’taki temasları sonrasında netleştirilecek.
Gül’e davet yok
Öte yandan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Erbil havalanının açılışı için K. Irak’a davet edildiği yönündeki haberlerin doğru olmadığı belirtildi. Gül’ün Irak’a gerçekleştirmesi planlanan ziyaretin tarihinin belirlenmediği, program içeiğiyle ilgili değerlendirme aşamasına gelinmediği bildirildi. Talabani, Gül’ü iki kez ülkesine davet etmiş, Gül de Bağdat ziyaretini kabul etmişti.
IŞIL ÖZGENTÜRK
Neyse Halim Çıksın Falım
O zamanlar sekiz ya da dokuz yaşında olmalıyım. Antep’in sıcağında kuytu avlulara çekilmiş oyun oynarken, tam da öğleden sonra üçte, beklediğimiz ses sokağı çınlatırdı. Dondurmacı Halil Amca’nın sesiydi bu. Şöyle derdi: “Dondurmam kaymak yemeyen ahmak!” Hurra.. cebimizde itinayla sakladığımız bozukluklar, sokağa fırlardık, “Halil Amca bana iki tane!” “Halil amca benimki, biraz daha büyük olsun.” Halil Amca’nın dondurması bir başkaydı. Çünkü o, dondurmanın içine damla sakızı koyardı, her şeyi bir kat daha güzelleştiren bu olurdu.
Çocukluğumdaki bu tadı hiç unutmam; sonraları birkaç yerde sakızlı dondurmaya rastladım ama.. artık tükendi. Sakızlı dondurma bitti.
Meğerse sakızlı dondurmanın bitmesinin bir nedeni varmış, bunu hafta sonu Alaçatı’da Sakızlı Restoran’da, sakızlı muhallebi yerken, sakızlı limonata içerken öğrendim. Hemen söylemeliyim, ben bir limonata delisiyim; böylesini hiç içmemiştim. Nefisti...
Neyse, yemek faslını geçip sakızın öyküsüne gelelim. Efendim bizim damla sakızı olarak bildiğimiz sakız kocaman bir ağacın reçinesi. Ve Ege’nin bir mucizesi. Dünyada sadece Ege’nin Çeşme bölgesinde ve Yunanistan’da yetişiyor. Yunanlıların koskocaman bir Sakız Adası bile var. Ayrıca Yunanistan’ın önemli ihraç kalemlerinden biri sakız. Çünkü sakız sadece gıdada değil, kozmetik ve ilaç yapımında da kullanılıyor.
Peki bizde durum nasıl? Pek iç açıcı değil. Mübadele nedeniyle Rumlar gidince sakız ağaçları da bakımsız kalmış. Bir de keçiler. Keçiler sakız ağaçlarının en üst yapraklarını yemeye çok meraklılar.. bence ağızlarının tadını biliyorlar; ama üst sürgünler gidince sakız ağacı boy atamıyor, enine genişleyip bir çalılığa dönüşüyor. Oysa onun, reçinesi için koskocaman bir gövdeye sahip kocaman bir ağaç olması gerekiyor. Bu sorun epeydir Tema Vakfı’nın gündemindeymiş; çünkü yapılan çalışmalar sonunda Çeşme bölgesinde 17 bin 867 hasta sakız ağacının varlığı tespit edilmiş ve bunları iyileştirmek mümkünmüş. Ama bu hem çok pahalı, hem de çok emek isteyen bir işmiş. Tema’nın çağrısına Falım sakızını da bünyesinde barındıran çok eski bir İngiliz şirketi olan Cadbury’nin Türkiye temsilciliği yanıt vermiş. Sonra işin içine İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü girmiş. Enstitü, kendi çalışma alanı içinde bulunan sakız ağaçlarıyla kaplı bölgeyi tümüyle bu yeni projeye açmış ve bir uzman kadrosu işe koyulmuş.
İşte bu üç yıl sürecek pilot proje, 11 Ekim Cumartesi günü başlangıç yaptı, bendeniz de oradaydım ve dev bir çalılık haline gelmiş bir sakız ağacını budayıp tek bir sürgün haline getirmek için çalışanlar arasındaydım. Evet, damağımda çocukluğumun sakızlı dondurma tadı, bir sakız ağacını budadım.
Doğrusu bu bana çok iyi geldi. Neden vakti zamanında ziraat mühendisi olmadım ki... Tıpkı doktorluk gibi bu iş de çok somut bir iş. Ağaçları tedavi ediyorsun, yenilerini dikiyorsun, bir çocuk gibi onlara bakıyorsun ve sonunda büyüyüp boy attıklarını görüyorsun. Neyse.. artık bizden geçti ama, genç arkadaşlarıma şiddetle öneririm. En güzel şey doğayı tedavi etmek, bundan güzeli yok.
Proje sadece hasta sakızları tedavi etmeyecek; 5 bin 956 adet aşılı yeni fidan dikilecek ve üç yıl boyunca yerel halk bu konuda bilgilendirilecek.. böylece artık unutulmaya yüz tutan bir kültüre Ege yeniden sahip olacak.
Zaten bu konuda usuldan bir uyanma başlamış, sakızlı muhallebi, sakızlı limonata derken, sakızlı kahve bile yapılmış ve tadı nefis...
İstanbul’a dönüp bizim mahalle kahvesinde Alaçatı’dan getirdiğim sakızlı kahveleri yudumlarken ben sakız ağaçlarını ve sakızlı limonatayı öyle bir anlatmışım ki, şakacı arkadaşlarımdan biri “Işıl sen artık yemek yazıları yazsan daha iyi olur” diye takıldı. Yazsam mı acaba? Bu konuda karar vermek için en iyisi bir Falım sakızı açıp falıma bakmalıyım: “Âşık kimdir sen ona sor/Senin sevdanı taşıyor/Pek duygusal pek sevecen/Evinde yalnız yaşıyor.” Vay canına.. kararsız kaldım.
isilozgenturk6gmail.com
Reel sektörden sonra mali piyasalar da AKP iktidarını önlem almamakla eleştirdi:
‘Hamdolsun’la kriz yönetiliyor’
© West LB Bankası Hazine Müdürü Burak Üstay, “Bütün dünya mali politikalarını gevşetiyor. Ama hükümetten bugüne kadar ‘Hamdolsun, inşallah, maşallah’tan başka bir şey çıkmadı” diye konuştu.
MURAT KIŞLALI
ANKARA - Alman West LB Bankası’nın Türkiye Hazine Müdürü Burak Üstay, hükümetin krize yönelik hiçbir önlem almadığını belirterek “Hamdolsun, inşallah, evelallahla yetiniyorlar. Bekleyelim, görelim politikası uyguluyorlar” dedi.
IMF ile anlaşma yapılması zorunluluğuna dikkat çeken Üstay, “Krizde esas risk, cari açıktan çok Türk özel sektörünün döviz borcunda. Sektörel önlem paketleri açıklanmalı” diye konuştu.
West LB Hazine Müdürü Üstay, Türkiye’de piyasaların küresel krizle şu ana kadar kendi dinamikleriyle baş ettiğini söyleyerek “Ama önümüzdeki birkaç ay içinde döviz likiditesinde biraz azalma bekliyorum. Çünkü dönüşü gelen sendikasyon kredilerinin tekrar çevrilmesinde problem çıkabilir. Döviz faizleri çıkar, kur yukarı gidebilir” diye konuştu.
MED CEZİR
MEHMET FARAÇ
Teröre Dinsel Çözüm!..
Nakşiliğin, Nurculuğun günlük yaşama egemen olduğu bir coğrafyaya dinsel öneriler sunmak ne kadar gerçekçi? Milli Gazete yerel seçimler öncesi bayatlamış bir yöntemi Güneydoğu sorununun çözümü konusunda öne çıkarmaya çalışıyor! Onlar belli ki, Yeni Şafak’ta, “Etnik duyarlığın ve kimliğin İslamî kimliği bastırdığı bir yerde, hiçbir çözüm önerisi işe yaramaz” diye ahkâm kesen Yusuf Kaplan gibilerden etkileniyor! Milli Gazete dün de Güneydoğu’daki terörün nedenlerini sorgulayan haberine, “Barış için tek formül İslam” başlığını atmıştı! Haber bazı ilahiyatçıların görüşleriyle de desteklenmişti. Örneğin AÜ İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu, “Sosyologların ve din adamlarının Güneydoğu’da adeta cirit atması lazım” demişti. İlahiyatçı Doç. Dr. Nedim Urhan, “İslama sarıldıkça bölünmeyiz” diye konuşmuştu.
‘Milli’cilerin yanılgısı attıkları başlıktan başlıyordu! Onlar da tıpkı ilahiyatçı hocalar gibi sanki Güneydoğu’dan değil, gayrimüslimlerin yaşadığı bir coğrafyadan söz ediyorlardı! Oysa Güneydoğu’da İslamın etkinliğiyle ilgili zerre kadar bir sorun yoktu! Orası ülkenin tüm coğrafyaları içinde muhafazakârlıktan dindarlığa, tarikatçılıktan cemaatçiliğe, ılımlı İslamcılıktan radikal dinciliğe kadar inançlarını farklı yaşayan ya da yaymaya çalışan kesimlerin en yaygın olduğu bölgeydi. Üstelik 12 Eylül’den itibaren panzehir olarak uygulanmaya çalışılan milliyetçi-muhafazakâr anlayışın türettiği şiddet bile teröre karşı başarılı olamamıştı! Yani ‘Milli’ciler Batman’da doğan İslami Hareket’i, Diyarbakır’da palazlanan Hizbullah gerçeğini unutmuşlardı!
Güneydoğu gibi melleler, şıhlar ve tarikatların en etkin olduğu bir coğrafyadaki etnik teröre dini çözüm önerenler, bölge gerçeklerinden ne kadar uzak olduklarını da açığa vuruyorlar!
Adem!..
Dünkü bütün gazetelerde Başbakan Erdoğan’ın tuhaf sözleri vardı. Sıvas’ta, TOKİ’nin anahtar teslim töreninde konuşan Erdoğan, CHP lideri Deniz Baykal’a seçim kampanyalarına kadar yanıt vermeyeceğini belirterek, “Onu ademe (yokluğa, hiçliğe) mahkûm ettik” demiş! Yani AKP lideri Baykal’ı yok sayarak yoluna devam edecekmiş! Sakın ola kimse başbakanın bu tavrını “Sükut ikrardan gelir” diye yorumlamasın!.. Çünkü Erdoğan çok haklı!.. AKP lideri, Baykal’ın dokunulmazlıkları kaldıralım çağrısına 5 yıldır yanıt veremiyor. Çünkü hakkındaki, “Görevi ihmal, zimmet, kamu taşıma biletlerinde kalpazanlık, resmi evrakta sahtecilik ile cürüm işlemek için teşekkül oluşturmak” iddialarını içeren 4 dosyayı nasıl savunacağını bilemiyor!
Erdoğan, CHP liderinin televizyonlarda yolsuzlukları konuşalım çağrısından da ısrarla kaçınıyor. Çünkü ülkeyi içine sürüklediği sosyo-ekonomik bunalım ve yolsuzluklar konusunda Baykal’ın kendisini nasıl köşeye sıkıştıracağını kestirebiliyor! Yardımcısı Şaban Dişli’nin rüşvet nedeniyle istifa etmesi, diğer yardımcısı Dengir Fırat’ın eroin ve hayali ihracat tartışmalarının içinde istifaya sürüklenmesi de başbakanı zorluyor! Erdoğan aslında Baykal’ı değil kendi kendini ademe mahkûm ettiğini çok iyi biliyor. Çünkü her ademoğlu gibi o da yumuşak karnından mustarip olanın ve yanlış yapanın konuştukça batacağını tahmin edebiliyor!
‘F 35 JSF!..’
Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratmak hastalığı son günlerde iyice yayıldı! İkinci Cumhuriyetçi ve gerici medya, yobazlar karşısında kale gibi duran orduyu pasifize ederek Cumhuriyet’in rövanşını almak istiyor! Aktütün saldırısı ve Hava Kuvvetleri Komutanı’nın golf meselesi de bu misyon uğruna bahane ediliyor. Fatih Altaylı ise şer cephesinin azdığı bu dönemde iki cemaat gazetesinin tavrındaki tuhaflığı fark etmiş! İşte Altaylı’nın habertürk.com’da dün yayımlanan “Golfçü komutana F tipi destek” başlıklı yazısında dikkat çeken satırlar:
“Hava Kuvvetleri Komutanı’na karşı ciddi bir tepki var. Türkiye’nin ilginçliği işte tam bu noktada başlıyor. Babaoğlu’na sürpriz bir destek geliyor. Savunma makamında Zaman ve Bugün gazeteleri oturuyor. İki Fethullahçı gazete, sanki bir yerden düğmeye basılmış gibi Hava Kuvvetleri Komutanı’nı koruma kalkanı altına alıyorlar. Oysa bu iki gazetenin komutanlara karşı aldıkları tavır ortada. Belki de ilk kez bir komutana sahip çıkıyorlar. Doğrusu bu durumu ben çok ilginç buluyorum. Ve her nedense cemaatin aldığı bu pozisyonu Hava Kuvvetleri’nin golf sahaları dışındaki ikinci büyük projesine, F 35 JSF’e bağlıyorum.”
Altaylı’nın sözünü ettiği “F 35 JSF”, “F tipi” gibi yeni bir cemaat tanımlaması değil! Altaylı, Türkiye ile ABD arasında yazılım kodları nedeniyle sorun yaratan F-35 JSF’den (Joint Strike Fighter / Müşterek Saldırı Uçağı) söz ediyordu. Fethullah.. ABD.. uçak.. yazılım.. vs... Altaylı acaba neyi biliyor?
“Tuhaftır; Türk basını birilerini sorgularken bile kendi hakkında kuşkuya yol açıyor. Mesela ‘golfçü paşa’ diye isimlendirdikleri Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aydoğan Babaoğlu’nun istifasını isteyen manşetler atıldı. Sanırım bu kadar cesur yayınlar ilk defa yapılıyor. Ancak sınır karakoluna yapılan bu feci saldırıda beş saat çatışma yaşanıyorsa sanırım istifası ilk istenecek, Hava Kuvvetleri Komutanı olmamalı.”
Ekrem Dumanlı, Zaman
“Önümüzdeki yerel seçimde de Kürt kökenli vatandaşların çoğunluk olduğu birçok şehirde belediyelerin AKP’ye geçmesi büyük ihtimaldir. Bu bölgedeki vatandaşların ‘dini temalı’ siyasetlere açık oldukları da biliniyor. Dolayısıyla AKP’nin dinsel temalara ağırlık vererek, ‘din kardeşliği’ vurgusu ve hizmet vaatleriyle bölgede yerel yönetimleri alması zor olmayacaktır.”
Okay Gönensin, Vatan
‘Ölümsüzler Taburu!..’
İstanbul’un Şişli ilçesinde cumartesi günü içinde 9 kilogram kadar patlayıcı bulunan bir çantayla birlikte ele geçirilen kadın medyada “canlı bomba” olarak niteleniyor. Oysa PKK’nin son yıllarda geliştirdiği bir stratejisi bu tanımlamayı doğrulamıyor. Örgüt bombalı eylemlerde artık üç aşamalı bir plan uyguluyor. Canlı bomba olarak kullanılan militan, mühimmat ve patlayıcı düzeneği, farklı zamanlarda farklı kuryeler kullanarak eylem bölgesine sevk ediliyor. Bu üç unsur eylem planı hazırlandıktan sonra entegre edilerek hedefe yönlendiriliyor. Bu yüzden Şişli’de yakalanan kadın, örgütün patlayıcı sevkıyatında kullandığı bir lojistik elemanı olmaktan ileri gitmiyor. Bu kurye terör örgütünün, “Sorun dağda değil Diyarbakır’da” mesajı için eylemleri kentlerde yoğunlaştıracağı sinyalini bir kez daha veriyor! PKK yöneticilerinden Murat Karayılan’ın önceki gün yaptığı “Bizim Ölümsüzler Taburumuz var. Onlar henüz harekete geçirilmemişlerdir” şeklindeki tehdidi de sinyali güçlendiriyor!..
Taş, Dolar, Aşiret!..
Televizyon kanalları hafta sonu Adana ve Mersin’den iki çarpıcı haberin görüntülerini verdiler. Başta Vatan olmak üzere dünkü bazı gazeteler de iki haberi alt alta koymuşlardı. Adana’nın 19 Mayıs Mahallesi’ndeki varoşlarda yaşayan Urfalı Kurmani ve Yüksel aşiretlerine bağlı bin kadar kişi, iki çocuğun pide alma sırası yüzünden çatışmaya girmiş, 30 kişi taş, sopa ve bıçak darbeleriyle yaralanmıştı. Bu haberin üzerinde ise Adana’ya 30 dakika uzaklıktaki Mersin’deki lüks bir otelde yapılan düğünün haberi vardı. Urfalı İzol aşiretine bağlı bir kız ile Bucak’lardan bir delikanlının düğününe katılan 2 bin kişi havaya binlerce dolar savurmuştu! Devletin enerji ve sulama yatırımları için 17 milyar dolar harcadığı GAP’ın topraksızları da, toprak ağaları da Çukurova’ya göç etmişti!.. Birileri taş, birileri dolar atıyordu! Çelişki bunun neresinde ki?
e-posta: mfarac@cumhuriyet.com.tr
TEKSTİLİN KALBİ DURDU
Havlu kralı ‘havlu attı’
© Denizli’de 7 ayda 342 firma kaydını sildirdi. 27’si resmen iflas etti. İşsiz sayısı rekor seviyede.
SEDAT KURT
DENİZLİ - Türkiye’nin tekstil ve hazır giyim ihracatının yüzde 25’ini gerçekleştiren, nevresim ve bornozda ihracat lideri olan Denizli’de AKP politikaları tekstil sektörünü darboğaza sürükledi. Birkaç yıldır reel sektörü ciddi oranda etkileyen ulusal krize dayanamayan firmalardan 27’si resmen iflas etti. Çok sayıda firma da konkordato ilan ederken iflasın eşiğinde çok sayıda kuruluş olduğu biliniyor. Hükümetten çok net ve uluslararası rekabet edebilirlik açısından vazgeçilmez boyuttaki 3 temel isteğinden (işçinin işveren üzerindeki resmi mali yükünün azaltılması, enerji maliyetlerinin uluslararası düzeylere çekilmesi ve kur politikasının değiştirilmesi) hiçbirine olumlu yanıt alamayan sektör 2004’ten bu yana sıkıntılı. Hatta Denizli Ticaret Odası’ndan yılın ilk 7 ayında toplam 342 firma kaydını sildirdi. Denizli Tekstil ve Konfeksiyon İhracatçıları Birliği Başkanı Raşit Güntaş ise “Dünyada rakiplerimize elde etmiş olduğumuz 30 yıllık kazanımlarımızı, pazarlarımızı birer birer kaybetmeye başladık” dedi.
Denizli Sanayi Odası (DSO) verilerine göre 2004’ün Aralık ayında 55 bin 492 olan tekstil çalışanı sayısı geçen 3.5 yıl içinde 47 bin 276’ya düştü. DSO Genel Sekreteri Dr. Bülent Uygun’a göre işten çıkarılan binlerce tekstil işçisinin ancak yüzde 10’luk bir kısmı yeniden iş bulabildi. Kalifiye, uzman işçilerse şu an işsiz.
Ayrılan bütçe iki yılda yüzde 50 arttı, hükümet yeni tebliği yürürlüğe soktu
Sağlık sistemine zorunlu dikiş
ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, 2007 sonunda 20 milyar YTL olan sağlık giderlerinin 2009 bütçesinde 29 milyar YTL’ye çıkacağını belirterek “Harcamaları kısmak için Sağlık Uygulama Tebliği’ni yürürlüğe soktuk” dedi. Küresel krizin kredi ve talep daralması ile istihdam kaybına yol açacağını söyleyen Çelik’in, CHP’nin sosyal güvenlik reformunun iptaline ilişkin Anayasa Mahkemesi’nde açtığı dava ile ilgili de “Ciddi bir sorun çıkacağı kanaatinde değilim” öngörüsünde bulunması dikkat çekti.
Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) yöneticileri ile kurum toplantı salonunda düzenlediği basın toplantısında, SGK’nin 2007 sonundaki toplam sağlık giderinin 19.9 milyar YTL olduğunu belirten Çelik, bu yılın 8 ayında ise 16 milyar 944 milyon YTL’lik sağlık harcaması yapıldığını ifade ederek “SGK’nin 2009 sağlık bütçesinin yaklaşık 29 milyar YTL olması öngörülmektedir” diye konuştu.
Küresel krize ilişkin soruları da yanıtlayan Çelik, “Uzun sürerse, birinci olarak ciddi bir kredi daralması olacak ve ikinci olarak talep daralması meydana gelecek. Talep daralması ise, ihracat yaptığın ülkelere yeterince ihracat yapamama durumu ile karşı karşıya bırakacak, üretim yapamamaya dönüşecek. Bu, istihdamı olumsuz şekilde etkileyecek” diye konuştu.
Çelik’in, yasanın iptaline ilişkin Anayasa Mahkemesi sürecinin devam ettiğinin anımsatılması üzerine “Ciddi bir sorun çıkacağı kanaatinde değilim” diye cevap vermesi dikkat çekti.

Faruk
Çelik
İŞÇİNİN EVRENİNDEN
ŞÜKRAN SONER
Yeşil Büyüme...
Karabasan halini alan dünya büyük ekonomik krizi haberleri arasında BM’den gelen ve dünkü gazetemize manşet olan ‘Yeşil Büyüme’ projesi iç ısıtıyor. BM çevre programı ciddi ciddi dünyanın gündemine girer mi, kuşa mı çevrilir şimdiden kestirmek güç. Yine de krize yol açan yatırım anlayışının değiştirilerek istihdam sağlayıcı, çevreye saygılı yatırımlara yönelme çağrısı kulağa hoş geliyor. Finansal krizin ilk büyük faturası 1.5 trilyon dolar olarak hesaplanmışken dünyaya yeniden temiz su sağlama, toprak erozyonu, küresel ısınmayla mücadele için yılda 2.5 trilyon dolar harcanmakta olduğu gerçeği, aslında söz konusu projenin ertelenmezliğini de ortaya koyuyor. Dünya liderleri biraz olsun akıllarını başlarına devşirirlerse, gelecek hafta Londra’da başlatılacak proje görüşmeleri kapsamında uzlaşma yolunu seçebilir, krize yol açan tüketim eksenli yatırım anlayışlarını değiştirerek işsizliğe çözüm üretecek yatırım anlayışlarına dönüşümü başlatabilirler.
Ne de olsa Doğu Bloku’nun parçalanması, kapitalizmin, Marksist tehdit altında da olsa, kendini ehlileştirme zorunluluğunu duyarak sosyal devlet, sendikal haklar, paylaşım sorunlarını gündeminde tutmak zorunda olduğu yıllardan giderek uzaklaşıyorduk. Tek ideolojili, tek kutuplu dünyada, aslında küreselleşen bir tek sermaye örgütleri, o da doğru değil ya, piyasa düzeninin kuralları olunca, dinimiz imanımız para olmuştu. Tüketim üzerinden, kuralsız gelişen yeni emperyal piyasalar sömürü düzeninde, sistemin krizlerine çözüm aranırken karşılıksız, büyümeyi sürdürebilmeye yönelik tüketim yaratabilmek üzere en son kanlı petrol savaşları, emperyal işgaller gündeme gelmişti.
Kanlı petrolün önlenemez fiyat yükselişiyle bir kez daha piyasaları, tüketimi kamçılayacak formül üretilmişti. Piyasaların para bolluğunda, sanal büyüme öylesine kamçılanmıştı ki.. Şimdilerde kimseler bu kâğıt üzerinden para kazanılan düzenin çöküşünün boyutlarını bile bilemiyor. Çünkü kimseler arapsaçına dönmüş kâğıt üstüne kâğıttan, saadet zinciri yöntemi içinde para kazanılan sanal düzenin krizinin derinliğini unutun, karşılıksız borçlarının bile hesabını yapamıyor.
***
Emperyal ölçeklerde, kapitalizmin bu son büyük krizinde, sanal kâğıtlar üzerinden patlayan krizin altından kalkabilmeye yönelik alınan ilk acil önlemler paketi, ülkeler ölçeğinde kimi farklıklar gösteriyorsa da, bütünü içinde serbest piyasa, kapitalizmin kurallarıyla çatışır içerikte. Kimi büyük kapitalistler, teorisyenleri, tümüyle planlama, devletçilik, kamulaştırma eksenindeki bu paketlerin ideolojik içeriğine fazlasıyla alerji duysalar da, çoğunluğu sesini soluğunu çıkarmadan, benzer kararlar için siyasi iktidarları kandırmanın peşinde, yarışındalar. Kâğıtlar üzerinden kazanan sistemin çöküşü, hızla bankacılık sistemine, oradan da reel ekonomiye kaydığından, bu kayışla bağlantılı devletlerden kurtarma beklentilerinin sonu gelemiyor.
Siyasal bedel ödememek adına Başbakan Erdoğan‘ın, iktidardan çözüm üretmesini isteyen iş dünyasının sözcülerine öfkesinin başka bir açıklaması yok... Bizim üretim yapımız içinde çarpık bir gerçek tablo daha var: Toplam 5 milyon civarı kayıtlı işçimizin yanında, 4 milyona merdiven dayamış işsizimiz, sigortalı çalışandan daha fazla kayıtsız, sigortasız çalıştırılan işçimiz var. İşten atılırken bağırabilecek, örgütlü, sendikalı çalışabilen 500 bin işçimiz bile yok. Onların da çoğunluğu kamuda çalıştığından işten atılmalarda sıra en son onlara gelecek.
Sözün özü Türkiye’de reel ekonomideki krizin görünür kılınmasına kadar Erdoğan hükümeti beklemeye kalkarsa, bu büyük yıkımın altında kalır, siyaseten asla sağ çıkamaz. Sinirli halleri, aymazlık, haksız suçlandığına inanmaktan çok, en azından yerel seçimleri kurtaracak bir zaman dilimini kazanmaya yönelik siyasi kurnazlık... Bana göre çok yanlış, bu iktidarın kendi kaderiyle oynadığı en büyük kumar bu olabilir. Çünkü gerçekten Başbakan Erdoğan’ın da söylediği gibi; Türkiye bu büyük dünya krizini kendi için şansa çevirebilecek konumda.
Yakın tarihlere kadar emek yoğun üretimlere dayalı ayakta duruyordu. Erdoğan iktidarlarına kadar büyümesiyle iş yaratma kapasitesi arasında sağlıklı sayılabilecek bir ilişki vardı. Bir tek Erdoğan hükümetleri iktidarlarında yüzde 7’lerde büyürken, işsizlik azalacağına arttı. Çünkü büyümeye eksen yapılan ihracat artışı gerçek üretim artışı üzerinden değil, hammadde, ara üretimlerden vazgeçmeyle gerçekleşiyordu. Bir de tarımın çökertilmesi gerçeği var; tarım ürünlerinde kendine yeterli, su kaynakları beslenmiş, çölleşmekten kurtarılmış, yine en iyi bildiği, koşulları elverişli tarımda halkını doyurmanın ötesine geçmiş, dünyayı besleyecek bir ülke yaratma projelerine girersek.. krizi aşmak çantada keklik, bizi kimse tutamaz değil mi? Gelin görün ki.. ABD’nin BOP projesi için birkaç ayda yaratılmış, iktidara uçurulmuş bir parti ve iktidarında o niyet, o çap, o kapasitede yetişmiş, düşünce üretebilecek kadrolar ne gezer?
soner@cumhuriyet.com.tr
MALİYE YAŞAMINDAN / MUSTAFA PAMUKOĞLU
Küresel Ekonomi Kendine Çekidüzen Vermeli
Başlığı “Küresel ekonomiyi nasıl demokratikleştiririz” olan geçen haftalarda yazdığımız bu yazıyı, küresel ekonomide yaşanan baş döndürücü olaylar nedeniyle yeniden hatırlamakta yarar var diye başlığını değiştirerek yeniden sizlerle paylaşıyorum.
Artık tüm ekonomik çevrelerin önemli bir kısmı, küresel bir krizin olduğu, bunun 1929’da olduğu gibi bir buhrana da dönüşebileceği hususunda kaygılı. Bu, küreselleşmenin ve küresel ekonominin yeniden tartışılmasını öncelikli ve önemli hale getirmiş durumda. (Bu kaygı doğru çıktı, küresel buhran nereye varacağı belli olmayan bir duruma geldi.)
Küresel ekonominin yarattığı faydadan tüm insanlık âleminin dengeli yararlanmasını sağlamak ve bu nedenle de küresel ekonominin demokratikleştirilmesini tartışmaya açmak şart. Bazı adımları madde madde şöyle sıralayabiliriz:
Uluslararası mali kuruluşlar yeniden yapılanmalıdır.
Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, Uluslararası Para Fonu (IMF) genellikle büyük ülkelerin hükümetleri ve çokuluslu şirketlerin etkisi altında. Gelişmekte olan ve azgelişmiş ülkelerin bu kuruluşları etkilemesi çok zor. Bu nedenle bu kuruluşların tüm dünya milletleri tarafından temsil edilen, çevreye, yoksul halklara, insan haklarına duyarlı bir biçimde yeniden yapılandırılması ilk adım olacaktır.
Çokuluslu şirketlerin sosyal sorumluluğu arttırılmalıdır.
Demokrasi ve hukuk devleti anlayışını anlamsız kılan kapitalizmden en fazla yararlanan çokuluslu şirketlerin, ülkelerin siyasal sistemlerini kendi lehlerine çevirecek güç kullanımından ve etkilemelerinden uzak tutucu yasal önlemler alınmalıdır. Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülkede yabancı sıcak paranız 100 milyar doları aşmışsa, borçlarınız 400 milyar dolarlar civarında ise çokuluslu şirketlerin menfaatları doğrultusunda siyasal ve sosyal sistemlerinizi değiştirmek zorunda kalırsınız. Bu nedenle çokuluslu şirketlerin, vahşiliğini törpüleyecek sosyal sorumluluğa sahip olmaları sağlanmalıdır.
Yabancı sermayenin küresel dolaşımı için küresel finans yapısı kurulmalıdır.
Bugün spekülasyon ve türev piyasalarında günde 1.5 trilyon dolar işlem yapılmaktadır. Yıllık dünya ticaret hacminin 6 trilyon dolar olduğu hatırlanırsa bu, parasal işlemlerin uzun vadeli kalkınma pahasına kısa vadeli kazançlar sağlayarak fonların şişmesine ve devamlı piyasa aramasına sebep olmaktadır. Bu finansal sistem yeniden inşa edilmelidir. Bunu sağlayacak en önemli araçlardan biri, yabancı sermayenin geldiği ülkeden belli bir süreden önce çıkması halinde Tobin adı verilen bir verginin alınmasıdır. Özellikle Türkiye gibi ülkelerin bu vergilemeyi yapması kaçınılmazdır.
Tüm borçlar küresel bazda konsolide edilmeli veya silinmelidir.
Bütün ülkelerin uluslararası kuruluşlara olan borçları uzun vadeli konsolide edilmeli ve bir takas sistemi ile netleştirilmelidir. Borcu borçla ödemekten ve faiz yükü altında fasit daire içinde kalmaktan ancak borçların konsolidasyonu ile kurtulabilinir. Ancak bu görüşü küresel ekonominin savunucularının kabul etmesi mümkün değil. Ülkemizin bazı iktisatçıları da bunu vatan hainliği ile eş tutabilirler.
Ticaret anlaşmalarında insan hakları temel alınmalıdır.
Yapılacak tüm ticaret anlaşmalarında şirket hakları değil insan hakları esas alınmalıdır. Çevrenin korunması ile ilgili hükümler, olmazsa olmaz koşullar olarak bu anlaşmalarda yer almalıdır.
Tüketim çılgınlığına son vermek, kalkınmayı hedeflemek ana gaye olmalıdır.
İnsan ve çevre için adil ve sürdürülebilir kalkınma esas amaç olarak kabul edildiğinde tüketime esir olmaktan kurtulabiliriz. Bu nedenle küresel ticaret ve yatırım bu ana amacı sağlamada araç olarak kullanılmalıdır. (Şu anda herkes tasarrufu öneriyor, günaydın!)
Küresel yeniden yapılanmada kadınların haklarına öncelik tanınmalıdır.
Dünya nüfusunun yarısı kadındır. Buna rağmen küresel ekonominin karar vericilerinin yüzde 5’i kadın, küresel varlığın da yüzde 1’inin kadınlara ait olduğu ileri sürülmektedir. Aile kavramının yaşaması ve adil paylaşım, kadınların ekonomik bağımsızlıklarını kazanmalarına bağlıdır.
Karar vericileri denetleyen güçlü mekanizmalar kurulmalıdır.
İşçi sendikaları örgütlenmeleri, ekonomik karar vericileri denetleyen sistemlerin geliştirilmesi şarttır. Sosyal sorumluluk kriterlerine uygun yatırımlar desteklenmelidir.
Uluslararası ticaret adil olmalıdır.
Uluslararası ticaret, ezen, sömüren, küçük bir azınlığa büyük kazanç sağlayan yapısından herkese, her ülkeye adil kazanç temin eden bir sisteme dönüştürülmelidir.
Bunlar gerçekleşebilir mi? Yakın vadede zor. Ama küresel ekonominin demokratikleşmesini sağlayamaması halinde insan ve doğanın geleceğinin karanlık olduğunu iddialı bir biçimde söyleyebiliriz.
Bu söylendiklerimize bugün bir şey daha eklemeliyiz; yaşanan bu ekonomik kriz dolar imparatorluğunun bir oyunu ve hedef Çin, Hindistan yani Asya ise Allah dünyamızı korusun…
pamukm6superonline.com
Metin And tutkulu çalışma süreçlerine adadı yaşamını...
Her şeyi bırakarak gidivermek
© Geçen günlerde yitirdiğimiz Metin And, 81 yıla insanüstü bir üretkenlikle oluşturduğu çok sayıda yapıtı sığdırmış, çok yönlü bir bilim ve sanat insanıydı.
Metin And’ı beklenmedik bir anda yitirdik. Bir süre önce, telefonu yanıt vermeyince merak edip evine kadar giden arkadaşlar Metin Bey’in yoğun bir çalışma süreci içinde olduğunu görmüşler. Bir türlü tamamlayamadığı için hiç dilinden düşürmediği ‘Çarşı Ressamları’ kitabına mı dalmıştı? Ya da yayınevinden ya da dergilerden gelen istek üstüne yeni bir araştırmayı mı tamamlamaya çalışıyordu? Sayın Şara Sayın’a kısa bir süre önce “Eğer bir 7-8 senem daha olursa istediklerimin pek çoğunu gerçekleştirmiş olacağım. Yapmak istediğim çok şey var daha” demiş olması nasıl da koyuyor insana şimdi.
Şanslı bir insanım. Metin And hoca ile otuz yıldır pek çok an paylaşmışım, söylediklerine pek çok kez tanıklık etmişim.
Törenler, sempozyumlar, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin tiyatro bölümünde derslerin öncesinde ve sonrasında, jüriler sırasında yer alan, daldan dala atlanarak zaman kavramına kafa tutularak süren söyleşmelerın yanında, bir de Metin Bey’in evinde konuk olduğunuzda ‘özel ikram’ olarak sunulanlar var. Kâtip Çelebi Sokak’taki eve son gidişimde, kitaplarla, dergilerle, dosyalarla, plaklarla ve her çeşit kasetle kaplı salonda ilişecek bir yer bulabilmiştim. Aradan geçen son birkaç yıl içinde, üst üste yığılan yeni belgelerle bir arşiv alanına dönmüştü salon. Metin And ‘görüşme’ yeri olarak artık restoranları yeğliyordu.
ANLATTIKLARI YAŞIYOR
80. yaşı, 2007 Nisanı‘nda kokteyl, tören, gösterilerle, Sabri Koz’un hazırladığı ‘Metin And Kitabı’ ile kutlanmıştı. Tam bir yıl önce de TÜYAP Kitap Fuarı’nın ‘onur yazarı’ olması nedeniyle hocayla bir söyleşi yapmıştım. Umarım, saatler boyu dile getirdiklerinden aşağıda aktardıklarım, 60’a yakın kitabın, 1500’ü aşkın makalenin yazarı, hocaların hocası, kültür araştırmacısı, görsel sanatlar uzmanı, tiyatro-bale-opera-müzik eleştirmeni, bilgi koleksiyoncusu, gözbağcı Metin And’ın, kendisini anlattığı gibi anımsanmasını sağlayacaktır.
Fuara yeni baskısını yetiştirdiği ‘Minyatürlerle Osmanlı İslam Mitologyası’ And’ı çok heyecanlandıran çalışmalarındandı: “Kitapta kullanılacak minyatürlerin ‘dia’larını bulmak için, o darmadağınık salonda ne varsa altüst edip ‘samanlıkta iğne’ değil ‘iğneler’ aradım. Osmanlı saray nakkaşlarının ürünü olan bu minyatürlerde Hazreti Muhammed’in tasvir edilmiş olması, Osmanlı padişahlarının İslamdaki ‘resim yasağı’na karşı bir tutum içinde olduklarını gösteriyor. Zaten Sultan Orhan’dan Abdülhamid’e, Osmanlı padişahlarının sanat karşısında duyarlı oldukları biliniyor. Hele tiyatro! En olmadık şeylerden kuşkulanan Abdülhamid bile tiyatroya sahip çıktıktan sonra... Ya Tanzimat dönemi tiyatrosunun oluşumu! Sultan Abdülmecit, Sadrazam Ali Paşa, Ermeni tiyatrocu Güllü Agop, yeni tür bir tiyatroyu yoktan var etmişler.”
Ermeni tiyatrosuna ve tiyatrocularına gelince: “1980’li yıllarda McGraw Hill Yayınları’ndan çıkan ‘World Encyclopedia of Drama’da yalnız Türk tiyatrosuna ilişkin maddeleri değil, Türkiye içindeki ve dışındaki Ermeni tiyatrosunun maddelerini de ben yazdım.” And’ın tiyatro sanatına ilişkin tüm katkıları tarafsızlıkla değerlendiren tiyatro bilimcisi tutumu, yurtdışındaki ‘Ermeni yanlısı’ yaklaşımların kofluğunu da ortaya koymuş: “Ermeni tiyatrosunun köklü bir tarihi olduğunu, Türkiye’de Agop Ayvaz’ın yönetiminde Ermenice olarak çıkan ‘Kulis’ adlı bir tiyatro dergisinin otuzu aşkın yıldır yaşamakta olduğunu, yurtdışındaki Ermeni savunucusu bilimciler benden öğrendiler.”
ÇALIŞMA KEYFİ İÇİN YAŞADI
Tiyatro kitaplarına gelince: “Tanzimat ve İstibdat Döneminde Türk Tiyatrosu ile Meşrutiyet Döneminde Türk Tiyatrosu’nu çok severim. Bu dönemlerde yaşananların dünya tiyatro tarihinde eşi benzeri yoktur. Güllü Agop, Müslüman yazarlarla birlikte çalışarak yeni oyunlar oluşturmuş. Semt tiyatroları kurmuş. Müslüman erkek oyuncuların yetişmesini sağlamış. Meşrutiyet dönemindeyse çok oyun yazılıyor ve hemen seyirciyle buluşturuluyor. Tiyatro yer yer belgesel nitelik taşıyor. Enver Paşa, Cemal Paşa gibi dönemin ünlü isimleri tiyatroda kendilerini seyrediyorlar. Bu kitapları yazarken yalnız aklımı değil, yüreğimi de koydum ortaya. İstanbul’daki eski, yıkılmış, yanmış tiyatro binalarının bulunduğu yerlere gidip oralarda dolaşırken eski sanat yaşantılarını düşünürdüm.”
Eğitim-öğretim eyleminin çeşitliliğini de şöyle dile getiriyor: “DTCF Tiyatro Bölümü yanında, ABD’de, Japonya da, Bilkent Üniversitesi’nde, Dokuz Eylül Üniversitesi’nde dersler verdim. Boğaziçi Üniversitesi’nde üç yaz dönemi boyunca video gösterimleri eşliğinde Osmanlı kültürünü anlattım. Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu’nda öğrencilerle ‘halkbilimci’ gibi çalışmıştık. Ayrıca pek çok ülkede konferanslarım oldu. En unutulmazı Amerika’da 1978’de gerçekleşti. Kırk gün içinde çeşitli kentlerde tam otuz konferans vermiştim.”
Konularını araştırırken ya da kitaplarını yazarken kendisine destek olan sürekli yardımcıları var mı? “Yalnızca gerektiğinde sekreterlik, çevirmenlik yardımı alıyorum. Araştırma, editörlük yardımlarının bir bölümü de karşılıksız olarak yapılıyor.” Peki, yayınları onu zengin bir adam yapmış mı: “Kitaplarımın yarısından telif ücreti almadım.”
Demek ki kitapların basılmış, satılıyor ve okunuyor olması mutlu ediyor onu: “Doğrusunu istersen, benim için süreç önemli, sonuç değil. Araştırma heyecanı bitince, hemen bir başka araştırmanın içine giriyorum.” Şaşırtıcı bir varoluş biçimi! Ama Metin And’ın çok disiplinli bilim adamı niteliğini ve sınırsız çalışkanlığını çok iyi açıklıyor.
81 yıla birkaç yaşamın üretkenliğini sığdırabilmiş bir ‘ölümlü’yü tanımış olmak da bir avuntu...

AYNA
ADNAN BİNYAZAR
Nasrettin Hoca
Nasrettin Hoca, yetiştiği toplumun zekâsıdır, duyarlığıdır. O ne denli halkının dili, düşüncesi, söylem gücü olmuşsa; halk da onun dilini, düşüncesini, söylem gücünü beslemiştir. Bu bağlamda Nasrettin Hoca, söylemleriyle tek bir kişi değildir, halk yaratıcılığından doğmuş bir düşünce imecesidir.
Yaşar Kemal’in “En büyük zekâ halkın zekâsıdır” dediği budur. Bir halkın anlayış başıboşluğuna düşmemesi bu imeceye bağlıdır.
Hoca’nın yaşadığı yıllarda, belki ona özgü yüz, bilemedin iki yüz fıkra vardı. Günümüzde bunun 1555’e çıkmış olması bu düşünsel imecenin göstergesidir.
***
Mustafa Duman’ın Heyemola Yayınları arasında çıkan Nasreddin Hoca ve 1555 Fıkrası adlı araştırması, Anadolu’dan çevre halklara da yansıyan fıkra zenginliğiyle de öne çıkıyor.
Kuşkusuz, bu kitabın bilimsel niteliği, nasıl bir araştırma ürünü olduğu, yazarın nasıl bir yöntemle ne gibi sonuçlara vardığı üzerinde konunun uzmanları duracaktır.
Daha kitabı karıştırırken, Duman’ın, fıkraları kaynaktan başlayıp çevre kültürlere yayılımı açısından da ele aldığı anlaşılıyor.
***
Bizde halk anlatılarının büyük ölçüde Çin, Hint, Arap ve Fars kaynaklarından alındığı sanılır. Nitekim özellikle masallarda Hindistan, Bağdat, Herat, Horasan, Kandahar adlarının geçmesi bunu doğrular. Oysa biz, “biz”e benzediğimiz ölçüde, bize benzetiyoruz da. Erzurum Üniversitesi’nde, bunu doğrulayacak birçok araştırma yapılmıştır.
Konuyu Anadolu anlatı kültürü açısından ilk ele alanlardan biri Pertev Naili Boratav’dır. Boratav, Az Gittik Uz Gittik, Zaman Zaman İçinde adlı kitaplarında, ağızdan ağza dolaşan sözlü anlatı ürünlerini yazıya geçirmiştir. Bu masalların Anadolu halklarının törelerine, dil estetiğine uygun nitelikler taşıdığı tartışılmaz.
Duman’ın da, o dönemin dil özelliklerini koruyarak bir araya getirdiği fıkralarda gerçek kaynağa indiği söylenebilir.
***
İnsanın kendini gülünç duruma düşürüp alaya alması, düşünsel diyalektiğin bir yansımasıdır. Nasrettin Hoca fıkracılığında, alay edeni alay edilenden ayıramayız. Bu, fıkraların özeleştirel yapısından geliyor.
Nasrettin Hoca, hiçbir fıkrasında telaşa kapılmaz. Aptalca verilmiş yanıtların bile gülünç bir yanı vardır. Hoca, akrabasının kızıyla evlenecektir. Kızı zengin biri isteyince ona verirler. Damat erkence ölüverir. Hoca, damat o olsaydı öleceğini düşünerek, sağ kalışına sevinir.
Burada, ince alayın ince düşünmeyi getirdiği nasıl açık!
***
Hoca hazırcevaptır da. Hazırcevaplık, sağlam mantıktan gelir. Sorarlar Hoca’ya, “Dünyanın ortası neresidir?” “Eşeğimin arka sağ ayağının bastığı yerdir.” “Nasıl olur?” “İstersen ölç!”
Gökte kaç yıldız olduğunu sorana da, eşeğinin sırtında ne kadar kıl varsa o kadar da yıldız olduğunu söyler. Şaşırıp kalana da, “İnanmazsan say!” der.
İki yanıtın da bilimsel dayanağı var. Hoca’nın inandırıcılığı buradan da geliyor.
Bir toplumun düşünce öncüleri, rivayetten kurtarılıp yapıp ettikleriyle ortaya konunca, onun kültürel beslenme kaynaklarına da inilmiş oluyor. Dil-düşünce-sanat arayışı temeline dayanan ‘aydınlanma’ dediğimiz de bu.
Bizim her şeyimiz, şairin dediği gibi “taş atılmış kuşlar gibi perişan”!..
Duman’ın Nasrettin Hoca’sı, bizi bu perişanlıktan kurtarmanın önemli bir adımıdır.
binyazar@gmail.com
Cumhuriyetin son tanıklarından biri daha aramızdan ayrıldı
Güle güle ‘Cumhuriyetin Bilgesi’
© Şimdi ardından onlarca yazı yazılacak, ağıt düzülecek, göklere çıkarılacak. Bense yaşadığı şu coğrafyada, büyük bir tutkuyla bağlı olduğu Atatürk Türkiyesi’nde böylesi bir bilge adama devletçe yapılanları düşünüyorum.
Prof. Dr. TÜRKAN SAYLAN
Gür saçlı, keskin bakışlı dev gibi adam, şair, diplomasız ödüllü yapı ustası, yurtsever, insansever, evreni sever koca çınar devrildi! Cumhuriyetin son tanıklarından biri daha aramızdan ayrıldı.
Şimdi ardından onlarca yazı yazılacak, ağıt düzülecek, göklere çıkarılacak.
Bense yaşadığı şu coğrafyada, büyük bir tutkuyla bağlı olduğu Atatürk Türkiyesi’nde böylesi bir bilge adama devletçe yapılanları düşünüyorum. Nail Çakırhan ne hırsızdı, ne yalancıydı, ne dolandırıcı. Paraya hiç mi hiç değer vermeyen, dürüst, namuslu bir adamdı. Yaşamı boyunca üretti, yazı-şiir üretti, sevgi-dostluk üretti, bina üretti, ahşabı dile getirip insanlara yeniden sevdirdi ve de saydırdı.
Hiçbir zaman komünist olduğunu gizlemedi, ama hiçbir zararlı eylemde de bulunmadı. Ne yazık ki gençliğinden başlayarak tutuklandı, hapisler yattı ama yılmadı, ülkesine, toprağına olan saygı ve tutkusu hep öne çıktı.
Karşısına Prof. Halet Çambel gibi bir yavuklunun çıkması eminim ki yaşamının en güzel ve anlamlı kesişmelerinden biridir. Çok uzun yıllar, “arkadaş-sevgili-eş” örneğine en uygun olan bu çiftin birlikte ürettiklerini, Nail Çakırhan’ın kazılarında Halet Hanım’a verdiği desteği de üretim sandığımıza koyarsak inanılması zor bir hazineye ulaşırız.
AĞA HAN ÖDÜLÜ...
Nail Bey yıllar önce Ağa Han Ödülü’nü alınca, çevremizdeki mimarların tepkilerini gözlemlemiştim. Onun bu ödülü hak ettiğini söyleyen, yazanların yanında, kendi beklentileri sönenler açık açık ya da fısıldayarak, diplomasız birinin bunu hak edemeyeceğini söylüyor, yazıyorlardı.
Dönemin pek çok genci gibi Moskova’da okumak, ünlü şairlerle tanışmak olanağı bulan Nail Bey ilk evliliğini bir Rus kızıyla yapmış. Türkiye’ye döner ve tüm ilişkileri koparken, hamile eşini ardında bırakmıştı.
Yıllar ve yıllar sonra, bir bilim insanı titizliğiyle araştırmalarını sürdüren Halet Hanım, eski eşin ve oğlunun izini bulmuş. Koskoca bir adam olup evlenen ve çocukları olan oğul, hiç görmediği babasıyla karşılaşınca ilk sözü, “Özür dilerim babam, sana danışmadan evlendim” olmuş. Ne insanlar var değil mi?
Dünyada hakkı olandan fazlasını istemeden, herkesi kendisine eşit görerek ve onlar için bir şeyler üreterek yaşayan, Cumhuriyetin bu güzel ve çok özel çocukları, ödüllendirileceklerine, devletin, hükümetlerin, insanlıktan payına düşenleri alamamışların eziyetine uğradılar, öldüler, öldürüldüler, işkenceler gördüler ve er ya da geç, sonunda ulu birer çınar olarak toprak oldular.
Yaptıkları, ülkeye-dünyaya katkıları asla unutulmayacak. Nail V. ve benzerler yakın tarihin sayfalarında hak ettikleri yerlerini alacaklar.
Ya onları anlamayan, dinlemeyen, esinlenemeyen dar görüşlü yöneticiler, işkenceciler, sansürcüler, jurnalciler… Onlar ne olacak? Varsa kendi vicdanlarıyla baş başa kaldıklarında nasıl hesap verecekler? Çocuklara, torunlara nasıl bir san bırakacaklar?
Işıklar içinde yat, Nail V.

Avrupa mı?
TÜRKİYE’NİN Avrupa Birliği’ne üyelik sürecine ilişkin çalışmalardan haberiniz var mı? Müzakereler ne âlemde biliyor musunuz? Ucu açık üyelik görüşmelerinde ipin ucu acaba nereye kaçtı? Hangi dosyanın kapağı açıldı, hangi dosya kapandı? İslamcı AKP ile Avrupalı olunacağını sanan mandacılar, işbirlikçiler, dönekler, liboşlar, numaracı cumhuriyetçiler, sahte demokratlar niye ortalıkta görünmüyor? İslamcı AKP’nin başındaki “fahri savcı”nın peşine takılıp “Ucu açık soruşturmalar derinleştirilerek devam etsin” diye imza toplayan tane ile “300 aydın”, Avrupa’yı niye unuttu?
Anlaşılan “görev” bize düştü; Avrupa Birliği’nin neresine girmekte olduğumuza hep birlikte bakalım:
Uzun yıllardan sonra karakollarda dayak ve işkence iddiaları yine ayyuka çıkmaya başladı ve işkence iddiaları doktor raporlarıyla kanıtlanır oldu.
Cezaevlerinde işkenceden ölüm iddiaları 12 Eylül’ün cunta günlerindeki iddiaları andırmaya başladı ve işkenceden ölümler resmen saptanır oldu.
Yine 12 Eylül faşizmini andırır şekilde cezaevinde ölümcül hastalıklara tutulan insanların “doktordan doktora sevk” yoluyla alenen ölüme mahkum edilmesi yolu yeniden açıldı; gerekli tedavisi yapılmadığı için kimi tutukluların koma halinde kapı önüne konmasına kimi tutukluların ise tabutta tahliyesine başlandı. İnsanların ne ile suçlandıklarını bilmeden, iddianameleri hazırlanmadan aylarca tutuldukları cezaevlerinde sağlıklarını ve yaşamlarını yitirmesi normal sayılır oldu.
Cezaevinde tutukluyken komaya girip hastaneye kaldırılan insanların son dakikada tedavi amacıyla tahliyesine karar verilirken komadaki insanlara yurtdışına çıkış yasağı getirildi.
Türkiye’de yapılan ve ucu iktidara kadar uzanan yolsuzluklar Avrupa’da hazırlanan raporlara girmeye başladı, hükümet yolsuzluk raporlarını halktan kaçırmak için gizlilik şehri koydurdu.
Yoksulluk ve açlık ülkenin her yanını sardı; sadakaya bağlanan halk, duvarlara “Sadece Ramazan’da aç kalmıyoruz” yazmaya başladı.
Ve Türkiye Avrupa Birliği’ne giriyormuş. Kuyruklu yalan. İslami faşizm yurdu sarıyor ey halkım! İran’da olduğu gibi önce işbirlikçi liboşları asacaklar!
İpsiz Recep ve ‘Ergenekon’ bağlantısı!
İSLAMCI AKP iktidarının özel olarak ilgilendiği TRT’de bir yandan personel kıyımı yaşanırken bir yandan da Mithat Bereket, Tayfun Talipoğlu gibi “popüler liboş” kültürün temsilcileri ekrana transfer ediliyor. Bir yandan İran devlet televizyonu ile “şeriatçı kültür işbirliği”ne gidiliyor bir yandan ulusal kahramanlıklar dizi film yapılıyor. Tam bir çorba işi!
İşte, bu noktada Kadir İnanır’ın başrolünü oynadığı “İpsiz Recep” dizisi TRT ekranına geldiğinde araştırmacı yazar dostumuz Muzaffer Ayhan Kara söz istiyor:
“İpsiz Recep, Milli Mücadele’de önemli bir yer tutan, adamlarıyla azınlık ayaklanmalarını bastırma ve Anadolu’ya silah sevki konusunda Kuvayı Milliye’ye yardımcı olan ve bu nedenle Mustafa Kemal Paşa’nın içten bir şekilde ‘emice’, yani amca diye hitap ettiği, daha sonra da İstiklal madalyası ile onurlandırıp maaş bağladığı Rizeli bir kahramandır. Ve ne ilginçtir Rizeli bir Başbakanın yakından ilgilendiği TRT’de Rizeli ulusal bir kahramanın öyküsü anlatılırken ‘İpsiz Recep’in Karadeniz kıyısında dolaştığı topraklardan Sakarya’nın Kandıra ilçesindeki cezaevinde torunu ‘çete üyesi’ daha doğrusu ‘terörist’ olduğu iddiasıyla tutuklanmış yatıyordu. İpsiz Recep’in torunu, ‘Ergenekon Terör Örgütü Davası’ sanıklarından Prof. Dr. Emin Gürses’ten başkası değildi.”
Zahid
Necati Cebe: “Zahid, dünya malında gözü olmayan demekmiş. Bu durumda bizim zahid ne kadar zahid?”
Yağmur Deniz
Ulusal takımda özlenen slogan: Bosna-Hersek
hep böyle
yensek!
Malum
Erol Barutçugil: “AKP, yolsuzluk raporunun yayımını engellemiş. Malumu ilama ne gerek var diye düşünmüşlerdir!”
Nedir?
Sami Aktaş: “Dinleme cihazları, tele kulaklar, kent içi kameralar. Türkiye, demokratik bir diktatörlük müdür?”
Müşteri
Oktay Tanzar: “Vatandaşın AB’ye uyumu için kurulacak ‘Öfke Kontrol Merkezi’nin ilk müşterisi, öfkenin bir hitabet sanatı olduğunu söyleyen zatı muhterem olsun!”
- Anadolu’da
esnaf kan
ağlıyormuş...
“Ananı da al ağla!”
GÖRÜŞ
BEDRİ BAYKAM
Barışın Gelini Pippa’yı Anarken..
İtalyan Kültür Merkezi’nin salonunda az sonra konuşma yapacağım Pippa Bacca için hazırladığımız barkovizyonu, diğer davetlilerle beraber izliyorum. İlk görüntüler müzikle birleştiği anda, gözümden sel gibi yaşlar boşanıyor. Tanrım, sözler ve müzik bu kadar mı güzel evlenebilir?
Geçen baharda, ülkemizde “Barış Gelini” sanatsal projesi kapsamında oto-stop yaparken korkunç bir şekilde öldürülen İtalyan sanatçı Pippa Bacca’nın acısı, tüm ülkenin yüreğini yakmıştı. Evet, bu olay her ülkede yaşanabilirdi, ama sonuçta olay bu topraklarda, bizim sorumluluk alanımızda gerçekleşmişti. Geçen hafta, başkanlığını yürüttüğüm Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği olarak, Şişli Belediyesi, Piramid Sanat ve İtalyan Kültür Merkezi’nin de desteğiyle kendisini anmak için büyük bir sergi ve forum düzenledik. Her iki buluşma da çok yoğun duygusallık içinde geçti.
Kötülüğün egemen olduğu, acayip bir dünyada yaşıyoruz. Dünyanın, sözde en ileri ve güçlü ülkesinin, “kitle imha silahları” bulmak üzere Ortadoğu’ya baskın yapıp çoluk çocuk demeden, bir milyon insanın ölümüne neden olabildiği, korkunç bir yer. Devlerin kötülüğünün, bireylerin kötülüğünü de etkileyebildiği bir cehennem... İnsanların çıkar ilişkileri peşinde koşup, salt egoları için savaşa giriştikleri bir ortamda, ortalıkta gezinen bu adamlardan herhangi birinin Pippa’yı oto-stop yaparken aldığını düşünebiliyor musunuz? “Ne iş yaparsın?” “Barış elçisiyim, dünyayı gezerim.” (Vay enayi, vay!) İşte aralarındaki diyaloğun özeti budur, acı değil mi? Beş kuruş faiz fazlası için komşularını yakabilecek insanlar bir tarafta, Pippalar diğer yanda... Ve bu dünya Pippalar’ı sevmiyor...
Kötü insanlar, ne yazık ki, bununla yetinmiyorlar. En sinsi şekilde, iyiye karşı gizli ya da açık savaşıp mağdurun bile üstüne gitmekten çekinmiyorlar. “Ne gerek vardı bu sergiye?” , “Amma da abarttınız bu Pippa olayını!”, “Canım, o da resmen aranmış!”... Bunlar gibi onca düşüncesizce insanlık dışı söz! Sırf bir şey demiş olmak için... Mağduru, davanın “esas suçlusu” haline getirerek ondan, bir çeşit hınç almaya devam etmek, “farklı” bir yorum getirme arayışıyla böyle trajik bir konuda dahi, kendi orijinalliğini cilalayıp sunmak istemek... İnsanlık çizgisinden uzaklaşmak!
Şükür ki, herkes böyle değil. Hatırlıyorum, Pippa’yı acı bir şekilde İstanbul’dan uğurlarken, çeşitli aydınlar, cenazesi başında toplanmıştık. Yanımda, “demokrat” ve “solcu(?)” bir İstanbul milletvekili vardı. Benim orada UPSD Başkanı olarak yapacağım kısa konuşmayı sabote etmek için, ne yazık ki TV haber kameralarına yansıyacak şekilde, elinden geleni yaptı. Ama yine de o konuşma gerçekleşti ve o aydınlarla Pippa’nın kızkardeşinin önünde söz verdim: Türk ve İtalyan sanatçıların katılımıyla, büyük bir anma sergisi düzenleyecek ve Pippa’yı o şekilde bağrımıza basacaktık.
Cenaze törenlerinde verilen sözler ağırdır. Onları gerçekleştirmek her zaman kolay olmaz. Bunu kendi hayatımdan bilirim. Pippa olayında da Tanrı bizi utandırmadı ve korkunç olaydan altı ay sonra, UPSD Yönetim Kurulu gece-gündüz çalışarak bu büyük sergiyi hazırladı. Yaz tatiline çıkamadan, internet, telefon, dil zorlukları ve maddi yüklere rağmen büyük özveriyle geçen bir süreçti. Sonuçta 33 Türk ve 37 İtalyan sanatçı UPSD’nin Maçka Demokrasi Parkı, Şişli Evlendirme Dairesi yanındaki galerisinde bir araya geldi. Ortaya bir de 120 sayfalık mükemmel bir katalog çıkardık. Pippa’nın annesi Elena Manzoni, hem sergi açılışına hem de ertesi gün foruma katıldı.
İşte o güleryüzlü, neşeli, muzip bakışlı Pippa, o tarihi adamın yeğeniydi. Kendisiyle hiç tanışmadım. Ama bu sergi ve yayın için yaptığımız araştırmadan sonra, artık onu en iyi tanıyanlardan biriyim gibi geliyor. Bu müstesna insan, “barış” adına giriştiği bu yolculukla, insanların “değerli” ve “güvenilir” olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu. Bunu dünyanın tüm kötülüklerine meydan okuyarak, büyük risk alarak gerçekleştirdi. Söyler misiniz bana, risk almadan tarihte önemli ne gerçekleştirilebilir ki? Oto-stop bir risktir. Oto-stopçu o ilişkide mağdur da olabilir, katil de! Dünya ne yazık ki ikisini de fazlasıyla görmüştür. Pippa, bu kritik buluşmada önyargıları ve kötülükleri risk alarak yok etmek istemişti. Ve aslında başardı da! Projesi, bu kalıcı sergi ve forumla ölümsüzleşti. Türkiye’ye gelen İtalyan sanatçıları otellerde değil, evlerimizde ağırladık. Pippa bizi bir “aile” yaptı ve büyük bir “barış” dersi verdi. İzninizle bu rüyayı gerçekleştiren UPSD Yönetim Kurulu’na, Ayşe Erel’e, Safiye Mine’ye, Bahri Genç’e, Hülya Küpçüoğlu’na, Tülin Onat’a, Melik İskender’e ve tüm Piramid Sanat çalışanlarına teşekkür etmek istiyorum. Tabii, o acı günlerde Milano’ya uçup Pippa’nın cenazesine katılan ve sergimize katkılarını esirgemeyen Mustafa Sarıgül’ü de unutmadan...
bedri.baykam@gmail.com Faks: 0212 227 34 65
Obeziteye yeni tedavi yöntemi
Dünyaca ünlü bilim adamımız Profesör Dr. Gökhan Hotamışlıgil, Harvard Halk Sağlığı Bölümü’ndeki ekibiyle birlikte obezite ve obezitenin yol açtığı hastalıkların yeni bir hormon sınıfıyla tedavi edilebileceğini ortaya çıkarttı.
REYHAN OKSAY
Şişmanlık, tip 2 diyabet ve metabolik sendromun moleküler mekanizmaları üzerinde çalışan dünyaca ünlü bilim adamımız Profesör Dr. Gökhan Hotamışlıgil, Harvard Halk Sağlığı Bölümü’ndeki ekibiyle birlikte obezite ve obezitenin yol açtığı hastalıkların yeni bir hormon sınıfıyla tedavi edilebileceğini ortaya çıkarttı. “Palmitoleate” adı verilen bu hormon, dışarıdan besin yoluyla alınan yağların vücutta depolanmasının önünü keserek, vücudun kendi yağını üretmesinin yolunu açıyor.
Çalışmalarını Harvard Üniversitesi’nde kendi adıyla anılan laboratuvarında sürdüren Hotamışlıgil, daha önceki çalışmalarından elde ettiği bilgilerin ışığında, genleriyle oynanmış farelerin yağ dokusunda tanımlayamadıkları bir faktörün, karaciğer ve kas dokularındaki metabolizmayı düzenlemek için sinyal gönderdiğini fark etmişti. “İlk başta bu mekanizmanın ardındaki faktörün bir protein veya peptid hormonu olduğunu düşündük ve bunu aramak için yanlış yerlerde uzun zaman harcadık” diye konuşan Hotamışlıgil, “Derken bu çalışmada yağ dokusundan salınan yeni bir hormon ortaya çıkarttık. Bu hormon karaciğerde yağ sentezini baskılayarak karaciğer yağlanmasını önlüyor, kas dokusunda ise ensüline benzer bir etki göstererek kas dokusuna glikoz girişini hızlandırıyor” diyor.
Yeni bir teknoloji platformu
Bu çalışmada bir de yeni bir teknoloji platformundan yararlandıklarını belirten Hotamışlıgil, bu platformu şöyle açıklıyor: “Biz bu yeni platforma ‘lipidomics’ diyoruz. Kısaca genlere bakıp ‘genomics’, proteinlere bakıp ‘proteomics’ teknolojisinin kullanılmasına eşdeğer olan bir platformu yağlara uyguladık ve 500 değişik yağ molekülünü yüksek çözünürlüklü bir teknikle ortaya çıkarıp değişik dokularda ve şişmanlık ve diyabet gibi hastalıklar dışındaki değişiklikleri saptadık. Bu da böyle bir teknolojinin başarıyla uygulandığı ve fonksiyonel bir yağ molekülünün ortaya çıkartıldığı ilk çalışma.” Hotamışlıgil ve ekibi ayrıca genleriyle oynanmış sıçanların, besinlerinden aldıkları yağları depolayamadıklarını gözlemlediler. Buna tepki olarak yağ hücreleri kendi yağlarını üretiyordu.
Bu keşfi “En iyi yağ kendi ürettiğiniz yağdır” diyerek değerlendiren Hotamışlıgil, şimdi bu bulgulardan tedavi amaçlı nasıl yararlanabileceklerini araştırıyor.

Obezitenin yeni bir hormon sınıfıyla tedavi edilebileceği belirtiliyor.

Hiç yorum yok: