17 Ekim 2008 Cuma

CUMHURİYET YAZILARI, YAZARLARI (Alıntı)

Hakkâri’deki terör saldırısında 5 asker şehit oldu, 15 asker de hafif yaralandı
Her gün yeni acı
Komutan yaralandı Kavaklı kırsalında operasyona çıkan askerlere bir patlamanın ardından ateş açıldı. İlk ateşte 4 asker şehit oldu. Karşı ateş üzerine kaçan teröristlerin önünü kesmek amacıyla bölgeye gönderilen helikopterlerden biri arızalanarak iniş sırasında düştü. Burada da bir asker şehit olurken, aralarında tugay komutanının da bulunduğu 15 asker yaralandı.
Destek gönderildi Saldırının ardından başlatılan operasyonlarda çok sayıda teröristin etkisiz hale getirildiği bildirildi. Şemdinli ilçesi Derecik bölgesinde 4, Şırnak’ın Cudi Dağı bölgesinde bir PKK’linin öldürüldüğü belirtildi. Cudi, Kato ve Çukurca’daki operasyonlara destek için çok sayıda asker ve araç sevkıyatı yapıldı. Operasyonlara F-16’larla destek verildi. ■
Hakkâri’nin Kavaklı kırsalında sürdürülen operasyonlar sırasında biri Tugay Komutanı olmak üzere 15 kişi yaralandı
Çatışmada 5 asker şehit
Yurt Haberleri Servisi - Hakkâri’nin Kavaklı beldesi kırsalında sürdürülen operasyonlar sırasında çıkan çatışmada dört asker şehit oldu.
Çatışmanın ardından olay yerine giden bir helikopterin de kırıma uğraması sonucu bir asker daha şehit oldu. Helikopterterdeki Tugay Komutanının da aralarında bulunduğu 15 asker yaralandı.
Genelkurmay Başkanlığı’nın resmi internet sitesinden yapılan açıklamaya göre, Kavaklı kırsalında operasyon yürüten bir komando bölüğü 15 Ekim günü saat 20.30 sıralarında manevra yaparken patlama meydana geldi. Bu sırada PKK’lilerin açtığı ateş sonucu dört güvenlik görevlisi şehit oldu. Bu sırada kaçan PKK’lilerin önünü kesmek amacıyla bölgeye gece saatlerinde helikopterle birlik sevk edildi. Helikopterin inişi sırasında yaşadığı teknik arıza nedeniyle kırıma uğradı.
Çatışmada şehit olan Uzman Çavuş Ferhat Erdin’in Amasya, komando er Ferdi Sefa Kılıç’ın İzmir, komando er Umut Çiftçi’nin Diyarbakır, er Hasan İrkoç’un ise Muş nüfusuna bağlı olduğu öğrenildi. Helikopterin düşmesi sonucu şehit olan Piyade Onbaşı Orhan Marhan’ın ise Bitlis’te ikamet ettiği bildirildi.
Açıklamada ayrıca Hâkkari’nin Şemdinli ilçesi Derecik bölgesinde Irak sınırına 4 kilometre uzaklıkta bir grup PKK’liye müdahale sonucu dört, Şırnak’ın Cudi Dağı bölgesindeki operasyonlarda da bir PKK’linin öldürüldüğü belirtildi.
Şırnak kırsalındaki Cudi ve Kato ile Hakkâri’nin Çukurca ilçesinde devam eden operasyonlara destek amacıyla çok sayıda asker ve askeri araç sevkıyatı yapıldı. Operasyonlara Van Filo Komutanlığı ve Şırnak 23. Jandarma Sınır Tümen Komutanlığı’ndan kalkan çok sayıda Skorski, Kobra ve Süper Kobra helikopterlerle destek verildi. Diyarbakır 2. Taktik Hava Kuvvetleri Komutanlığı’ndan havalanan 20 civarında F-16 savaş uçağının da operasyon bölgesine gittiği gözlendi. Uçakların ağır bombardıman yüklü olduğu görüldü.
ERDOĞAN KONUŞTU
Başbuğ’a destek
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un sert çıkışını değerlendiren Başbakan Erdoğan, basının eleştiri hakkı olduğunu belirtirken eleştirilere cevap hakkı bulunduğunu da anımsattı. Kimsenin terörü cesaretlendirme hakkına sahip olmadığını belirten Erdoğan, “Verilen cevabın üslubundan ve sertliğinden şikâyet edenler, önce dönüp bir de kendilerine baksınlar. (...) Özgür basının da uymak zorunda oldukları meslek ahlak kuralları var” dedi. ■
Başbakan Erdoğan’dan Başbuğ’a destek: Üslubun sertliğinden yakınanlar kendilerine baksın
‘Biz doğru yerdeyiz’
ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’a destek verdi. “Biz haklıyız ve doğru yerdeyiz, gerisini yanlış yerde duranlar düşünsün” diyen Erdoğan, “Verilen cevabın üslubundan ve sertliğinden şikâyet edenler, önce dönüp bir de kendilerine baksınlar. Hiç ayna karşısında durmadan bu süreci devam ettirme hakkına da sahip değiller. Özgür basının da uymak zorunda oldukları meslek ahlak kuralları var” açıklamasını yaptı.
Başbakan Erdoğan dün Olimpiyat Oyunları-Paralimpik Oyunları’nda madalya alan sporcuları kabulünde yaptığı konuşmada, Başbuğ’un da haklı olarak buna vurgu yaptığını kaydeden Erdoğan, şöyle devam etti:
“Özgür basının da uymak zorunda oldukları meslek ahlak kuralları var. Ben onlar kadar bilmem ama biraz okudum. Açıp gazeteciliğin anayasası sayılan meslek ahlak ilkelerine baksınlar. Eleştiri hakkının sınırsız olmadığını orada kendileri görürler. Türk Silahlı Kuvvetlerimize ve onun komutanlarına karşı kampanya yürütülmesinin bedelinin, faturasının nasıl bir moral değer ortaya çıkaracağının hesabı acaba hiç yapılıyor mu? Acaba komutanlarımıza karşı yapılan bu kampanyanın cephedeki er, erbaş, oradaki komuta kademesinin üzerinde meydana getirdiği tesir hiç düşünülüyor mu? Kusura bakmasınlar; basın da görevini kendi sınırları içerisinde yapmalıdır.”
Erdoğan, terörün sadece Türkiye’nin değil, insanlığın ortak düşmanı olduğuna dikkati çekerek, “Bu mücadelede basın da dahil herkes nerede durduğunu iyi bilmelidir. Terörün tek amacı, propagandasını yaptırtmaktır ama ne yazık ki yazılı ve görsel medya bu konuyu gayet başarılı bir şekilde sürdürmektedir ve bu propagandayı yapmaktadır” dedi. Erdoğan, kendisinin de defalarca medya sorumlularına çok kez ricada bulunduğunu kaydederek, şunları söyledi: “Teröre karşı hepimiz aynı safta olmalıyız. Kimse terörü cesaretlendirme hakkına sahip değildir, olamaz. Terör örgütünün ümitlerini ve emellerini yok etmek, dünyadan ve toplumdan tecrit etmek için yürüttüğümüz mücadele, siyasi, askeri, psikolojik, sosyokültürel, sosyoekonomik bütün boyutlarıyla devam edecektir. Bundan kimsenin şüphesi olmasın.”
Başbuğ’un, “Dolayısıyla herkesi dikkatli olmaya ve doğru yerde bulunmaya davet ediyorum” şeklindeki sözlerine de göndermede bulunan Erdoğan, “Açık söylüyorum; biz haklıyız ve doğru yerdeyiz, gerisini yanlış yerde duranlar düşünsün” dedi.
Basın meslek örgütlerinden tepki
Öte yandan bazı basın meslek örgütleri tarafından yapılan açıklamada, “Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un açıklaması kabul edilemez tehditkâr bir üslubu yansıtmaktadır” denildi.
Krizin sektörde riskleri arttıracağına inanan bankacılar, önümüzdeki dönemden endişeli
Dolar da faiz de yakacak
Kredi oranları artacak Bankacılık Sektörü Yönetici Kesimi Beklenti Anketi’ni yanıtlayan 90 üst düzey banka yöneticisine göre, uluslararası piyasalardan sağlanan fonların önemli ölçüde azalması ve maliyetlerindeki artış nedeniyle bankaların yurtdışındaki borçlanma faizleri de, tüketici kredisi faiz oranları da artacak. Takipteki bireysel kredi hacmi ise yükselecek. Dolar kurunun artmaya devam edeceğine inanan bankacılar Avrupa’daki durgunluğun Türkiye’ye yansıyacağını düşünüyor. ■
Artan risklere dikkat çeken bankacılar ‘bizi etkilemez’ denilen krizden tedirgin
Hem dolar hem faiz yakacak
© Kârlılığın azalacağı ve kaynak bulmanın giderek zorlaşacağını öngören 90 üst düzey banka yöneticisine göre krizin yol açacağı geri ödemelerde yaşanacak sorunlar nedeniyle takipteki krediler de ciddi oranda artacak.
Ekonomi Servisi - Bankacılar, küresel krizin yaratacağı ekonomik yavaşlamadan dolayı yurtdışı kaynak bulma ve yabancı sermaye imkânlarında daralma, bankacılık sektörünün riskliliğinde artma bekliyor. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun (BDDK) üç ayda bir yayımlanan, 90 üst düzey banka yöneticisi tarafından yanıtlanan ve Ekim-Aralık 2008’e ilişkin “Bankacılık Sektörü Yönetici Kesimi Beklenti Anketi”nin sonuçlarına göre, krizin Türkiye’ye iki önemli etkisi olacak. Bunlardan biri uluslararası piyasalardan sağlanan fonların önemli ölçüde azalması ve maliyetlerindeki artış; ikincisi de Avrupa’da yaşanacak ekonomik durgunluğun yansıması. Anketin sonuçları şöyle:
4 Bankacılık sektörünü en fazla makroekonomik gelişmeler etkileyecek. Sektörün riskliliği artacak. En önemli risk kaynakları ise yüzde 41 ile kredi riski. Sektöre olan güveni en fazla etkilemesi beklenen unsur ise yabancı sermaye girişindeki değişim.
4 Bankaların yurtdışındaki borçlanma faizleri de, tüketici kredisi faiz oranları da artacak. Takipteki bireysel kredi hacmi de yükselecek.
4 Ekim 2005’ten bu yana en düşük kârlılık artışı beklentisine sahip olan sektör temsilcilerine göre sektörün aktif büyüklüğü düşecek. Dolar kuru artacak diyenlerin oranı ise yüzde 64.
4 İç borçlanma faiz oranlarının artacağını tahmin edenlerin oranı yüzde 47. Düşecek diyenlerin oranı ise yüzde 10. TÜFE’nin düşeceğine inananların oranı yüzde 26’da kalırken, reel sektörün finansman gereksinimi artacak.
Paketler yetmedi. Kriz, Soros ve Buffet gibi hedge fon sihirbazlarının tatlı kârlarını da eritti
Yangın ‘hedge’lere de sıçradı
©Trilyon dolarlık kurtarma planlarını yutan kriz, yüksek getirili hedge fonlarını da sarstı. Belirsizlik dövize olan talebi arttırınca, dolar 1.51, Avro 2 YTL’yi, borsa son 3 yılın en düşük noktasını gördü.
NECDET ÇALIŞKAN
Avrupa ve ABD’nin finansal sistemi kurtarmak için bankalara akıttığı 3.5 trilyon dolar da işe yaramadı. Krizin hedge fonları da sıkıntıya sokması, ABD başta olmak üzere tüm dünya borsalarının rekor düşüşler yaşamasına neden oldu. Krizin reel sektörde de etkisini göstermesi, gelişmiş ülkelere olan para transferlerini hızlandırırken, dolar tüm dünyada değer kazandı. ABD borsalarının 1987’deki borsa krizinin ardından en dalgalı gününü yaşadığı önceki günün ardından açılan Asya borsalarında kayıplar yüzde 11’leri aştı. Avrupa’nın önde gelen borsalarında da satışlar hisse senetlerinin değerini ortalama yüzde 1 ile yüzde 2 arasında düşürdü. ABD’de sanayi üretimi rakamlarının son 34 yılın dibine vurmasıyla Amerikan borsaları da güne düşüşle başladı.
Pozisyon kapatıyorlar
İMKB Ulusal 100 Endeksi günü 1843 puan düşüşle 27 bin 600 puandan tamamlarken, hisse senetleri ortalama yüzde 6.3 değer yitirdi.
Krizin etkisiyle Hedge Fonlar Endeksi eylülde yüzde 4.7 düştü. Bu düşüş Soros ve Buffet gibi dünyanın en zengin spekülatörlerinin ‘vazgeçilmez’ yatırım araçlarının getirilerinin son 10 yılda (Ağustos 1998’den bu yana) yaşadığı en sert düşüş oldu. Dünyanın önde gelen hedge fonlarından Citadel Investment Group’un en büyük fonunun bu yıl yüzde 30 değer kaybetmesi haberinin ardından, hedge fon piyasasında da çalkantının başladığı endişelerinin yoğunlaşması ve bazı büyük hedge fonların dağılabileceği korkusu, borsalarda satış dalgasına neden oldu.
Kurtarma planlarının krizi çözmeye yetmediğinin anlaşılmasıyla hedge fonların pozisyonlarını kapatmaya yöneldiği gözlenirken, dünya borsalarında bu yıl yaşanan yüzde 57’lik düşüşün büyük bölümünün hedge fonların pozisyonlarını paraya çevirmelerinden kaynaklandığı belirtiliyor.
Citadel’in kurucusu Kenneth Griffin yatırımcılara gönderdiği mektupta, 10 milyar dolar büyüklüğündeki Kensignton Global Strategies Fonu’nun global kredi krizi nedeniyle önemli oranda gerilediğini ve önümüzdeki haftalarda kazançlarında kırılganlığın devam etmesini beklediğini ifade etti.
Çocuğa yönelik cinsel suçlarda geri adım atılmak istendiği ortaya çıktı
Üzmez’e özel yasa hazırlığı
AYŞE SAYIN
ANKARA - Adalet Bakanlığı’nda çocukların cinsel istismarına ilişkin suçlara bakan Yargıtay 5. Ceza Dairesi’nin önerileri doğrultusunda evlenme yaşını 14’e indiren, tecavüzde şikâyet yaşını 15’ten 14’e düşüren yasa değişikliği için hazırlık yapıldığı ortaya çıktı. Düzenleme yasalaşırsa, 14 yaşındaki çocuğu tacizden yargılanan dinci Anadolu’da Vakit gazetesi yazarı Hüseyin Üzmez de cezadan kurtulacak.
Adalet Bakanlığı’nda 9-10 Ekim tarihlerinde Türk Ceza Yasası’nın (TCY) özellikle çocukların cinsel istismarına dönük maddeleriyle ilgili değişiklik önerilerini görüşmek üzere bir toplantı yapıldı. Adalet Bakanlığı Kanunlar Dairesi Genel Müdürlüğü, Yargıtay 5. Ceza Dairesi, Ankara Çocuk Savcısı, Ankara Barosu ve Adli Tıp Kurumu temsilcisinin katıldığı toplantıda çocukların cinsel istismarına dönük suçlarla ilgili yapılacak değişiklikler masaya yatırıldı. CHP Ankara Milletvekili Canan Arıtman’ın bebeklere tecavüz edenlere “ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası” verilmesini öngören yasa önerisinin de görüşülerek kabul edildiği toplantıda, “çocukların cinsel istismarına” yönelik suçlara bakan Yargıtay 5. Ceza Dairesi’nden ilginç öneriler geldi.
Baro temsilcisi karşı çıktı
Toplantıda önce “Reşit olmayanlarla cinsel ilişki” başlıklı, “cebir, tehdit ve hile olmaksızın 15 yaşını bitirmiş olan çocukla cinsel ilişkide bulunan kişinin, şikâyet üzerine, 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılması” hükmünü düzenleyen 104. madde tartışıldı. Yargıtay 5. Ceza Dairesi temsilcileri, halen 15 yaşın üstündeki çocuklarla cinsel ilişkiyi “şikâyete bağlı” olarak cezalandıran düzenlemede, yaş sınırının 14’e indirilmesini isterken, çocuğun yanlış seçim yapabileceği, cinsel ilişki yaşının düşmesi de dikkate alınarak, anne-babaya da şikâyet hakkı tanınmasını istedi. Ankara Barosu temsilcisi Türkay Asma, tecavüzde şikâyet yaşını 14’e indiren öneriye karşı çıktı. Tartışmaların ardından 14 yaş önerisi kabul edilmezken, hem çocuğa hem de aileye şikâyet hakkı tanınması, çatışma olması durumunda hâkimin sosyal inceleme raporu alması; aynı maddeye, ensest ilişki halinde cezanın 2 ile 6 yıla kadar arttırılmasına ilişkin hüküm eklenmesi benimsendi.
Yargıtay 5. Ceza Dairesi temsilcilerinden ayrıca Medeni Yasa ve TCY’de hâkim iznine bağlı olarak 16, rıza ile 17 olan evlenme yaşının 14’e indirilmesi, tecavüzcünün tecavüz ettiği kişiyle evlenmesi durumunda, cezanın ortadan kaldırılmasına ilişkin eski TCY’de olan hükmün yeniden konulması, TCY’nin 102. maddesinde eşin tecavüzü durumunda 2 yıldan 7 yıla kadar olan cezanın erteleme kapsamına giren 6 aydan 1 yıla düşürülmesi önerileri geldi. Yargıtay temsilcisi değişiklik istemlerini “toplum gerçekleri”ne dayandırdı. Yargıtay temsilcisi, mahkemelerde yargıçların karşısına 14 yaşında, kucağında çocuklu kadınlar çıktığını, ailelerin çok güç durumda kaldığını belirterek eski TCY’deki bazı düzenlemelere dönülmesi gerektiğini savundu. Baro Temsilcisi Asma ise tecavüzcü ve ona yardım eden ailenin değil, çocuğun haklarının korunması gerektiğini, bu değişikliklerin çocuk ve kadın haklarından geri adım anlamına geldiğini belirtti.
Toplantıyla ilgili bilgi veren Asma, önerilere destek çıkmamasının, bundan vazgeçildiği anlamına gelmediğine dikkat çekti. Yargıtay Ceza Dairesi’nin çocuk istismarına ilişkin suçlara baktığı için etkili bir daire olduğunu belirten Asma, “Burada sadece bizim görüşlerimiz alındı. Zaten toplantıdan sonra Yargıtay temsilcisinin, Adalet Bakanlığı temsilcisine ‘tasarılar bizim söylediğimiz gibi hazırlansın’ dediğini duydum” dedi.
Arıtman’dan sert tepki...
Evlilik yaşının ve reşit olmayanlarla cinsel ilişkide şikâyet yaşının düşürülmesine ilişkin düzenlemeye sert tepki gösteren CHP’li Arıtman, bunların “Hüseyin Üzmez’i kurtarma düzenlemesi” olduğunu söyledi. Sağlanan haklardan geri adım atılmasına izin vermeyeceklerini belirten Arıtman, “Bu değişiklikler çocukları korumasız bırakıyor, Türkiye İranlaştırılmak isteniyor.” görüşünü dile getirdi.
Çeber’in işkenceyle öldürülmesinin ardından TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu ‘harekete geçti’
Komisyonlar karakol denetleyecek
Haber Merkezi - TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu, Engin Çeber’in işkenceden ölümü üzerine karakollar ve cezaevlerinde inceleme yapma kararı aldı. Komisyon bünyesinde karakollar ve cezaevlerinin yanı sıra, göçmen kaçakçılığı ve çocuk istismarı konularında da alt komisyon kurulması benimsendi. Komisyon Başkanı Üskül ile CHP Milletvekili Ersin arasında söz düellosu yaşandı. Ersin, Üskül’ü olaya zamanında müdahil olmamakla eleştirdi. Öte yandan Antalya’da gazetecilerin sorularını yanıtlayan Adalet Bakanı Şahin, “Hiç işkence olmamıştır diyemem. Son yıllarda bu konuda istatistikler, rakamların azaldığını gösteriyor” dedi.
TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu, dün AKP’li Zafer Üskül’ün başkanlığında toplandı. Üskül, kendisine yöneltilen “Adalet Bakanı’nın, Engin Çeber’in ölümüyle ilgili özür dilemesini nasıl değerlendiriyorsunuz” sorusuna, “Son derece yerinde buldum” yanıtını verdi. “Tazminat cezalarının işkence yapanlara rücu edilmesi şeklindeki açıklamasının” anımsatılması üzerine Üskül, şunları söyledi:
“Anayasanın 129. maddesinin 4. fıkrasına bir hüküm eklendi. Kamu görevlilerinin kusurlarından ötürü devletin tazminat ödemesi gerektiğinde, bu tazminatın ilgili kamu görevlisine rücu edilmesi zaten gerekli. Bu hükmün işletilmesi gerekiyor. Bunun işkence ve kötü muamele konusunda da caydırıcı bir etki yaratacağını düşünüyorum. Ama onunla sınırlı değil. Nerede bir kamu görevlisi hata yapmış ve tazminat ödenmesine neden olmuşsa, o tazminatın o kişiye rücu edilmesi doğru olur diye düşünüyorum.”
Komisyon toplantıda yasadışı telefon dinlemeyle ilgili oluşturulan alt komisyon raporunu gö-rüştü. Rapor, CHP’nin karşı oyuna rağmen, AKP-MHP ittifakıyla kabul edildi. Rapora muhalefet şerhi koyan CHP’li üyeler, dinlenme kuşkusunun “magazinsel nedenlere dayandığı” değerlendirmesinin rapordan çıkarılmasını istediler. CHP’li Ahmet Ersin, Türkiye’ye ithal edildiği bildirilen, ortam dinlemesi yapabilen mobil dinleme araçlarının hangi kurumca kullanıldığının saptanamadığını belirterek “Gümrüklerden sorumlu devlet bakanlığına yazı gönderilmeli ve bir kez daha sorulmalı” dedi.
‘Komisyonu hadım ettiniz’
Bu arada CHP’li Ersin ile Komisyon Başkanı Üskül arasında Engin Çeber olayıyla ilgili tartışma yaşandı. CHP’li Ersin, Başbakanlık İnsan Hakları Kurulu’nun bile olaya müdahil olarak hemen harekete geçtiğini, ancak komisyonun Adalet Bakanlığı’na yazı yazmakla yetindiğini söyledi. Ersin’in, “Bir bürokrat kadar olamadınız. Tek yaptığınız Adalet Bakanlığı’na dilekçe vermek. Sizin göreviniz bu olay üzerine gidip çalışmaları yapmaktı. Çalışmalarınız güven vermiyor. Komisyonu hadım ettiniz” sözleri üzerine Üskül, “Size cevap vermeyeceğim” dedi. Bunun üzerine Ersin tekrar söz alarak, “Hayırdır Zafer Bey. Sizde mi Başbakan gibi beni ademe (yokluğa) havale ettiniz? Yoksa bu sizin yeni politika anlayışınız mı” diye sordu. Ancak Üskül yanıt vermeyeceğini belirtmekle yetindi.
Tartışmaların ardından ceza-tutukevleri ve karakollardaki kötü muamele ve işkence iddialarının araştırılması için birer alt komisyon oluşturulması benimsendi. Ayrıca göçmen kaçakçılığı ve çocuk istismarına ilişkin iki ayrı alt komisyon daha oluşturuldu. AKP’den Zafer Üskül, Mehmet Ocakdan, MHP’den Mehmet Ekici, CHP’den Çetin Soysal ve DSP’den Ayşe Jale Ağırbaş’ın görev aldığı Cezaevleri İnceleme Komisyonu İstanbul, Diyarbakır, Bandırma ve Sincan’daki cezaevlerini gezecek.
Komisyon İstanbul’daki karakolların da incelenmesi için Karakollar Alt Komisyonu kurdu.
CHP’den belediye başkan adaylığı netleşen Murat Karayalçın DSP lideri Sezer’le de görüşecek
‘Başkenti kurtarmalıyız’
© Baykal ile vardıkları mutabakatı ‘Yeni bir dönem başlıyor’ şeklinde açıklayan Karayalçın, adaylığına ilişkin merkez sağdan da çok olumlu tepkiler geldiğini söyledi.
TÜREY KÖSE
ANKARA - SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın’ın yerel seçimlerde CHP’den Ankara belediye başkan adayı olacağının netleşmesi başkent kulislerini hareketlendirdi. DSP Genel Başkanı Zeki Sezer’i ziyaret edecek olan Karayalçın, “Başkenti bu yönetimden kurtarmalıyız” mesajı verdi. Karayalçın gelen tepkilerden mutlu olduğunu, özellikle merkez sağdan çok olumlu tepkiler aldığını bildirdi.
Deniz Baykal-Karayalçın görüşmesinde Eskişehir-Ordu gibi illeri de içeren daha geniş kapsamlı bir işbirliğinin gereği üzerinde durulduğu, SHP’li Dikili Belediye Başkanı Osman Özgüven’in “başarılı” bir belediye başkanı olarak yeniden aday gösterilmesinin de gündeme geldiği kaydedildi.
Karayalçın, Cumhuriyet’in sorularını yanıtlarken “Görüşmede bir yan yana duruş, kararlılık ortaya kondu. Alışılmış ve bizi bu tür süreçlerde bir yerde tıkayan sözcüklerle, söylemle yaklaşmadık. Kararlıyız, yeni bir dönem başlatılıyor. Bu işbirliğinin bundan sonra başka kesimleri de kucaklayacağına inanıyorum. Ankara birlikteliği yaratmalıyız” dedi. Karayalçın, SHP’nin CHP’ye katılacağı haberlerini de yalanlarken, “Ne SHP’nin kapatılması söz konusudur ne de görüşmemizde böyle bir konu gündeme gelmiştir” açıklamasını yaptı.
Murat Karayalçın, NTV’nin sorularını yanıtlarken de, DSP Genel Başkanı Zeki Sezer’i ziyaret edeceğini vurgulayarak, “Umarım ki herkesin gücünü katabileceği bir birliktelik ortaya çıkar. Ben başka partilere oy vermiş vatandaşlarıma da sesleniyorum. Bir Ankara birlikteliğini öneriyorum. Ankara bu kötü yönetimden kurtulmalıdır” açıklamasını yaptı.
GÜNCEL
CÜNEYT ARCAYÜREK
Yerel Seçimlere Doğru
Birbirini kovalayan olaylar…
Aktütün saldırısı… Genelkurmay’ın kimi iddialara karşı sergilediği sert savunma refleksi…
Terör örgütünün sınırlarımızı aşan ayağını kesmek için Barzani ile daha sonra öne süreceği pazarlık öğelerine kapıyı açan ilk görüşmeler…
Yeni yolsuzluk belgeleri.. ile tartışmalar arasında partiler Mart 2009 yerel seçimlerine hazırlanıyor.
AKP seçim hazırlıklarına çoktaaan başladı. RTE’nin şu ve bu vesile ile durmadan illeri gezmesindeki asıl amaç; seçimi kazanmanın yollarını araştırmak veya kaynağı devlet kesesi olan yeni olanaklar bularak seçmeni AKP’ye bağımlı duruma getirmek!
Kömür yardımına yaz ortasında başladı. Yoksullara devlet yardımını ikiden üçe çıkardı. Kuşkunuz olmasın yiyecek giyecek paketlerinin hazırlığı sürüyor. Kim bilir daha niceleri…
***
Muhalefet partileri, örneğin CHP, AKP’nin seçmeni bağlayan parasal yöntemlerine karşı ne yapabilir?
Çok şey yapabilir. Bölgesel, kentsel kimi vaatler dışında kullanacağı başka silahlar yok mu? Var!
Örneğin yurdu bir baştan öteki başa saran yolsuzluk olayları öncelik alıyor.
AKP’li belediyelerin halka maddi yardımlarda bulunurken bir yandan da partili veya partiye yakın olanların zenginleşmesine olanak sağladıklarını Mısır’daki sağır sultan bile duydu.
AKP’nin masumluk maskesini indirmek sadece merkezdeki büyük yolsuzluk olaylarını dillendirmekle olmuyor.
Yerel yönetimlerdeki pek çoğu halk arasında konuşulan yolsuzluk olaylarını hemen her ilde ilçede belgeleriyle tabii seçimden en az bir ay önce gündeme getirmek ve fakir fukara yoksul gureba edebiyatı yapan iktidar partisinin gerçek yüzünü sergilemek gerekiyor.
AKP belgeli muhalefetten o denli korkuyor ki; örneğin partinin ikinci adamı Dengir Bey, Kemal Kılıçdaroğlu’nun belgelerle kanıtladığı olayları geçen haftanın salı günü karşı belgelerle çürüteceğini ilan etti.
Salılar geçiyor. Dengir Bey’den ses çıkmadı. Ortağı olduğu şirketin hayali ihracat yaptığı kanıtlandı. Hükümetinden aldığı belge; ortağı olduğu, yönetiminde bulunduğu şirketin altında imzası olan başvuru ile (daha önce kilolarla uyuşturucuyla yakalanan) TIR’larının gümrüklerde denetime tabi tutulmamasını istediğini doğruluyor.
Deniz Feneri olayının kapanmasını neden istiyor AKP? Çünkü halkın din duygularını kullanarak toplanan paralarla siyaset yapmak, oy toplamak gibi bir aracın ellerinden kaydığını görüyor.
***
İktidarda kalmak, yerel seçimleri kazanmak için her yola başvurabilirler.
Zira RTE, yerel seçimleri kazanırsa ulusun 2007’de kendisine verdiği yetkiyi bir kez daha tazelediğini ilan etmeye hazırlanıyor.
CHP, yerel seçimlere hazırlanırken belediye başkan adaylarını halkın beğenisini kazanmış kişilerden seçmeye özen göstereceğinin ilk işaretlerini veriyor.
Ankara’da bugün ne yapılmışsa bunların fikirsel ve yapısal temellerini atan Murat Karayalçın’ı Ankara Anakent Belediye Başkanı adayı seçiyor.
Karayalçın siyaset alanındaki talihsizliği bir yana; belediyeci olarak Ankaralılara ve CHP’ye (pek çok yorumcunun belirttiği gibi solda birleşmeye) hizmet verecek yetenekte bir politikacı.
Karayalçın’dan sonra Kemal Kılıçdaroğlu’nun İstanbul adaylığı da gerçekleşirse; CHP topluma din ve para ile beyinleri yıkamadan hizmet vermenin ne demek olduğunu kanıtlayacağı gibi genel seçimlere sağlam temeller atarak girme olanağını da kazanacak.
***
Karayalçın’ın adaylığı Melih Gökçek’i fena halde korkutmuş olmalı ki, Baykal’la görüşmesinden hemen sonraki saatlerde kendisine bağlı kimi iletişim kanallarında Karayalçın’a tutarsız, modası mazide kalmış kimi olaylarla saldırıya girişti.
Kuşku yok Ankara’da Karayalçın, İstanbul’da Kılıçdaroğlu altı yıldır bu kentlerdeki yolsuzlukları bir bir kamuoyuna anlatacaklar.
Bu arada Ankara’da anakent belediyesini kazanmak hesapları yapan, ne ki son yerel seçimde Çankaya dışında hemen her ilçede seçimi yitiren CHP, bu seçimde Çankaya’yı yitirmemenin hesaplarını da yapmalı.
Zira Melih Gökçek Çankaya’yı AKP’ye kazandırmak için üstün bir çaba gösteriyor. CHP Çankaya Belediyesi ise bu çabaları olanakları çerçevesinde karşılayamıyor.
Bugünkü Başkan Muzaffer Eryılmaz’la başarıyı aramak yerine Çankaya’ya Çankayalıların benim belediye başkanım diyebilecekleri bir aday bulmak gerekiyor.
Zira Cumhuriyet’e yazı yazmakla… Lozan, Atatürk edebiyatı ile seçim kazanmak olanaksız.
CHP politikaları yeni bir yol ayrımında. Partinin değil halkın benimsediği insanlarla yürümeye hazırlanıyor.
GÜNDEM
MUSTAFA BALBAY
Durum...
Türkiye’nin içinde bulunduğu durum için seçilebilecek t-onlarca sözcükten biri şu olabilir:
Yönetilmezlik!
Türkiye tam bir yönetilmezlik içinde...
Ülkeyi yönetenler, içinde bulunduğumuz akıntıya göre şekillenen yönsüz hareketliliği halka, “ilerliyoruz” diye anlatmaya çalışıyorlar. Oysa gerçek: İlerlemiyoruz, akıntı ne tarafa çekerse o tarafa doğru gidiyoruz.
Gündemin iki temel konusu, ekonomide ve terörle mücadelede tablo bu.
Hükümetin ekonomiyi yönetmek için geliştirdiği yöntem şöyle:
Kimse olumsuz bir gelişmeden söz etmeyecek. Herkes, ne olursa bunu olumluya yoracak. Kimi olumsuz göstergeler ortaya çıktığında söylenmeyecek. Buna öncelikle iş dünyasının içindeki insanlar uyacak!
2001 krizi öncesinde Dünya Bankası’ndan IMF’ye her kesim, Türk ekonomisi için şu tanımı kullanıyordu:
Muhteşemsiniz!
Bugün de aynı çevrelerden şu tür demeçler okuyunca, yazı aramızda, ürperiyorum:
Çok sağlam bir mali tablonuz, bankacılık sisteminiz var. Dünya ekonomisinde sözü olan bir ülke haline geldiniz!
***
Terörle mücadelede ise hükümetin benimsediği temel yol şu:
Benden uzak dursun da ne olursa olsun!
Olmaz, olamaz... İş dönüp dolaşıp siyasal sorumluluğa gelir. Son birkaç gün içindeki gelişmeler de bu yönde.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un önceki gün yaptığı açıklama bunun bir göstergesi... Terörle mücadelede tek sorumlu olarak gösterilmek istenen asker, kendisine yönelik medya operasyonuna çok sert karşılık verdi. Ortada basın özgürlüğünün boyutlarını aşan, sistemli, planlı, programlı, hedefli bir durum var. Küresel kuşatma, terör örgütü yerine orduya “silahları bırak” diyor!
Bunun devamında nasıl bir istemin geleceğini kestirmek zor değil...
Eğer hükümet, 2 turlu 6 saatlik görüşmeler sonucunda işi koordinasyon sorununa indirgemek yerine, kamuoyuna güven veren bir biçimde terörle mücadelenin çerçevesini anlatsaydı, daha farklı bir tablo olurdu. Başbakan bunun tersine, “Asker ne istiyorsa verdik, vereceğiz”, “Baykal, Bahçeli muhatabım değil” türünden çıkışlar yapınca, asker kendisini anlatmak zorunluluğunu duydu. Buna meydan vermemek, işleri bu noktaya getirmemek hükümetin sorumluluğu ve görevi...
***
Ankara’daki bu dağınıklığın bir nedeni daha var...
Ne diyor anayasamız:
Cumhurbaşkanı, devlet kurumları arasındaki dengeyi, koordinasyonu sağlamakla görevlidir.
Cumhurbaşkanı Gül bunu yerine getiriyor mu?
Her şeyden önce zaman olarak bunu yapması çok zor; zira, Ankara’da fazla kalmıyor!
Bize öyle geliyor ki; Gül dönemiyle birlikte askerler, devlet katında kendilerini bir doz daha yalnız hissediyorlar.
Başbakan’ın dünkü açıklamasına değinelim. Dedi ki:
“Terörle mücadelenin başarısı birlikte ortak bir kararlılıkla karşı durmamıza bağlıdır. Genelkurmay Başkanımız da haklı olarak buna vurgu yapmıştır. Elbette basın hürdür. Eleştirme hakkı da vardır. Buna mukabil kendilerine yapılan eleştirilere de cevap hakkı vardır. Verilen cevabın üslubundan ve sertliğinden şikâyet edenler önce dönüp bir de kendilerine baksınlar. Hiç ayna karşısında durmadan bu süreci devam ettirme hakkına da sahip değiller...”
Medya yanını ayrı bir yazı konusu yapacağız.
Ancak aynaya bakması gerekenler arasında bir kişi daha var:
Başbakan...
Aksi halde ülkenin durumu ayna karşısında bile tanınmayacak hale gelebilir!
ankcum@cumhuriyet.com.tr
AÇI
MÜMTAZ SOYSAL
Üslup ve Hesap
ROMAN ya da hikâye yazarının, hatta nutuk söyleyen politikacının üslubunu eleştirebilir, keşke daha özenli yazıp konuşsaydı diyebilirsiniz. Ama yüz binlerce askerin can sorumluluğunu omuzlarında taşıyan, binbir sıkıntı ve ihanet ortamında görev yapan bir komutanın bu tür nedenlerle ister istemez sert konuşma gereğini duymuş olmasında yumuşak üslup arayabilir misiniz?
Sayılamaz kadar çok işle, kaldırılamayacak kadar ağır yükle uğraşırken sinirinizi bozan bir şey yapılınca ağzınızdan okkalı bir küfrün bile çıktığı anlar olmamış mıdır? İnsan yapısındaki frenlerin tutmadığı durumlar hiç mi yoktur?
Fransa tarihindeki ünlü generallerden birinin, Waterloo Savaşı’nda Napoleon’la birlikte İngilizlere karşı savaşan Pierre Cambronne’un burnundan soluduğu güç bir durumda ve teslim olmasının istendiği bir sırada ağzından çıkmış beş harfli bir sözcük var ki, kibarlar bizde “b” ile başlayan üç harfli bir sözün karşılığı olan o lafı ağızlarına yakıştırmayınca “Cambronne’un sözü” deyip çıkarlar işin içinden. Haklı öfke ancak bu kadar kibarlık dinleyebilir. Yapılan eleştirilerde, daha doğrusu eleştirilerin ortaya konuşunda iyi niyet aramak kadar abes bir şey olamaz. O yazılar, o sözler, o kanıtlar ya da belgeler, yazılıp söylendiği gibi sahiden doğru haber vermek, düzeltilmesi gereken bir yanlışı ortaya koymak, giderilmesi istenen bir kusuru eleştirmek, orduyu daha iyi iş görebilir duruma getirmek için mi ortaya atılmıştır?
Yoksa asıl amaç, askerin yıpratılabileceği, saygınlığının örselenebileceği bir fırsat yakalamış olmanın şehvetiyle onun üzerine çullanmak mıdır?
Çullanıştaki faillerin geçmişleri, ilişkileri ve tıynetleri böyle bir sorunun yanıtlanmasını kolaylaştırmıyor mu? Zihin yormaya bile değmez.
Zaten, asıl sorun bu değil.
Asıl sorun, ülkenin ve Cumhuriyetin neredeyse her yönden, içten ve dıştan tam bir kuşatma altına alındığı sırada bir komutanın çıkışını üslup sorununa indirgemek isteyenlerin tutumudur. Konu, gerçekten basın özgürlüğü müdür? Haber alma ve verme serbestliği mi tartışılmaktadır?
Yoksa, çullananların tutumunda bir başka niyetin, yani askeri yıpratma fırsatından yararlanma niyetinin bulunması gibi, üslubu ön plana çıkaranların tutumunda da, sanki eleştiriler özde doğruymuş da generalin üslubu yanlışmışçasına, “suret-i hak”tan görünüp zaman zaman politikayı da içine alan “asker-sivil” çekişmesinde yeniden iktidara yakınlaşma niyeti sezmemek mümkün mü?
Kim bilir, Batı’daki son örneklerle de görüldüğü gibi, bizim çevreleri de kriz rüzgârlarının estiği ortamlarda banka ve şirket kurtarabilecek bir iktidarla arayı bozuk tutmanın pek akıl kârı olmayacağını görmeye başlamış da olabilirler.
Çünkü, “doğru yerde durmak” sözünü böyle anlamayı hesaplarına uygun bulanlar hiçbir zaman eksik olmamıştır.
mumtazsoysal@gmail.com
Danıştay’ın Rücu Hakkında Son Kararı
Danıştay’ın kararının önemi bu noktada ortaya çıkmaktadır. Danıştay, rücu mekanizmasının en yüksek düzeydeki devlet görevlileri için de işletilmesinin önünü açmıştır. Yasama dokunulmazlığı da bu alanda geçerli değildir. Şimdi şu soruyla karşı karşıyayız: Hukuk tanımaz devlet görevlileri, işin ucu kendi ceplerine dayanınca, acaba, akıllarını başlarına toplayacaklar mıdır?
Ahmet YAĞLI Maltepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Siyanürle altın işletmeciliğine yönelik yargı organlarınca verilen iptal kararları Türkiye’de on yılı aşkın zamandır uygulanmıyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi üç ayrı kararında, kesinleşmiş yargı kararlarını uygulamamaktan dolayı Türkiye’yi 1 milyon Avro’dan fazla tazminat ödemeye mahkûm etmişti. Bu konu ile ilgili geçen haftalarda yayımlanan yeni bir kararında Danıştay, bu tür tazminatlar için ilgili kamu görevlilerine rücu edilmesi gerektiğini hüküm altına almış bulunuyor.
Bu kararın verilmesine neden olan olayların seyri şöyle: 1996 yılında Çevre Bakanlığı Bergama’da siyanürle altın madeni işletilmesine izin verince, bir grup Bergamalı bu iznin iptali istemi ile idari yargıda dava açtı. İki yıllık yargılama sonunda mahkeme izni iptal etti. İptal kararının anlamı şu idi: Siyanürle altın madeni işletilmesinden doğan tehlikeler göze alınamayacak kadar büyüktür; bu yöntemle maden işletilemez.
Yargı kararı bu denli açık olmasına karşın, maden, devlet görevlilerinin “himayesinde” fiilen çalışmaya devam etti. Bunun anlamı, yargı kararını “tanımamak”tır. Bu suçtur; yargı kararını yerine getirmeyenler ve buna göz yumanlar suç işlemiş olurlar. Bergama olayında bu suç dolayısıyla hüküm giyen olmamıştır; ama 2003 yılında devrin Başbakanı, bazı bakanlarla birlikte, kendi ceplerinden tazminat ödemiştir. Devlet Memurları Kanunu’nun 13. maddesi bu gibi haller için bir “rücu” mekanizması da öngörmüştür. Öte yandan, 2577 sayılı yasanın 27. maddesine göre, yargı kararlarının gereğini yerine getirmeme halinde doğan zarardan, bunu yapmayan görevli kişisel olarak sorumlu tutulmuştur. Kökleşmiş içtihatta, öteden beri bu davranışın kişisel kusur oluşturduğu karinesi kabul edilmektedir. Yani, bir devlet görevlisi, görev alanına giren bir konuda verilen mahkeme kararını uygulamıyorsa, bu davranışının kişisel olarak kusur oluşturduğu varsayılır ve kusurlu sayılan görevli bundan doğan zararı kendi öder.
Prensip kararları
Bergama altın madeni olayında ise bu konu ile ilgili “gelişim” şudur: Ortada apaçık bir yargı kararı varken, bu kararın gereğini yerine getirecek olan yetkililer ısmarlama raporlarla, tavsiyelerle, talimatlarla, “gizli” genelgelerle (29.3.2002 tarihli “prensip kararı” gizli olduğu gerekçesiyle uzun süre açıklanmamıştır) madenin işletilmesine devam edilmesini teşvik ederler. Hatta yeni ruhsatlar verip hukukla alay edercesine açılış törenlerine katılırlar. Bunun üzerine izni iptal ettiren Bergamalılar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvururlar. Yargı kararının uygulanmamasından şikâyetçi olurlar. Bu mahkeme yargı kararının uygulanmamasının adil yargılanma hakkının parçası olduğuna hükmederek Türkiye’yi tazminata mahkûm eder. Üç ayrı kararda, 1 milyon Avro’dan fazla tazminat ödenmesi hükme bağlanır.
Hazine ödeyecek
Ortada bir sorun vardır: Devletçe ödenecek bu tazminatlar kimin sırtına yüklenecektir? Mahkeme kararının gereğini yerine getirmeyenler, madeni kapatmayanlar isim isim bellidir. Ama uluslararası hukuka göre bu tazminatı Hazine ödeyecektir.
Kısaca, on beş-yirmi kamu görevlisinin hukuk tanımazlığının yol açtığı zararı, yetmiş milyon kişi ödemiş olacaktır. İşin en tuhaf tarafı da, davacılar bu ülkenin vergi ödeyen yurttaşları olduğuna ve Hazine bu vergilerle oluşturulduğuna göre, kendi kendilerine tazminat ödemiş olmaktadırlar.
Bunun üzerine Bergamalı davacılar, kusuru bulunan kamu görevlilerine tazminat için rücu edilmesini; yani Hazine’nin ödediği paranın, kararı uygulamayan hukuk tanımaz kamu görevlilerinden geri alınmasını isterler. Ama bu talepleri kabul görmez. Sonuçta konu tekrar yargıya intikal eder.
İşte, Danıştay Beşinci Dairesi’nin 3.6.2008 tarihli 3234 sayılı kararı, bu konu ile ilgili yeni bir içtihattır. Yüksek Mahkeme bu kararında “yargı kararını uygulamama eyleminin idare adına yetki kullanan kamu görevlilerinin kişisel kusurundan doğduğuna ve kamu görevlilerinin kusurlarından doğan bu zararın toplum tarafından ödenemeyeceğine” hükmetmiştir. Bu karar kesinleştiğinde, öncelikle dava konusu olan meblağ kusurlu kamu görevlilerinden geri alınacak, sonra da uygulanmayan diğer kararlardan doğan zarara sıra gelecektir.
Yargı kararlarının yerine getirilmemesi, savsaklanması, hukuk devletinde aslında tartışmaya kapalı bir konudur. Yargı kararları derhal ve gecikmeden uygulanır, uygulanmalıdır. Aksi halde, yargı işlevsizleşecektir.
Çünkü yargı organlarının elinde, kararlarını uygulatacak somut araçlar ve yaptırım olanakları yoktur; yargı kararı gücünü niteliğinden alır.
Tavırları aynı
Türkiye ne yazık ki, yargı kararlarının uygulanmamasına öteden beri “alışık” bir ülkedir. Siyasi iktidarlar özellikle kamu hukukuna ilişkin yargı kararlarını kendilerine yönelik tehdit olarak algılamışlardır. Bergama altın madeni davasında ise bu tavır görülmedik boyutlara ulaşmıştır. Gerçekten ilk günden beri altın madeninin işletilebilmesi için hükümetler (o günden beri beş hükümet değişmiş, ama tavır aynı kalmıştır) “akla ziyan” çabalarla, önlerine çıkan hukuk kurallarını çiğneyerek, karşılarına çıkan herkesi düşman belleyerek tuhaf bir kararlılık içine girmişlerdir. Bu “kararlılığın” madenci şirketlerin gücü ve devlet görevlileri ile girdikleri ilişki biçimlerinden başka bir açıklaması olabilir mi?
Danıştay’ın kararının önemi bu noktada ortaya çıkmaktadır. Danıştay, rücu mekanizmasının en yüksek düzeydeki devlet görevlileri için de işletilmesinin önünü açmıştır. Yasama dokunulmazlığı da bu alanda geçerli değildir.
Şimdi şu soruyla karşı karşıyayız: Hukuk tanımaz devlet görevlileri, işin ucu kendi ceplerine dayanınca, acaba, akıllarını başlarına toplayacaklar mıdır?
PENCERE
Feto’nun ‘Yeşil Kartı’...
Fethullah Gülen uzun bir süredir Amerika’da yaşıyor; şimdi sürekli oturma izni sağlayan ‘Yeşil Kart’ almış...
Bölge Savcılığı “çok büyük ticari holdinglerle desteklenen geniş ve etkili dini-siyasi bir hareketin lideri” olduğuna ilişkin delilleri değerlendirerek Gülen’i desteklemiş...
Bilindiği gibi Fethullah Fetoculuğun lideridir..
Fetoculuk Nakşi tarikatının bir siyasal kolu demek...
*
Amerika’nın BOP’u (Büyük Ortadoğu Projesi) Türkiye ayağında tıkır tıkır yürüyor...
BOP’un Türkiye ayağı nedir?..
“Ilımlı İslam Devleti Modeli...”
Bu model tarikat ve cemaatlerin ağırlıklı olduğu bir tabana dayandığı için seçim sandığında tavana doğru yükseliyor...
AKP iktidarı yargıyı böldü, üniversiteler yönetimini ve Çankaya’yı ele geçirdi...
Sıra Ordu’da...
Kuzey Irak’ta ABD Türk askerinin başına çuval geçirmişti...
Şimdi iş Ordu’nun başına çuval geçirmeye kaldı...
*
Peki, bu işin içinden nasıl çıkılır, siyasal iktidarı biçimlendiren ve devleti ele geçiren Amerikancı dincilik nasıl durdurulur?..
Güç bir soru...
Çünkü Türkiye’de seçim sandığından her zaman Amerika’nın desteklediği siyasal parti çıkar...
Ancak son günlerde yapılan kamuoyu yoklamalarında AKP’nin oy oranı az buçuk düşmüş gibi görünüyor...
Gerçek mi?..
*
AKP yöneticileri ABD’ye bağımlı Türkiye’de şöyle düşünüyorlar:
- Tarikat ve cemaatlerin örgütlediği bizim halkımız laikliğe ve yolsuzluğa boş verir; biz yerel seçimleri de aldık mı karşımıza kimse çıkamaz...
Ordu’yu da teslim alırlarsa yeme de yanında yat...
İşte o zaman Fethullah Türkiye’ye gelir, ortalık şenlenir...
GENİŞ AÇI
HİKMET BİLA
Duruş
Aslında bir tarih yazılıyor. Aslında yaşanıyor. Ama toz-duman içinde bu süreci herkesin görebildiğini söylemek güç. Ortadoğu’nun ve Türkiye’nin coğrafyasını değiştirmeyi hedefleyen bir girişim ‘tarihsel’ değilse, nedir?
Bu gerçeği görmeyip, Türkiye’nin sadece bir ‘terör’ olayıyla karşı karşıya kaldığını sananlar için atıp-tutmak kolaydır. Bunu yaparken, demokrasi savunuculuğu, ifade özgürlüğü edebiyatı paralamak da kolaydır.
Olup-bitenleri sıradan bir terör olayı gibi görenler rahatlıkla, ilk bakışta haklı görünen tezleri savunurlar. Örneğin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin eski bir Türk yargıcı, ‘Demokrasiler, teröre karşı tek kolları bağlı olarak mücadele etmek zorundalar’ diyebilir.
Ya da örneğin, gazete köşelerinde ve manşetlerinde, sert konuştu diye Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ’a yüklenilir ve hatta dünkü Radikal gazetesinin manşetindeki gibi ‘Ne bu hiddet bu celal!’ diye dalga da geçilebilir.
Uzaktan gelen davulun sesi ile medya nağmeleri birbirine karışır. Kulağa da hoş gelir.
***
Gerçeklerse başka türlüdür.
Bugün ‘tek sağlam kurum’ Türk Silahlı Kuvvetleri dört koldan kuşatma altındadır.
Anlaşılan ‘beşinci kol’ kuşatması da devrededir.
‘Karakolda şehit olan evlatlarımız’ için üzgün olduklarını söyleyerek timsah gözyaşı dökenlerin gerçek yüzlerini görmeyip, onların dümen suyuna girmek acaba ifade özgürlüğünün neresinde yazar? Büyük bir ‘psikolojik savaş’ın taraftarlarının propaganda faaliyetlerine alet olmak, onların attığı yemlerin üzerine balıklama dalmak hangi basın özgürlüğünün ifadesidir? Gerçeklerin ortaya çıkmasını kim istemez? Hangi dürüst gazeteci istemez? Ancak, ‘Gerçekler ortaya çıksın istiyoruz’ gerekçesiyle, eleştiri sınırlarını kat kat aşan yıpratma kampanlarının oyununa gelmek hangi meslek ilkesinin gereğidir?
Amerika Başkanı Bush, “At pazarlığı yapmayın ulan” diye Türk temsilcilerini fırçalarken sessiz kalanlar, Amerikan Savunma Bakanı üç günlük yoldan “Türk askeri hemen Kuzey Irak’tan çekilsin” diye posta koyarken yutkunanlar, Barzani ve Talabani, aşiret reisliğinin tüm ilkelliğiyle ağzından köpükler saçarak terör örgütüne arka çıkarken ‘diyalog ve tam uzlaşma’ çığlıkları atanlar, Genelkurmay Başkanı öfkelendiği zaman neden ‘sükûnet tanrısı’ kesilirler?
***
Ne dedik? Tarih yazılıyor. Tarih yaşanıyor.
Bu sürecin bütününü göremeyip, önüne atılan oyuncaklarla oynamak, herhalde sorumluluğun gereği değildir. Aydın olmanın gereği de değildir, gazeteci olmanın gereği de değildir. Türkiye’nin ve Türk ordusunun karşı karşıya bulunduğu durumu basit bir terör olayı olarak görenlerin artık gözlerini dört açmaları, at gözlüğünü de çıkarmaları gerekiyor.
“Demokrasilerde herkes doğru olduğuna inandığı yerde durur” gibilerinden cafcaflı sözler göz alıcıdır ama, gerçeğin şablonuna oturttuğunuz zaman, kiminin kafa üstü, kiminin kıçüstü durduğunu görebilirsiniz.
hikmet.bila@ntv.com.tr
DÜNYADA BUGÜN
ALİ SİRMEN
Hangi Taraftan Geldiğine Bakmak Gerek
Basının nesnelliğinin illa tarafsızlığı anlamına gelmediğinin bir örneğidir elinizde tuttuğunuz bu gazete.
Gerçekten de, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından, Cumhuriyetin ilanından sonra Mustafa Kemal, Yunus Nadi’ye, Yenigün’ün adının Cumhuriyet’e çevrilmesini önerirken, Cumhuriyetin savunulmaya ihtiyacı olduğunu ve bu gazetenin o işlevi yüklenmesi gerektiğini söylemişti.
O gün bugündür, Cumhuriyet’in bu işlevi sürdürmesi hem sevindirici hem de üzücü...
Sevindiricidir çünkü misyonunu hâlâ sürdürmektedir.
Üzücüdür, çünkü seksen yılı aşkın süre sonra, Cumhuriyet hâlâ savunulması gereken bir kazanım olarak durmakta, hatta son günlerde kırılganlığı da artmış bulunmaktadır.
Nesnellik olayları çarpıtmamakla sağlanabilecek bir özelliktir, yoksa yorumda karanlık ile aydınlığa, zulüm ile demokrasiye eşit uzaklıkta durarak, bunlar arasında tarafsız kalmakla değil...
Nesnelliğe saygı gösteren her basın organının yapısı gereği o nesnelliği sağlayacak ve koruyacak demokratik ortama taraf olması gerektiğini düşünürüm.
Taraf olduğunu açıklıkla söyleyenlere saygı duyarım. Yeter ki, taraf olan neye taraf olduğunu yalan söylemeden, emellerini gizlemeden, açıkça söylesin.
***
Son dönemlerde Türk Silahlı Kuvvetleri belirli bir taraftan gelen saldırılarla yıpratılmaya çalışılıyor.
Alışılmadık bir durum değil. Bu ordunun kuvvacı öncülerine karşı da, düzmece şeyhülislam fetvalarıyla saldırılar düzenlenmiş, o fetvaları verdiren İtilaf Devletleri de, tıpkı bugün olduğu gibi, başta Mustafa Kemal ve ordusu olmak üzere ulusalcı olan ne varsa, terörist, asi, çeteci olarak suçlanmışlardı.
O günden bugüne saflar değişmedi, yalnızca safları oluşturanların adları değişti.
Konu TSK’den açılmışken, bir noktayı vurgulamak isterim. Demokrasilerde, eleştirilmez, dokunulmaz tabular yoktur. TSK de dokunulması yasak bir tabu olmadığı gibi kesinlikle eleştirilemeyen, eleştirilmemesi gereken bir kurum da değildir.
Unutmayalım ki, tarihte başımıza gelen en büyük şerlerden biri olan Kenan Evren bir TSK mensubu idi ve başımıza bunca işi açarken de, TSK’nin o sıradaki bir numarası olma niteliğinin kendisine verdiği erki kullanıyordu.
Aktütün olayından sonra hiçbir şey olmamışçasına golf oynayan Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Babaoğlu ile onun onca saat sonra olaydan haberdar olmadığını belirten Genelkurmay açıklamasını da, bu sütunda eleştirmiştik.
Kendi ordumuz, bizim üstümüzde bizden ayrı bir kurum olmayıp, içimizden çıkmış bizim kurumumuz olduğuna göre sevmek de eleştirmek de hakkımız.
***
Ancak, bizim olan bütün kurumlara olduğu gibi, orduya yöneltilen eleştirileri de değerlendirirken, hangi taraftan geldiğine iyice bakmak gerekir.
Şu anda BOP çerçevesinde iki büyük plan yürürlüktedir.
Bunlardan biri, bölgenin büyük güçlerinden Türkiye’nin kendi toprakları üzerinde de, etkisini gösterecek mikro milliyetçi hareketlere karşı tepkisiz kalmasını sağlamak üzere, aynı zamanda küreselleşmenin de baş kâbusu olan ulus devleti parçalamaktır. “Ilımlı İslam” etiketi altında sunulan ve ulus devlet ile birlikte demokrasiyi de ortadan kaldırmayı hedefleyen birinci planın yürütücüleri hem memleket dahilinde iktidara sahiptirler, hem de kendi kişisel emellerini Ortadoğu’nun müstevlilerinin siyasal hesaplarıyla uyum içine sokmuşlardır.
Ortadoğu’da, İsrail’in yanı sıra ABD’nin doğal müttefiki olacak olan ve bu alanda Siyonist devletten de daha uysal ve yararlı hale gelmesi öngörülen bir Kürt devletinin oluşması ve bunun Türkiye tarafından tanınması, sonra ABD emelleri doğrultusunda ittifaka girmesi istenmektedir. Planın ikinci ayağı da bu.
Bu emellerin karşısında TSK bir engel olarak görülmekte, sürekli yıpratılarak, etkinliğinin düzeyi düşürülmeye çalışılmaktadır.
Bunun için dinci basının yanı sıra, liberal görünümlü, CIA ve CIA’nın adamı Hoca Efendi güdümlü bir yayın organı oluşturup, onu TSK’yi yıpratma işlevine yöneltmek de planı uygulama yöntemlerinden biridir.
TSK eleştirilemez diye bir kural yoktur demokrasilerde, ama bu eleştirilerin hangi taraftan geldiğine de çok iyi bakmak sağlıklı hükme varmak için şarttır.
asirmen@cumhuriyet.com.tr
SAVCI TAKİPSİZLİK KARARI VERDİ
‘AKP önündeki eylem demokratik bir tepki’
ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, AKP İl Başkanlığı önünde eylem yapan 9 kişi hakkında, “demokratik tepkilerini dile getirdikleri” gerekçesiyle kovuşturmaya yer olmadığına karar verdi. Basın Suçları Soruşturma Bürosu, AKP İl Başkanlığı önünde eylem yapan kişilere ilişkin soruşturmasını tamamladı. Soruşturma sonunda Damla Öz, Osman Nuri Orhan, Tuğçe Çetin, Onur Ertekin, Çağrı Yılmaz, Sıla Uzunpınar, Çağlar Özbilgin, Özlem Dönmez ve Ömür Çağdaş Ersoy hakkında, “kovuşturmaya yer olmadığına” karar verildi. Kararda, AKP İl Başkanlığı önüne birlikte gelen Ömür Çağdaş Ersoy dışındaki sekiz kişilik grubun, “Üniversitemizi AKP’ye bırakmayacağız öğrenci kolektifleri” yazılı bez afişi binanın merdivenleri önünde açtıkları ve slogan attıkları belirtildi. Takipsizlik kararında, eylemcilere güvenlik görevlilerinin ve binadan çıkan iki kişinin müdahalede bulunduğu belirtilerek “hiçbir saldırı amacı taşımadan ve yasaların suç saydığı sloganlar atılmadan birkaç dakika süren demokratik bir tepki niteliğinde ortaya çıkan ve sert müdahale ile sona erdirilen toplantı ve gösteride gerçekleşen söz ve hareketlerin; 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Hakkındaki Yasa’nın 28. ve devam eden maddelerindeki suçların unsurlarını oluşturmadığı” kaydedildi.
Öte yandan Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, TBMM önünde eylem yapan Halkevleri mensubu 13 kişi hakkında da dava açtı.
POLİTİKA GÜNLÜĞÜ
HİKMET ÇETİNKAYA
Ne Değişti?..
AKP iktidarı Türkiye’yi kurtaracak; Türkiye’de faili meçhul cinayetler bitecek; devlet içindeki örgütlü silahlı güç açığa çıkarılacak; AKP, Türkiye’yi AB’ye sokacak...
AKP iktidarda neredeyse yedinci yılını dolduruyor!
Ne değişti Türkiye’de?
2007 öncesi CHP’nin desteğiyle anayasada kimi değişiklikler yapıldı o kadar!
12 Eylül 1980 sonrası getirilen seçim ve partiler yasaları yerinde duruyor...
Seçmenin yüzde 53’ü AKP’ye “hayır” demiş... Yoksulluk ve yolsuzluk artmış... Yeni dolar milyarderleri ortaya çıkmış...
Devlet ihalelerinden AKP yandaşları yararlanmış, varoşlarda ve kırsal kesimde “sadaka ekonomisi” yaşam kaynağı olmuş.
20 Ekim Pazartesi günü Ergenekon’un yargı süreci başlıyor!
Soruşturmanın tutuklularından birisi de eski Esenyurt Belediye Başkanı Dr. Gürbüz Çapan! Fethullahçı Zaman ve AKP yandaşı medya Gürbüz Çapan’a saldırıyor!
Asıl amaçları Cumhuriyet!
İlhan Selçuk baş düşmanları!..
İbrahim Yıldız, “medya etiği” dersi veren Zaman’a düzeltme gönderiyor ama nafile.
Hemen hedefi değiştirip bu kez Çapan’a vurmaya başlıyorlar...
Gürbüz’ün kardeşi Zeki Çapan açıklama yapmak zorunda kalıyor, iftiralar karşısında....
Diyor ki:
“Suçlamalar, Bertan Zülaloğlu’yla Şeref Düz’ün iftiralarına dayandırılmaktadır. Bu iki isim hiçbir zaman Gürbüz Çapan’ın çalışma ekibinde olmamıştır.
Gürbüz Çapan’ın dünya görüşü Cumhuriyetten, demokrasiden, halkın iradesinden ve sandıktan yanadır. Halkın iradesine ipotek koyan, diktacı, darbeci yöntemlerin karşısında durmuş, bu tutumundan ötürü de bedelini ödemiştir.”
***
12 Mart ve 12 Eylül faşist askeri dönemlerinde ortaya çıkan “muhbir yurttaş” kimliği, AKP döneminde de yaşam bulmaya başladı.
2001 yılında Cumhuriyet’in zor günlerinde Gürbüz Çapan ve kardeşi Günay Çapan’ın bize verdiği ekonomik desteği unutmadık ve unutmayacağız!
Gizli kapaklı bir ilişki değildi Cumhuriyet’in yaptığı...
Her şey apaçık ortadaydı!
Gürbüz Çapan benim dostum, arkadaşım!
Espriyi seven, insan sevgisiyle coşan, uzun yıllar SHP’nin Esenyurt’ta belediye başkanlığını yapan, Esenyurt’u Sultanbeyli olmaktan kurtaran devrimci bir yüreği vardır Gürbüz’ün...
Pazartesi günü yargı önüne çıkacak mı, çıkmayacak mı bilmiyorum...
Çünkü ek iddianame henüz ortada yok!
Dinci medya Hrank Dink cinayeti davasında olup bitenleri neden görmezden geliyor?
Acaba neden?
Yasin Hayal haykırmış duruşma sırasında:
“Kanımız aksa da zafer İslamın!”
Zaman’dan Yeni Şafak’a dek tarikatçı, dinci gazeteleri okudum, AKP medyasına baktım, haberde bu yer almıyor...
Zaman, Gürbüz Çapan’a vurmayı sürdüyor...
“Gürbüz Çapan Ergenekon’un finansörüymüş! 1995 yılı başında terörist başı Apo’yla görüşmüş, birkaç kez bir araya gelmiş!”
Bir gizli tanık varmış, o söylemiş bunları. Ancak, içinde ifadesi bulunan CD, Büyükçekmece Adliyesi’nde “esrarengiz biçimde” kaybolmuş.
Gürbüz Çapan ve Tuncay Özkan, Metris Cezaevi’nde yatıyorlar. Çapan ve Özkan’ın salt Zaman gazetesi okumalarına izin veriliyor.
Haberi birkaç kez okudum...
Amaç ne İlhan Selçuk ne de Gürbüz Çapan...
Cumhuriyet’i karalamak!
Cumhuriyet olmasa, Fethullahçı örgütlenmenin devleti nasıl kuşattığını, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde nasıl örgütlendiğini toplum bilmeyecekti.
“Fethullahçı Gladyo” görevinin başında...
***
Sözüm ona bizi susturacaklar...
Yeşiller Partisi’nin “sol kanadı” Fethullah Gülen’in müridi ve örtülü hizmetkârı Cem Özdemir’i nasıl dışladı!
Fethullahçılara Almanya’da büyük olanak sağlayan, federal ve eyalet meclislerinde, Milli Eğitim bakanlıklarında (federal-eyalet) ilişkilerini yürüten Cem Özdemir’i Yeşiller bile “yeter artık” deyip defterlerinden sildi...
Önce Özbekistan’dan, ardından Rusya’da sınır dışı edilen Fethullahçılar şimdilerde Almanya’da işler çeviriyorlar, Irak’ın kuzeyinde Barzani’yle ihale kapıyorlar...
Cumhuriyet dışında Fethullahçıları yazan var mı?
Taraf gazetesi bildiğiniz gibi, Fethullah’ın örtülü sözde “sol” gazetesidir... Birincil görevi, CIA önderliğinde Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratıp etkisizleştirmektir.
TSK’yi eleştirmek başka, yıpratıp etkisizleştirmek başka şeydir.
AKP medyası, dinciler, tarikatçıların amacı ne?
Askeri, dizgeli (sistemli) biçimde sindirmek... Etkisizleştirmek, kamuoyu gözünde küçük düşürmek, şehit ailelerini eyleme geçirmek...
İstedikleri düzen “İslam Devleti” bunların!..
Oyuna gelmemek gerek!..
Soros’un Çocukları, Amerikan Mızıkacıları, yobaz ve tarikatçı takımı “askeri kuşatma” çabasında.
Aman İlker Başbuğ Paşa dikkat!..
hikmet.cetinkaya@cumhuriyet.com.tr
Faks numaramız: 0212 343 72 69
Halkevleri, AKP’nin neoliberal ve gerici politikalarına karşı 2 Kasım’da alana çıkıyor
‘Aklamıyoruz, Haklıyoruz’
© Halkevleri önderliğinde 2 Kasım’da sivil toplum, meslek ve Alevi örgütlerinin yanı sıra işçi ve kamu emekçilerinin de katılımıyla AKP’nin gerici politikalarına karşı miting yapılacak. Halkevleri yöneticileri, ‘Derdimiz AKP’nin neoliberal ve gerici politikaları karşısında bir toplumsal muhalefet oluşturmak’ diyor.
MAHMUT LICALI
ANKARA - Halkevleri tarafından düzenlenen “Aklamıyoruz, Haklıyoruz” kampanyası kapsamında sivil toplum, meslek ve Alevi örgütleri ile işçi ve kamu emekçileri sendikaları 2 Kasım’da Ankara’da AKP’nin gerici ve neoliberal politikalarına “hayır” diyecek.
Halkevleri Merkez Yürütme Kurulu Üyeleri Özgür Tüfekçi ve Serhat Savaş’a 2 Kasım’da yapılacak miting ve AKP’nin politikalarına karşı Halkevleri’nin yürüttüğü mücadeleye ilişkin yönelttiğimiz sorular ve yanıtları şöyle:
- Halkevleri’nin mücadelesi ve 2 Kasım’da yapılacak miting hakkında bilgi verir misiniz?
Tüfekçi: Halkevleri 65 şubesiyle kendini yoksul mahallelerde var eden ve yoksul halkın sözü olmaya çalışan bir örgüt. AKP’nin uyguladığı neoliberalizmin kamusal alanı bütünüyle tasfiye ettiğini gözlemliyoruz. Bunun içerisinde eğitim, sağlık, ulaşım, barınma hakkı var. Bu alanların her birinin birer birer yok edildiğini ve özelleştirme mantığı ile devletin sosyal varlığının ortadan kaldırıldığını görüyoruz. Halkevleri de uzun bir süredir kamusal alanın tasfiyesine yönelik, onun karşısında kamusal alanın yeniden inşasını talep eden bir mücadele hattını oluşturmaya ve halkta bir “hak bilincini” ortaya çıkarmaya çalışıyor. Derdimiz AKP’nin neoliberal ve gerici politikaları karşısında bir toplumsal muhalefet oluşturmak. Bu nedenle bütün Türkiye’deki Halkevciler ve dostlarımızla birlikte sol muhalefete bir çizgi tayin etmek üzere 2 Kasım’da sokakta olacağız.
Savaş: Biz AKP’ye karşı yürütülen mücadeleyi çok değerli buluyoruz. Neoliberalizmin ve gericiliğe karşı mücadelenin ülkemizdeki ayağı AKP olduğu için, oraya yoğunlaşmış durumdayız.
- Mitinge hangi örgütler destek veriyor?
Tüfekçi: Sivil toplum örgütleri, Alevi örgütleri ve demokratik kitle örgütleri ile işçi ve kamu emekçi sendikalarına ziyaretlerde bulunuyoruz. Dost örgütleri 2 Kasım’daki mitinge “Halkın Hakları Var” ve “Aklamıyoruz, Haklıyoruz” şiarlarını öne çıkararak davet ediyoruz. İstiyoruz ki, 2 Kasım bir anlamda ara durak olsun. Gerçek anlamda biz kaç kişiyiz? Bunu görelim.
- Halkevleri yoksul semt ve mahallelerde örgütlenmeye önem veriyor...
Savaş: 65 şubemizin yüzde 80’i yerel olarak sağ iktidarların bulunduğu yerlerde. Yoksullaşmanın en yoğun olarak yaşandığı yerlerde özellikle Halkevleri kurmaya yönelik bir stratejimiz var. Bu hususta büyük bir mesafe kat ettik. İstanbul, Ankara, İzmir ve Adana’nın çoğu mahallelerinde İslami ve gerici dernekler dışında bir tek halkevleri var. Büyük bir İslami gettolaşma içinde Halkevleri orada Halktan yana politikaları olan bir vaha gibi. Bizim örgütlü bulunduğumuz mahallelerde İslami yardım kuruluşlarının etkisi çok fazla.
- Halkevleri gerici derneklere karşı ne gibi faaliyetler yürütüyor?
Savaş: Deniz Feneri’nin çok ciddi yardımlarda bulunduğu mahalleler var. Bu dernekler mahallelerde gericiliği pompalar iken, biz aslında bu toprakların hiç de yabancı olmadığı ve tarihsel olarak Anadolu’nun kendine özgü dayanışma örnekleriyle beraber yoksulluğa karşı mücadele ediyoruz.
AKP ve İslamcı dernekler nereye giriyorsa, ona karşı ve gericiliğe karşı Halkevleri şubesi açma hedefimiz vardır. 65 şubemizin yanı sıra 8 tane daha şube başvurumuz bulunuyor.
Gül, Başbuğ’la bir saat görüştü
■ ANKARA (AA) - Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, dün ayrı ayrı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’u kabul etti. Çankaya Köşkü’ndeki Başbuğ’la olan haftalık olağan görüşme, yaklaşık bir saat sürdü.
Gökçek’e parti içinden rakip
■ ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - SHP lideri Murat Karayalçın’ın CHP’den aday olacağının kesinlik kazanmasının ardından Anakent Belediye Başkanı Melih Gökçek de “adaylığının henüz kesinleşmediğini” söylemesine karşın Karayalçın’a ve CHP lideri Deniz Baykal’a, “Hodri meydan. Ben, onlar kazanırsa siyaseti bırakacağım” diye meydan okudu. Rekabete, AKP’li Keçiören Belediye Başkanı Turgut Altınok da dahil oldu. Altınok, “Partim, teşkilatım, genel başkanımız uygun görürlerse büyükşehir belediye başkanı aday adayıyım” diye konuştu.
CHP Ergenekon’u izleyecek
■ ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - CHP, pazartesi günü İstanbul’da duruşmasına başlanacak olan Ergenekon davasını izlemek için milletvekillerinden oluşan bir komisyon kuruyor. Ağırlıklı olarak hukukçu milletvekillerinden oluşacak komisyon Hrant Dink davasında olduğu gibi Ergenekon davasınıda takip edecek. Üyeler, en kısa sürede belirlenecek.
Gazetecilere dava açıldı
■ İstanbul Haber Servisi - Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nin Türkiye geneli için verdiği dinleme iznine ilişkin haber yapan gazeteciler Kemal Göktaş ve Gökçer Tahincioğlu’nun yargılandığı davaya devam edildi. İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşma ertelendi. Adliye önünde açıklama yapan Göktaş, bu davanın basın özgürlüğü açısından bir ihlal olduğunu belirtti.
Taraf gazetesine 3 gün süre
■ Haber Merkezi - Askeri Savcılığın, terör örgütü tarafından Aktütün Jandarma Karakolu’na yapılan ve 17 askerin şehit olduğu baskına ilişkin haberler yapan Taraf gazetesinden haberlerde kullandığı belgeleri istediği belirtildi. Savcılığın söz konusu belgeleri 3 gün içinde teslim etmesi, aksi halde belgelerin zorla alınacağının tebliğ edildiği bildirildi.
31 bin kontenjan boş kaldı
■ ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - ÖSYM tarafından açıklanan 2008 ÖSYS ek yerleştirme sonuçlarına göre, 58 bin 65 öğrenci üniversitelerin önlisans ve lisans programlarına yerleştirilirken 31 bin 92 kontenjan ise boş kaldı. Adaylar, ek yerleştirme sonuçlarını ÖSYM’nin “http://sonuc.osym.gov.tr” internet adresinden öğrenebilecekler.
BİR BAKIMA
SERVER TANİLLİ
Konumuz Kapitalizmin Kendisidir...
Şu içinde bulunduğumuz aya girerken, Birleşik Amerika’da patlak veren ve dünyaya yayılan “mali bunalım”, tartışmalarda baş köşede: Tartışmalar gitgide yaygınlaşırken, yeni konularla besleniyorlar.
İşte gazetemizin Salı günkü nüshasında manşet: “Fatura Yoksullara!”
IMF ve Dünya Bankası başkanları, yoksul ülkelerin kalıcı hasarlarla karşı karşıya olduğunu belirtmişler, çare arıyorlarmış. Sivil toplum kuruluşları da, gelişmiş ülkelerdeki bunalım nedeniyle yoksul ülkelere yardımın geri plana atıldığına dikkat çekerek IMF ve Dünya Bankası’nı eleştiriyorlarmış.
Ama kimse konuyu kapitalizme getirmemiş...
Oysa, patlak veren “mali bunalım”ın ve Üçüncü Dünya’nın yoksullarına fatura çıkarılmasının temelinde kapitalizm bulunuyor. İnsanlığı beladan belaya götüren o!
*
Bir de şu: Malûm “malî bunalım”la, Karl Marx’ın güncelliği ilan edildi.
Ayol, gündemden hiç çıkmadı ki!
1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı, arkasından da Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile kapitalizmin küreselleşmesine bakıp, kimi aceleci kalemler, tarihin sonunun geldiğini ilan etmişlerdi.
Ancak, dedikleri çıkmadı.
Yüzyılımızın başlarındaki en çarpıcı gerçek şudur: Kapitalizm, bir süredir, tek başına ve “yeni liberalizm” adıyla, iletişim devriminden de yararlanıp dünyanın yeni bir fethine çıkmıştır; onu, doğası ve insanıyla yağmalarken, var olan eşitsizlikleri derinleştirir; “ortaklaşa olan”ı yok eder, emeğin kazandığı mevkileri çiğner ve gelecek için umutları da karartır. “Küreselleşme”, her şeyin metalaştırıldığı bir süreç olur ve “paranın totalitarizmi” başlar.
Öte yandan, Kuzey - Güney zıtlığının günden güne arttığı bir dünyada kapitalizm, yeni teknik olanaklardan da yararlanıp ülkeleri ve halkları, kültürleri ve değerleri -şaşırtıcı biçimde- sultasına alır ve değirmeninde öğütür. Çelişmeler, dikkat ediniz sevgili okurlar, yalnız ekonomik değil, sosyal, siyasal, moral ve kültüreldir.
İşte böyle bir ortamda, Marx’ın “hayali” yeniden dolaşıyordu.
En başta şu nedenle ki, insanlar, olan biten hakkında, bölük pörçük değil, bütünlüğüne bir açıklama ihtiyacı içindeydiler. Gitgide karmaşıklaşan bir dünyayı anlamada, gözlerin Marksizme çevrilmesinin bir nedeni buydu.
Bugün de böyle...
Ben, çağındaki olan-bitene ilgi duyan bir kalem olarak, yüzyılımızın başında kopan büyük tartışmalara bakıp Değişimin Diyalektiği ve Devrim, Marksizm Üstüne Yeni Düşünceler adlı kitabımı yazmış ve 2001 yılında yayımlamıştım.
Bakıyorum, eser güncelliğini sürdürüyor...
Artık, konudan konuya gireceğiz.
Ancak, unutmayınız: Konumuz, şu ya da bu uyduruk sorun değil, doğrudan doğruya kapitalizmin kendisidir...
*
Nail Çakırhan’ın adını Nâzım Hikmet’in şiirlerinden duymuştuk. Birlikte çıkarttıkları bir kitabı da biliyoruz. Çakırhan’ın adı, bu bildiklerimize, uzun bir ömür içinde yaptığı daha başka fetihleriyle eklendi: Şair ve yazar, “doğayla uyumlu mimarlığın” öncüsü olarak da anılacak. Çok şeyimiz gibi, doğamızın da yağmalandığı bir dönemde, Akyaka’yı da miras olarak bizlere bırakıyor.
Bir “Cumhuriyet bilgesi” olarak da anılacak.
Birkaç gün önce, Nâzım gibi o da “Elveda dünya, merhaba kâinat” diyerek aramızdan ayrıldı; hayır, gönüllerimize gömüldü...
Halet Çambel’in duyduklarını da paylaşıyoruz...
DÜZ YAZI
ORHAN BİRGİT
Başlama Vuruşu...
CHP Genel Başkanı Baykal’ın, Ankara Büyükşehir belediye başkanlığı adaylığı için Murat Karayalçın’a yaptığı çağrıyı, soldaki partilerin yerel seçimlerde ortak hareket etmelerini gerçekleştirecek güç birliğini amaçlayan ilk adım olarak görmek gerekiyor. SHP Genel Başkanı, kendisine uzatılan eli geri çevirmek şöyle dursun, içtenlikle tutarken “Bu sefer kararlı davranılması, işin şansa bırakılmaması gerekiyor. Kesin olarak Ankara’nın, bu bilgisiz, beceriksiz, yetersiz, yeteneksiz yönetimden kurtarılması gerekiyor. Yalnızca solun birlikteliği değil, tüm Ankaralıların, sol partilerin dışındaki partilere oy kullanan Ankaralıların da bu çevrede, bu birliktelik içinde yer alması gerekir diye düşünüyorum” diyor.
Öylece Karayalçın’ın daha işin başlangıcında güç birliğinin çerçevesini olabildiğince geniş tutmayı düşündüğü anlaşılıyor. Düşüncenin artık aramızda olmayan sahibi, sosyal demokratların da demokratik solcuların da ortak liderleri aziz Bülent Ecevit’in ölümünden önce bir vasiyet gibi paylaştığı görüşlerinin de, AKP ve özellikle Erdoğan karşısında ülkedeki bütün cumhuriyetçilerin, yapılacak ilk seçimde el ele vermelerini sağlamak olduğunu yakından bildiğim için, Baykal-Karayalçın buluşmasını, önemli gördüğümü söylemek istiyorum.
Karayalçın’ın telefonları dün hiç susmamış. Yurdun dört bir yanından ve SHP ile de solla da ilgisi olmayan çok sayıda yurttaş, bir süreden beri üstlerinden atamadıkları karamsarlık duyguları yerine yeni bir heyecanlı başlangıca ihtiyaçları olduğunu söyleyerek kendisini kutlamışlar.
Büyükerşen’in desteği
Karayalçın, önündeki yolu “somut ve alçakgönüllü hedef” olarak tanımlarken Türkiye’nin her yerinde benzer arayışların gerçekleşeceğine inandığını söylüyor. Yılmaz Büyükerşen’in oluşumu desteklemesini, o gerçekleşme için çok önemli güç olarak nitelendiriyor.
Önceki günkü buluşmanın ve atılan ilk adımın bile iktidar partisinde neden olduğu telaşı, Melih Gökçek’in televizyonlarda verdiği asabi görüntüler ile ardı ardına sıraladığı karalamalar da belgeliyor. Öte yandan kısır ve dar particiliğin kalıplarını kıramayan bazı CHP’lilerin, daha işin başında, önceki günkü buluşma sonunda, SHP’nin partilerine katılacağı yolunda bir anlaşmanın gerçekleştiğini söylemeleri, tam anlamı ile “yola taş koymak” olarak görülüyor.
Nitekim SHP Genel Başkanı dün yazılı bir açıklama ile bu söylentileri yalanladı.
Uzun bir nişanlılık dönemi..
Karayalçın, Baykal ile yapılan görüşmede böyle bir seçeneğin gündeme bile gelmediğini söyledi.
Yılmaz Büyükerşen’in önceki gece Haber Türk te-levizyonunda Hürriyet Gazetesi Yazıişleri Müdürü ve Yazarı Tufan Türenç’in sorularını yanıtlarken söylediklerini, bence böyle bir işbirliğini içtenlikle isteyen herkesin sindirmesi gerekir.
Büyükerşen, akıllıca yapılacak ve yürütülecek işbirliğinin, CHP ile öteki partiler arasında eski buzları eritmekle kalmayacağı, birbirlerini daha yakından tanımayı da sağlayacağını düşünüyor. Ülkenin her tarafında ve illerin, kentlerin özelliklerine göre yapılacak seçim çalışmalarından alınacak başarılı sonuçları evlilik yolundaki deneme yani uzun bir nişanlılık dönemi gibi algılamak gerektiğini söylüyor. Ve öyle bir yolun sonucunun özlenilen birlik olduğunun altını çiziyor. Karayalçın gibi o da 2009 yerel seçimlerinde başarılı ve akılcı bir işbirliğinden yüz akı ile çıkılabilirse, bunun 2011 genel seçimlerine uzanacak köprü olabileceğini hem AKP karşısındaki partilerin hem de kararsız seçmenlerin unutmaması gerektiğini savunuyor.
***
Murat Karayalçın, pazartesi günü Demokratik Sol Parti Genel Başkanı’nı ziyaret ederek hem Deniz Baykal ile yaptığı görüşme hakkında Zeki Sezer’e bilgi verecek, hem de böyle bir güç birliği fikrinin babası olan Ecevit’in halefinden, girişim için demokratik solcuların da ortak harekete katılmalarını ve güçlü katkı sağlamasını isteyecek.
Faks: 0 216 302 82 08 obirgit@e-kolay.net
CHP’Lİ KILIÇDAROĞLU VE DİBEK
Dişli hakkında suç duyurusu
ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - CHP Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu ve Kırklareli Milletvekili Turgut Dibek, AKP Sakarya Milletvekili Şaban Dişli ve Silivri Belediye Başkan Yardımcısı Namık Öndeş hakkında “görevlerinin sağladığı nüfuzu kötüye kullanmak suretiyle ilgili belediyeleri imar planı değişikliğine icbar ettikleri, kendilerine ve başkasına yarar sağladıkları” gerekçesiyle suç duyurusunda bulundu.
CHP’li Dibek, dün Ankara Adalet Sarayı’na giderek İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na iletilmek üzere suç duyurusu dilekçesini Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na sundu. Dibek yaptığı açıklamada, Kılıçdaroğlu’nun Dişli hakkında, Silivri’deki bir arazinin imar değişikliğiyle ilgili bir belgeyi kamuoyuna açıklamasına karşın bu konuya ilişkin resen bir soruşturmanın yapılmadığını belirtti. Kılıçdaroğlu’nun önceki gün de konuyla ilgili başka bir belgeyi kamuoyuna açıkladığını ifade eden Dibek, Dişli ve Öndeş hakkında, Türk Ceza Yasası’nın (TCY) 250/1. maddesinde düzenlenen “irtikâp” suçlamasıyla Silivri Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderilmek üzere Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunduklarını kaydetti. Dibek, “Gerek İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin gerek Silivri Belediyesi’nin bu olayda ne kadar yolsuzluklar içerisinde olduğunu görüyoruz” dedi.
MED CEZİR
MEHMET FARAÇ
Kozmik Taarruz!..
Taraf gazetesi dört gün önce malum kaynaklardan sızdırılan kuşkulu ve önyargılı bilgileri ve ne olduğu anlaşılmayan görüntüleri, Genelkurmay’ı hedef almak için manşet yapmıştı. Neymiş efendim, Genelkurmay Aktütün Karakolu’na yönelik saldırıyı bir ay öncesinden biliyormuş!.. Yani TSK kendi askerlerinin öldürülmesine bile bile göz yummuş!.. Kanal 1 televizyonu önceki gece Taraf’ta yayımlanan ucube görüntülerin Aktütün Karakolu’yla ilgisi olmadığını, Kandil Dağı’nı gösterdiğini çarpıcı biçimde gözler önüne serdi. Orgeneral Başbuğ da bu gazetenin, akıllara ziyan tanımlamasının bile hafif kalacağı iddialarına yanıt verirken “Doğrulanmamış bilgiler” cümlesiyle dikkat çekti. Başbuğ ordu düşmanlığını kamuoyunun bilgi alma hakkı gibi kutsal bir talebin içine gizleyenleri sorumlu olmaya da çağırıyordu. Şüphesiz bu yıl içinde yüzden fazla askerini şehit vermenin duygusallığıyla fazla sert çıkan Başbuğ da, demokratik ülkelerde basının kesinlikle özgür olması gerektiğine inanmalıdır. Ancak unutulmamalı ki, orduyu infiale götüren sürecin arkasında da, PKK’nin psikolojik harbine hizmet eden yayınlar duruyor!
Başbuğ’un tepkisini salt basın özgürlüğüne müdahale diye algılayanlar, TSK’ye karşı bir kısım medyada sürdürülen yıpratma çabalarının perde arkasını bilerek gözden kaçırıyor. Dün “Başbuğ tehdit etti” diye yazan Zaman yazarları ile “Bizim yerimiz Mehmetçiğin yanı” diye takıye yapan Vakitçiler işte bu ikiyüzlülüğe hizmet ediyor! Aslında tartışmalar bir gazetenin şehit kanı üzerinden ordunun beynine taarruza geçmesi ve askerin buna tepki göstermesinden çok daha vehamet içeriyor! Bu vahamet, Taraf’ın yazdıkları doğru mu yanlış mı tartışmasında değil, Genelkurmay’daki yaşamsal bilgileri hangi güç sızdırıyor konusunda derinleşiyor!
Cumhuriyet tarihinde görülmemiş olaylar, AKP iktidarı döneminde cereyan ediyor! PKK ile mücadele etmiş paşalar “çeteci” diye cezaevine konuluyor! Generallerin ses kayıtları Youtube’da yayımlanıyor! İrticanın izlenmesine yönelik askeri planlar ve terörle mücadeleye yönelik gizli yazışmalar tarikatların finanse ettiği ikinci cumhuriyetçi ve gerici medyaya sızdırılıyor! Birileri belli ki Türk ordusunun beynindeki kozmik bilgilere ulaşacak kadar ileri gidiyor ve devletin en hassas kurumlarının duvarlarını zorluyor!
Genelkurmay’ı öfkelendiren pervasızlık aslında istihbarat savaşlarını dışavuruyor!.. Bu savaşın bir cephesinde terörle mücadele edenler, diğer tarafında ise askeri yıpratmak isteyenler duruyor! “Başbuğ bize emir veremez!”, “Tehdidi bırak hesap ver” diye meydan okuyan Tarafçıların, bilgi ve talimatları hangi taraftan aldığı çok net görülüyor!
Sabrı Tüketen Taraf!..
Genelkurmay Başkanı’nın öfkesi, psikolojik saldırının gırtlağa dayandığını açığa çıkarıyor! Orduyu yıpratmayı yegâne misyon olarak belirleyen bir gazetenin ocak ayından bu yana yaptığı şu yayınlar bile askerin sabrının neden tükendiğini göstermeye yetiyor:
Taraf, 14 Ocak’ta, “Dağlıca baskını sırasında Tabur Komutanı Yarbay Onur Dirik düğündeydi” diye manşet attı. Ancak bir süre sonra köstebeklerin salt sınır boyunda değil, Genelkurmay’ın içinde olduğu da anlaşıldı. Çünkü 13 Haziran tarihli gazetede AKP’ye kapatma davası açılmasının öncesinde İlker Başbuğ ile Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt’ün gizli bir görüşme yaptığı iddia edildi. 20 Haziran’daki Taraf’ta, “Genelkurmay’ın Türkiye’yi biçimlendirme planı” başlığı vardı ve “Lahike-1” diye bir uygulamadan söz ediliyordu. Aynı gazete 24 Haziran’da, “Dağlıca baskınının yapılacağı bilgisi, saldırıdan dokuz gün önce Genelkurmay’a ulaştırıldı” diye yazdı! 20 Ağustos’ta, “Ergenekon’dan Dağlıca da çıktı” başlığını kullanan gazete, 13 Eylül’de ise bir generalin Şener Eruygur ve Hurşit Tolon’u Kandıra Cezaevi’nde ziyaret etmesine sert tepki gösterdi. Tarafçılar, 7 Nisan’da, “Türkiye’deki STK’lerin bağlantıları” başlığı altında Genelkurmay’ın bir andıçla herkesi fişlediğini iddia etti. 28 Ağustos tarihli gazetede bu kez Kara Kuvvetleri Komutanı Orgenaral Koşaner hedefteydi; “Kürsüye çıktı andıç okudu” denilmişti!.. Ve malum gazetenin TSK’ye saldırısı Akkütün baskınıyla doruğa ulaştı. 5 Ekim’de “Genelkurmay bu kez hesap versin”, 8 Ekim’de ise “Artık itiraf edin, bu ikinci Dağlıca” başlığı altında askerin Aktütün baskınını önceden bildiği ileri sürüldü. Türkiye’de bir yandan Genelkurmay’ı hedef alan diğer yandan da yurttaşlara askere gitmeyin çağrısını yapan gazete, belli ki orduyu topyekûn tüketmeye hizmet ediyor!
Ve Malumun Tarifi!..
Medyadaki cumhuriyet, Atatürk ve ordu karşıtları işte bu gazetenin yayınlarını aylardır ellerini ovuşturarak sinsice izliyor. Onlar, basın özgürlüğünün getirdiği olanakları devletin temellerine dinamit koymak için kullananlara alkış tutuyor. Oysa Taraf’a tarif gerekmese de o gazetenin amacını, duyarlı yazarlar sürekli deşifre ediyor. Fatih Altaylı, dün de habertürk.com’da “Kimden Taraf” başlığı altında tetikçi gazeteyi çok güzel tasvir etmişti:
“Taraf’ın yaptığı yayıncılık, eleştiri değil düşmanlık seviyesinde. Taraf yalan yazıyor. Taraf manipülasyon yapıyor. Özgürlükler ülkesi olarak tanımlanan ABD’de de, İngiltere’de de o ülkenin silahlı kuvvetleri hakkında böyle bir yayın yapılmaz. Yaptırmazlar, zaten kimse de yapmayı düşünmez. Bu gazete Türkiye’de orduyu yıpratma amaçlı kurulmuş gibi duruyor. Hedefinde sadece TSK var. TSK’yi hedef alırken hiç gazetecilik kuralını uygulamaya gerek görmüyorlar. Özgür gazetecilik yaptıkları, korkusuz gazetecilik yaptıkları martavalına inanmıyorum. Taraf’ın kuruluş amacı, varlık nedeni TSK’ye saldırmak.”
“Devletin çeşitli istihbarat birimleri arasında hangi düzeyde işbirliği ve eşgüdüm olduğu sorusu, bu noktada mutlaka gündeme getirilmelidir. Örneğin Taraf’ta yayınlanan bilgilerin, bu bilgilere sahip birim tarafından baskın öncesinde mesela Başbakan’ın önüne getirilip getirilmediği bilinmiyor. Yani mesele ‘Sızıntı’ değil ’Eşgüdümsüzlük’ tür.”
Mehmet Barlas, Sabah
“Büyük gazetecilik başarısı mı, yoksa ‘Bilgi belge sızdırma merkezi’nin Taraf’a bir kıyağı mı? Birinci Cumhuriyet’i yıkmak isteyenlerin amacı Türkiye’yi askeri ve siyasi olarak Amerika ve İsrail’in yörüngesine sokmak. Dolayısıyla yandaş basında TSK’ye saldıran bütün haberleri de bu eksenden okumak gerekiyor. O halde Taraf’a bu bilgileri kim sızdırmış oluyor?”
Oray Eğin, Akşam
Manşetlerdeki Başbuğ!..
Dünkü büyük gazeteler Orgeneral Başbuğ’un tepkisine ihtiyatlı eleştiriler getirmişti. Malum medya ise her zamanki düşmanlığıyla manşetler atmıştı. Vatan’ın manşetinde “Asker çok öfkeli” satırları vardı. Hürriyet, Başbuğ’un, “Kim sızdırdı bulacağız” sözlerini manşete çekmişti. Milliyet, “Başbuğ çok sert konuştu”; Yeniçağ, “Başbuğ’dan sert uyarı”demişti. Sözcü, “Akacak kandan sorumlu olurlar”; Tercüman, “Dikkatli olun”; Akşam, “Tarafını seç uyarısı” başlıklarını kullanmıştı.
Evrensel, “Hizaya gelin tehdidi”; Birgün, “Bu ne şiddet bu ne celal”; Radikal, “Ne bu ne hiddet bu celal” diye yazmıştı. Sabah’ın birinci sayfasında “Yalanlamadı ama çok sert konuştu” satırları vardı. Biat medyasının dinci kanadı ise fırsatı kaçırmamıştı! Yeni Şafak, “Medyaya muhtıra”; Star, “Cevap yerine sert uyarı” başlıklarını kullanmıştı. Bugün, “Doğru yer neresi” diye sormuş ve Mehmet Ali Şahin’in fotoğrafının üstüne “Bir can gitti özür diledi”, Başbuğ’unkinin üzerine ise “17 can gitti fırça çekti” diye yazmıştı! Zaman, “Başbuğ sert konuştu, aydınlar tepki verdi”; Türkiye “Askerden çok sert mesajlar”; Vakit, “Yanlış tespit”, Milli Gazete ise “Terör eylemlerini övenler akacak kandan sorumludur” başlığını kullanmıştı.
e-posta: mfarac@cumhuriyet.com.tr
AZERBAYCAN SEÇİMLERİ
‘Aliyev’in alternatifi yok’
LEYLA TAVŞANOĞLU
BAKÛ - Azerbaycan’da bir cumhurbaşkanlığı seçimi daha İlham Aliyev’in oyların yüzde 80.5’ini almasıyla sonuçlanıyor. Altı muhalif adayın karşısında Cumhurbaşkanı Aliyev’in aldığı bu oy, önceki gece Bakû’da havaifişek gösterileri ve açık hava konserleriyle kutlanıyor.
Seçimlere katılma oranının yüzde 70’in üzerinde olduğuna dikkat çeken siyasi gözlemciler, Aliyev’in bir önceki cumhurbaşkanlığı seçiminde yüzde 73 oy aldığını vurguluyorlar. Aliyev’in oy oranını 7 puan üzerinde arttırmasının nedeni sorulduğunda aldığım cevap şöyle oluyor: “Alternatif yok.”
Öte yandan, dün yayımlanan muhalif gazeteler, seçimlere kimi muhalefet partilerinin sandık boykutu çağırılarına seçmenlerin önemli bir bölümünün uyduğunu iddia etti. “Seçimi boykotçu muhalefet kazandı” biçiminde manşetler attı. Azadlık adlı muhalefet gazetesinin manşeti de dikkat çekiciydi: “Aliyev’lerin 40 yıllık sülalesi 5 yıl daha iktidarını uzattı. Azerbaycan’da iktidar, seçim yoluyla iyice resmileşti. Bu demokrasi değil, monarşidir.”
Her ne olursa olsun İlham Aliyev, babası Haydar Aliyev’den devraldığı iktidar gemisini güvenlikli sularda yüzdürmeyi başardığını kanıtlamış görünüyor. Baba Aliyev’in ardından İlham Aliyev’in cumhurbaşkanlığına dudak büken muhalifleri dahi, bugün siyasetçi kişiliğini inkâr etmiyorlar. Burada konuştuğum pek çok kişi, Türkiye-Azerbaycan ilişkilerinin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün milli maç için Ermenistan’a gitmesi ve Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’la görüşmesinden ciddi bir rahatsızlık olduğunu dile getiriyor: “Allah’tan gidip anıta (Ermenistan’ın başkenti Erivan’daki sözde soykırım anıtı) çelenk koymadı.”
Marmara Grubu Vakfı’nın seçim gözlemcisi heyetinin üyeleri olarak seçim sandıklarını dolaşıyoruz. Kimilerine göre bu son seçimler, geçmişe kıyasla usulüne en uygun yapılanı. Seçimlerin ertesi günü Marmara Grubu Başkanı Dr. Akkan Suver ve gözlemci heyeti üyeleri bir basın toplantısı düzenleyerek Azerbaycan’da demokratik düzenin gelişip olgunlaşması yolunda ciddi ilerlemeler kaydedildiğini dile getiriyorlar.Dün öğleden sonra Aliyev, Marmara Grubu heyeti ile Bakû’de bulunan 4 AKP, 1 MHP, 1 CHP milletvekilini Cumhurbaşkanlığı’nda kabul etti. Aliyev, burada yaptığı konuşmada, “Güçlü bir Türkiye, güçlü bir Azerbaycan bölge için hayati bir önem taşımaktadır. Türkiye, Azerbaycan için çok önemlidir” dedi.
Türkiye’yi önemli stratejik ortak olarak gördüklerini söyleyen İsviçre Cumhurbaşkanı’nın önerisi:
Orta Asya uluslar topluluğu kurun
AYRAN VE RAKI İÇECEK - Kasım ayında Türkiye’ye gelecek olan Couchepin, Hasankeyf-Ilısu Barajı konusunda Türk hükümetinden bilgi isteyeceklerini vurguluyor.
Ülkesini “küçük, ama büyük bir ekonomik imparatorluk” olarak tanımlayan İsviçre Konfederasyonu Cumhurbaşkanı Pascal Couchepin, Türkiye’ye gelince çok sevdiği “ayran” ve “rakı” içeceğini de sözlerine ekliyor.
ÖZGEN ACAR
BERN - Kasım başında Ankara’ya gelecek olan İsviçre Konfederasyonu Cumhurbaşkanı Pascal Couchepin, “Önemli bir stratejik ortak olarak gördüğü Türkiye’nin Orta Asya Türk devletleri ile bir ‘commenwealth (uluslar topluluğu)’ oluşturabileceğine” dikkati çekti.
İsviçre’nin Türkiye’de büyükelçilik açışının 80. yıldönümü nedeniyle Ankara’da görüşmeler yaptıktan sonra Konya’yı ikinci kez ziyaret edecek olan Couchepin, Bern’deki makamında bir grup Türk gazeteci ile yaptığı basın toplantısında iki ülke arasındaki ilişkileri değerlendirdi.
Dönüşümlü olarak birer yıl cumhurbaşkanlığı seçimi yapılan İsviçre’de Couchepin’i 2003’te de bu görevi üstlenmesinden bir yıl önce Ankara’ya yaptığı resmi ziyaret sırasında tanışmıştım. Tramvayla gittiğimiz makamı, öteki ülkelerdeki gibi alışılmışın dışında bir saray değil, herhangi bir sokakta, sıradan bir kamu ya da şirket binası gibiydi. Ne bir güvenlik ne de muhafız alayı vardı!
Ankara’ya gelişinde çantasında ne gibi konuların yer alacağına ilişkin bir soruya İsviçre Cumhurbaşkanı Couchepin, Atatürk döneminde İsviçre yasalarının benimsenmesiyle başlayan ilişkileri ve İsviçre’nin de Türkiye gibi AB dışında olduğunu anımsattıktan sonra şöyle konuştu:
‘Türkiye Avrupa’nın parçası olmalı’
“Eski bir bakanımız Kırgızistan’a yaptığı ziyaret sırasında, Türkiye’nin dünyanın o bölgesindeki nüfuzunu görünce şaşırdığını bana söyledi. Türkiye iki yolda yürüyebilir. O bölge ülkeleri ile uluslar topluluğu oluşturma olanağı var. Ayrıca Avrupa ve Batı ile de ilişkilerini geliştirmeyi sürdürüyor. İki ülkenin işadamları bu alanlara yönelebilir.”
Türkiye’yi 1964’ten bu yana neredeyse karış karış gezdiği anlaşılan Couchepin, “İstanbul’a gittiğimde kendimi Avrupa’da hissediyorum. Anadolu’yu dolaşırken, daha doğuda olduğunuzu düşünebilirsiniz. Ama Doğu Avrupa’da bazı yerlerde de kendinizi Avrupa’da hissetmezsiniz. Türkiye Avrupa’nın parçası olmalı” dedi.
Couchepin, İsviçre parlamentosunun 1915 olaylarını “Ermeni soykırımı” olarak kabul etmesine ilişkin bir soruya şu yanıtı verdi: “Bence bunu artık tartışmamalıyız. Gül’ün futbol maçı için Ermenistan’a yaptığı ziyareti saygı ve hayranlıkla karşıladım. Biz ‘holocaust’ demiyor, soykırımı genelde takbih ediyoruz (kınıyoruz). Yasa nedeniyle karar artık yargıçlarındır. Tarihsel sorunların tarihçilere bırakılmasını ben de kabul ediyorum.”
Couchepin, İstanbul ve Mardin’de çeşitli Hıristiyan din adamları ile konuştuğunu, azınlıktan bir Türk vatandaşına, “Kime oy vereceksin” diye sorduğunda “AKP’ye oy vermeyi düşündüğü” yanıtını aldığını aktardıktan sonra şunları söyledi:
“Kuzey Afrikalı bir Müslüman lider bana AKP için ‘Hıristiyan Demokratların Müslüman sürümü’ tanımlamasını yapmıştı. Pek çok İsviçreli, Türklerle Araplar arasında dinsel yakınlık nedeniyle ilişkilerin çok iyi olduğunu düşünür. Oysa iki taraf arasında tarihten gelen sorunlar var. Türkiye’nin İsrail’le diplomatik ilişkisi olduğu görmezden gelinir. Türkiye ve İsviçre’deki laikliğin benzer olduğu sanılır. Tarihi süreçlerimiz farklıdır. Modern Türkiye’nin kurucusu Atatürk’ün iradesiyle laiklik Türkiye’de başladı. Oysa İsviçre’de ise bu süreç, iç savaşlardan dolayı yüzyıllara yayıldı. Sonuçta farklı dinsel gruplar, kavganın son bulması için laikliği seçti. Bugün, İsviçrelilerin çoğunluğu dindar olmadığı için böyle sorunlarımız yok.” İki ülke arasında olumlu ekonomik gelişme sağlandığını söyleyen Couchepin, “Geçen yıl Başbakan Erdoğan ile Türkiye üzerinden İsviçre’ye de ulaşacak Trans Adriyatik ve Nabuko doğalgaz boru hatlarını görüşmüştüm. Bu projeleri benimsiyoruz.”
İsviçre’nin başı çektiği, Almanya ile Avusturya’nın da kredileri ile katılmak istediği Hasankeyf’i sular altında bırakacak Ilısu Barajı projesi hakkında bir soruya Cumhurbaşkanı şu değerlendirmeyi yaptı: “Arkeolojik bölgelerin korunması, yöre halkının başka yerlere yerleştirilmesi ve çevre konularında ne gibi önlemlerin alındığını Ankara’da Türk hükümetine soracağız. Tarihe ve arkeolojiye ilgim olduğu için çeşitli zamanlarda gittiğim Türkiye’nin her yerinde arkeolojik kalıntılar var. Aynı zamanda Türkiye’nin de enerjiye gereksinimi var. Büyük tarihi değeri olan yerlere önem veriliyor. Örneğin Efes’te fabrika kurulması gündemde değil. Önemli olan önceliklerdir ve öteki bölgelerde Türkiye’nin belirlediği öncelikleri değiştirmesini isteyemeyiz.”
Türkiye’nin Interpol aracılığı ile İsviçre’den istediği PKK’li teröristlerin Ankara’ya teslim edilmediğine yönelik ısrarlı sorulara bir ara sinirlenen hoşsohbet Couchepin şu değerlendirmeyi yaptı:
“Yargı sistemimizin çalışmadığını kimse söyleyemez. Interpol’ün istediği biri verilmiyorsa sebebi nedir? Bu yönetimin değil, yargının sorumluluğu olduğu içindir. Bu konuda da yorum yapamam. Türkiye’yi hedef alan terör eylemlerini şiddetle kınıyoruz. Ama bizim terör örgütleri diye bir listemiz yok. Ben birisine terörist diyebilirim, ama bir terör örgütü diyemem. Biz ancak BM’nin kabul ettiği El Kaide ve Nazi bağlantılı terörlere örgüt kavramı ile bağlıyız. BM, PKK konusunda Güvenlik Konseyi böyle bir sınıflandırma yaparsa, yaptırım kararı alırsa, biz de adım atarız. Biz diktatörlük değiliz, demokratik bir ülkeyiz. Her şeyi yürürlükteki yasalara göre yaparız. İsviçre’nin PKK teröristlerinin sığındığı bir yer olduğu iddiasını reddederim. Onları kontrol ediyoruz, polisin işi. Yasadışı şeyler varsa polis inceler. Adalet bakanlarımız görüşüyor. Ayrıca biz, Türkiye’nin Güvenlik Konseyi adaylığını da destekliyoruz.”
BIÇAK SIRTI
EROL MANİSALI
Amerika ve TSK’nin Görüş Ayrılıkları
ABD’nin Türkiye ve Ortadoğu’ya yönelik politikaları, 2000’li yıllarda daha da netleşmeye başladı. Açık ve örtülü politikaları gerçekleşen uygulamaları göz önüne aldığımızda bunu, kuşkuya meydan vermeyecek bir biçimde görebiliyoruz.
Öte yandan TSK’nin BOP, Kürdistan, mikro milliyetçilik, laiklik, sosyal devlet, dinci oluşumlar, AB süreci, Türkiye’nin bütünlüğüne yönelik politikalar, Atatürkçülük ve Kıbrıs konularındaki görüşleri de biliniyor. TSK; bazen “resmi açıklamalarıyla, bazen yarı resmi beyanlarıyla”, kimi zaman da fiili tutumu ile görüşlerini kamuoyuna ve ilgili kurumlara yansıtmaktadır.
ABD’nin politika, uygulama ve tutumu ile TSK’ninkileri karşılaştırdığımız zaman çok önemli ayrılıkların ortaya çıktığını görüyoruz. Bunların başlıcalarını aşağıda sıralayalım;
1) Ilımlı İslam (siyasal İslam) ve dinci yapılanmalar konusundaki farklar çok büyük.. ABD Türkiye’de,“Ilımlı İslam devletini” resmi politikası haline getirmiştir.
Köktendinci siyasal partiler aracılığı ile Cumhuriyetin çağdaş değerleri yerine,“İslamcı değerleri ve yapılanmayı” tercih ettiğini açık olarak göstermiştir. Bu seçenek, “ABD, İngiltere ve İsrail’in” ortak tutumunu yansıtır.
ABD ve İngiltere’nin “telkinleri ile”, Avrupa Birliği de 2004’ten beri bu çizgiye iyice yakınlaştı.
ABD’nin siyasallaşmış İslam (Ilımlı İslam) modeline,TSK şiddetle karşı çıkmaktadır. NATO içinde, “nesnel ve teknik anlamda Batılılaşmak isteyen TSK”, ABD’nin “öznel olarak İslamcı tercihi karşısında” zorlanmaktadır. (*)
2) TSK, ABD’nin BOP’sine karşıdır. Özellikle 2003-2008 döneminde Bağdat’ta ve Irak’ın kuzeyinde izlenen Amerikan politikalarının,“Türkiye’yi hedef almaya başlaması karşısında”, TSK’de rahatsızlık artmıştır.
BOP’nin esasında, Lozan’ı ve Türkiye Cumhuriyeti’ni hedef almakta oluşu, bu rahatsızlığı derinleştirmektedir. Washington; Ankara’yı Irak’ın kuzeyindeki ayrılıkçı oluşumu tanımaya ve onu desteklemeye zorluyor. TSK, buna karşı tavır alıyor.
3) ABD PKK’nin siyasallaşmasını ve DTP’nin “kabullenilmesini” istiyor.TSK aynı görüşte değildir.
Çekiç Güç’te değişim
4) Pentagon Çekiç Güç’ün daha kapsamlı hale getirilmesini istiyor. Buna karşılık TSK, Çekiç Güç’ün kabulünün büyük hata olduğunu açık açık söylemeye başladı (Büyükanıt’ın 2003 ve 2007’deki konuşmaları).
5) ABD Ankara’dan NATO çerçevesinde asker istiyor. Afganistan, Lübnan, Baltık ve Afrika’da kullanmak amacıyla yapılan bu taleplere TSK karşı çıkıyor. Lübnan kararı TSK’ye rağmen AKP tarafından Meclis’ten geçirildi.
6) “AB sürecine” karşı TSK’nin duruşu AKP, Brüksel ve Washington’dan farklı.
- Büyükanıt Nisan 2007’de yaptığı konuşmalarda,“AB’nin Türkiye’ye karşı bölücü ve ayrıştırıcı politikalar izlediğini” ifade etti. İlker Başbuğ ise, “AB Türkiye için bir amaç değil sadece bir araçtır” dedi (Eylül, 2008).
7 Mart 2002’de, “AKP’nin iktidar hazırlıkları, ABD tarafından yapılırken” MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç tarihi açıklamasını yaptı: “AB bizi bölecek, dış politikada denge gerekiyor” dedi.
7) ABD İran’a saldırı konusunda, “Ankara’nın kendi yanında olmasını” istiyor. TSK ise buna karşı çıkıyor.
8) Kıbrıs konusunda, TSK’nin ABD planlarına sıcak bakmadığını iyi biliyoruz.
AKP ile dengeleme
TSK üzerinde önemli bir oyun oynanmaktadır.
- Bir yanda ABD, TSK’yi “içerde AKP ile sıkıştırmak istiyor”.
- Dışardan da Talabani, Barzani ve PKK’yi kullanıyor.
- Ayrıca, “AB süreci” ile TSK’yi etkisiz duruma getirmeye çalışıyor.
Kamuoyu yoklamalarına bakıldığında halkın büyük çoğunluğunun TSK’ye destek verdiği görülür.
“Güvenilirlik açısından” TSK en ön sırada bulunuyor. Buna karşılık halkın yüzde 90’ı, ABD’nin Ortadoğu ve Türkiye operasyonlarına karşı.
ABD (ve AB) açısından çözüm “TSK’nin güvenirliğinin ortadan kaldırılmasından geçiyor”. Bölgede, “haritaların değiştirilmesinin ve Amerikancı sivil darbelerin yapılmasının önündeki en büyük engel olarak”, TSK’yi görüyorlar. İşte bu nedenlerle;
- Siyasal İslam TSK’yi hedef almış durumda
- “AB süreci” ile TSK köşeye sıkıştırılıyor
- Talabani, Barzani ve PKK kullanılarak TSK yıpratılıyor.
ABD’nin Türkiye planları ile TSK’nin tutumu arasındaki farklar ülkemizdeki kutuplaşmaları derinleştiriyor. Çünkü bir kesim, Amerikan planlarının savunucusu durumuna gelmiş bulunuyor.
(*) Erol Manisalı, “Batı’nın Yeni Türkiye Politikası”, Cumhuriyet Kitap, 2008
www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali
Son karşılaşma sert geçti
New York eyaletinde Hofstra Üniversitesi’nde yapılan son başkanlık tartışmasında adaylar iç politika konularında kozlarını paylaştı. McCain, Demokrat başkan adayını “aşırı kürtaj yanlısı” olmakla suçladı.
ELÇİN POYRAZLAR
WASHINGTON - ABD’de 4 Kasım’daki başkanlık seçimleri öncesinde Demokrat Parti adayı Barack Obama ile Cumhuriyetçi rakibi John McCain üçüncü ve son kez canlı yayında karşı karşıya geldi. New York eyaletinde Hofstra Üniversitesi’nde yapılan son başkanlık tartışmasında adaylar başta ekonomi olmak üzere enerji, sağlık sistemi, kürtaj, eğitim gibi iç politika konularında kozlarını paylaştı. Obama karşısında anketlerde geride kalan McCain oldukça saldırgan bir tutum alırken Obama’nın soğukkanlı kalmaya çalıştığı gözlendi. Önceki tartışma programlarına kıyasla son tartışma çok daha sert bir havada geçti.
‘Ben Bush değilim’
McCain, Obama’nın kendisini ABD Başkanı George Bush’un ekonomik politikalarını sürdürmekle suçlamasına açıkça sinirlenerek “Ben Başkan Bush değilim. Bush’a karşı yarışmayı o kadar istiyorsanız dört yıl önce aday olmanız gerekirdi. Ben bu ülkenin ekonomisine yeni bir yön vereceğim” şeklinde çıkış yaptı.
McCain ayrıca Vietnam Savaşı döneminde radikal bir grubun üyesi olan William Ayers ile Obama’nın ilişkisini gündeme getirerek “Bu ilişkinin derecesini bilmemiz gerekiyor” dedi. Obama, Ayers ile ilişkisi olduğu savlarını yalanlayarak Ayers’in eylemlerini yaptığı sırada kendisinin 8 yaşında olduğunu söyledi. Obama “Kampanyama asla dahil olmadı ve bana Beyaz Saray’da danışmanlık yapmayacak” diye konuştu. McCain ise Obama’nın siyasi kariyerini Ayers’ın “oturma odasında” başlattığını ileri sürdü.
Ekonomik krizi aşmaya yönelik her iki aday da sundukları planı savunurken, vergi politikaları, bütçe açığı, kamu harcamaları ve sağlık sistemi konusunda birbirlerini eleştirdiler. Obama ABD’nin Büyük Buhran’dan bu yana en büyük mali krizi yaşadığına dikkat çekerek orta sınıfa yönelik herhangi bir kurtarma paketinin hazırlanmadığı eleştirisini getirdi. McCain ise 700 milyar dolarlık kurtarma paketinin 300 milyarlık bölümüyle ev sahiplerinin mortgage borçlarının devlet tarafından satın alınması gerektiğini söyledi. McCain tartışmada Obama’nın Ohio’da miting yaptığı sırada vergi politikalarından endişe duyduğunu söyleyen “Su tesisatçısı Joe”yu sık sık gündeme getirdi.
Seçim kampanyalarındaki saldırgan söylemin gündeme geldiği tartışma programında iki aday da birbirini “negatif kampanya” yapmakla suçladı. Obama, Cumhuriyetçilerin mitinglerinde seçmenlerin kendisi için “terörist” “öldürün onu” şeklinde bağırdıklarını ve McCain’in başkan yardımcısı adayı Sarah Palin’in bunları durdurmak için bir şey yapmadığını söyledi. Kendi mitinglerine gelen insanları vatansever olarak niteleyen ve onlarla gurur duyduğunu söyleyen McCain ise “çizginin dışına çıkanları da reddettiğini” belirtti.
Anketler farklı
Başkan yardımcılarının yeteneklerine yönelik bir soruda McCain, Palin’in kadınlar için örnek alınacak bir kişi olduğunu söyleyerek “o bir reformcu” diye konuştu. Obama, Palin’in başkan olmaya hazır olup olmadığı yönündeki soruya “Buna Amerikan halkı karar verecek” dedi. McCain Obama’nın başkan yardımcısı adayı Joe Biden’ın pek çok açıdan yeterli olduğunu, ancak dış politika ve ulusal güvenlik konularında hatalı olduğunu söyledi.
İstenmeyen hamileliği engelleme konusunda farklı görüşleri savunanların ortak bir alan bulması gerektiğini ifade eden Obama, “Kimse kürtaj yanlısı değil” diye konuştu. Doğmamış bebeklerin hakkının korunması gerektiğini söyleyen McCain ise Obama’yı “aşırı kürtaj yanlısı” olmakla suçladı.
CNN televizyonunun anketine göre izleyicilerin yüzde 58’i tartışmayı Obama’nın yüzde 31’i McCain’in kazandığını düşünüyor. Ancak Drudgereport adlı internet sitesinde yüzde 71’le McCain tartışmanın galibi olurken, Obama yüzde 28 oranında destek toplayabildi.
(REUTERS)
YORUM
ÖZTİN AKGÜÇ
Kimi Kurtaracağız?
Ekonomik kurtarma paketleri, kurtarma önerileri, yorumlar, kararlar... Güzel, öncelikle şu sorunun yanıtını vermemiz gerekiyor. Kimi, kimleri kurtarmaya amaçlıyoruz?.. Büyük sermaye sahiplerini mi, kapitalist düzeni mi? Yoksa açlık, yoksulluk sınırında yaşayan milyarlarca insanı mı? İşsizleri mi? Uluslararası düzeyde bakıldığında ABD’yi mi, yoksa tüm dünya ekonomisini mi? Önce neyin amaçladığının açıkça ortaya konulması gerekir. Doğru tanı konulmadan, amaç saptanmadan, uygun politikalar üretilemez, izlenemez.
Ekonomik paketler, faiz indirimi, mevduat güvencesi, bankaları kamu kaynağı ile destekleme, banka batmasına izin vermeme.. tüm bunlar büyük sermayenin kurtarılmaya çalışıldığını gösteriyor. Ulusal düzeyde bakıldığında kurtarma, garibana değil, büyük sermayeye yönelik. Uluslararası düzeyde bakıldığında da ABD’nin yükünü dünyaya yaymaya dönük.
***
Kaba bir ayraç gibi gelebilir ama, para politikası ile faiz oynamaları ile ekonominin düzelebileceğinin, dengelerin kurulabileceğinin savunulması, sermayenin kurtarılmasından yana tavır almak demektir. Neo liberal, neo klasik yaklaşım, para politikasına öncelik ve ağırlık verir; üstü kapalı ya da açık, sermayenin çıkarlarını korur ve savunur.
Bizde bazı çevrelerin başarılı gördüğü 2001 bunalımından çıkış politikası, tümüyle sermayenin korunmasına ve kurtarılmasına yönelik olmuştur. Banka kurtarılması, bankacılık sektörünün güçlendirilmesi için kamudan en az 60 milyar Amerikan Doları doğrudan ve dolaylı biçimde aktarılmıştır. Kamunun borçları özellikle iç borçları, faiz yükü artmış; bu kapsamda Batık bankalara kredi veren yurtdışı finansman kurumlarının alacakları da kurtarılmış; bir yerde Hazine garantili borç haline dönüştürülerek ödenmiş ya da güvence altına alınmıştır.
Kurtarma operasyonunun yükü tümüyle çalışanların, garibanın üstüne yıkılmıştır. Artan faiz yükünü karşılayabilmek için bütçede faiz dışı fazla verilmesi gereği, bir yerde çalışanların, garibanın vergi yükünü arttırırken kamu hizmetlerinden yararlanmasını da kısıtlamış, eğitim ve sağlık hizmetleri üstü kapalı biçimde de olsa paralı hale getirilmiş ya da bu tür hizmetler kısılmış; kamunun altyapı yatırımları sınırlandırılmıştır. Enerji yatırımlarının yapılmaması, Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılığını yüzde 70 düzeyine değin yükseltilmiş; ekonomide yapısal değişim doğurabilecek yatırımlar gerçekleştirilememiş, iç tasarruf oranı ciddi biçimde düşmüş, cari işlemler açığının büyümesi dış borçları arttırmış, özel kesimin finans dengesi bozulmuş, işsizlik oranı yükselmiş, kamunun önemli tesislerinin büyük bir bölümü yabancılaşmış, kamunun gücü ve ekonomide etkinliği azalmıştır. Bu durum “ekonomide başarı” diye, özür dilerim, yanıltıcı bilgilendirme kanallarının da katkısı ile yutturulmuştur. Böyle bir ekonominin dış dalgalanmalara karşı dayanıklı olduğu savunulmaya başlanmıştır. TÜİK’in rakamları dışında, bu yapıda bir ekonominin krizlere dayanıklılığını anlamak mümkün değildir.
Günümüzde yeniden IMF çapasından söz edilmeye başlamıştır. IMF neyi koruyacak, kurtaracaktır? Büyük sermayeyi ve Türkiye’ye borç verenleri koruyacak, kurtaracak; bunun yükünü de üstü kapalı biçimde yine garibanın sırtına yıkacaktır.
Gariban, para politikası ile olmayan mevduatına güvence verilerek korunmaz; kamu harcamaları, kamu yatırımları ile iş olanakları yaratılarak hatta ücretlere zam yapılarak korunur. Böylece ülkenin altyapısı güçlendirilir, orman alanları daha iyi korunur, tarım alanları genişletilir, kayalık, çorak görünen araziler tarıma elverişli hale getirilir. Kuşkusuz böyle bir politikanın enflasyonist baskısı olur. İşsizlikle enflasyon arasındaki ilişki, bu bağlamda enflasyon bir ölçü arttığında işsizliğin azalacağını ortaya koyan Philips eğrisinin geçerliliği teorik olarak tartışılsa bile, fiyat artışı işsizliğe, açlığa, üretimsizliğe ekonomik durgunluğa tercih edilmelidir.
Öneriler, büyük iktisatçılar(!), gelişmekte olan ülkeler, garibanı değil, sermayeyi ve özellikle de krizin yükünü yayarak ABD’yi kurtarma peşindeler.
Fazıl Hüsnü Dağlarca, 20 Ekim Pazartesi günü son yolculuğuna uğurlanacak
Cumhuriyet şiirinin ustası
Kültür Servisi - Tedavi gördüğü Başkent Üniversitesi Araştırma Hastanesi’nde önceki gün yaşamını yitiren Fazıl Hüsnü Dağlarca, 20 Ekim Pazartesi günü son yolculuğuna uğurlanacak. Dağlarca için saat 11.00’de Süreyya Operası’nda bir tören düzenlenecek. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın da katılacağı törende Ataol Behramoğlu, Doğan Hızlan ve Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk konuşma yapacak. Ardından da Fazıl Hüsnü Dağlarca ile yapılan bir söyleşinin yer aldığı barkovizyon gösterisi yapılacak. Dağlarca’nın cenazesi Söğütlüçeşme Camisi’nde kılınacak öğlen namazının ardından Karacaahmet Mezarlığı’nda toprağa verilecek.
Uzun yıllardır Kadıköy Mühürdar Caddesi’nde yaşayan Dağlarca, Ocak 2008 tarihinde yaşadığı evi müze yapılması için Kadıköy Belediyesi’ne bağışlamıştı. Dağlarca, kendisini ziyaret eden Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk’e evinin müzeye dönüştürülmesi için vasiyette bulunmuş, vasiyet nedenini ise şöyle açıklamıştı: “Ben İstanbul’un birçok yerinde ikamet ettim. Ama en çok Kadıköy’ü sevdim. Kadıköy’ü bu kadar güzel yapan bence buradaki yaşamın çeşitliliği, renkliliğidir. Yıllardır içinde yaşadığım, şiirlerimi yazdığım bu evimin ölümümden sonra yaşamaya devam etmesini istiyorum. Belediye Başkanımıza rica ettim, evimi alıp müze olarak düzenlesinler. Ama yaşayan bir müze olmasını istiyorum. Bir bölümünde kitaplarım, eşyalarım sergilensin bir kısmı da kafeterya gibi olsun. Buraya gelip gençler, kadınlar, kızlar otursun, kitap okusun bir şeyler içsinler. Tabii burayı belediye işletsin.” Fazıl Hüsnü Dağlarca, ölümünden sonra müze ve kafeterya olarak kullanılmasını istediği evinin adını da kendisi belirledi. Dağlarca “Burasının adının Dağlarca’dan Gökyüzü olarak konulmasını istiyorum. Buraya gelenler, benim Gökyüzüme baksınlar istiyorum” dedi. Kadıköy’deki evini çok sevdiğini söyleyen Dağlarca kendi adını taşıyan Fazıl Hüsnü Dağlarca Sokağı’nda oturuyordu. Oturduğu sokağa adının verilmesinden de çok mutlu olmuştu.
HİKMET ALTINKAYNAK
Dağlarca, “Sanat eseri bir saat gibi içinde bulunulan zamanı, bir pusula gibi de gidilmesi gereken yönü işaret etmelidir” der. Bu nedenle yazdığı her şiirle toplumu aydınlatmayı amaçlamıştır. Niçin şiir yazdığını soran Finlandiyalı bir Türkoloğa da, “Türkçenin yeryüzündeki en büyük dil olduğunu göstermek için” yanıtını verir. 200 dolayındaki ödülü, 140’ı aşan kitabıyla ulaştığı rekor, evrenseldir. Bence Dağlarca adı ve şiirleri hiç unutulmayacak, dünya ile yaşlanacaktır.
DOĞAN HIZLAN
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ölümü Cumhuriyet şiirini eksiltir. Çünkü ben onu daima Cumhuriyet şiirinin büyük ustası olarak tanırım. Dağlarca’nın şairliği aslında insanoğlunun bütün hallerini kapsar. Kurtuluş Savaşı’nı yazmıştır. Anadolu coğrafyasının şiirini yazmıştır. Nerede insanoğluna yapılan bir zulüm varsa onun şiirini yazmıştır. Bu Vietnam’dır, Cezayir’dir.
ADNAN BİNYAZAR
Dağlarca, belki bedeniyle yokluğa erdi; şiiri ise, “dağlarca” yüceleşen adını “zaman”ın varoluş tarihine yazdırdı. Çok az şair, yaratıcılığın soyutlama dünyasında gerçeğin özüne varmıştır. Dağlarca o soydandır. Şair, anlam aktarıcısı değildir; evreni duygunun söylemiyle kavrayandır. Dağlarca doğayı, Tanrı’yı, insanı, hele de çocukları, ucu bucağı belirsiz evrendeki varlıklarıyla algıladı. O, görünende görünmeyeni, görünmeyende görüneni gören bir şiir yalvacı gibi, kendini ölümle var kıldı.
‘Her ölüm erken ölümdür’
ARİF DAMAR
Cemal Süreya “Her ölüm erken ölümdür” der. Dağlarca 94 yaşındaydı, ama yaşına karşın şiir yazmaya devam ediyordu; bu yüzden onu tanıyan herkes çok üzüldü, ben de çok üzüldüm. Dağlarca, üretime devam ediyordu. ‘Çocuk ve Allah’la çok şey kattı Türk şiirine, ondan sonra hiçbir kitap çıkarmasa da aynı değerde olurdu gözümüzde. O, yaratıcı değil üretici oldu. Çoğalttı hep. Çok şiir yazdı, ama önemli olan bu değil, Rimbaud ne kadar az şiir yazdı ama dünyanın en önemli şairlerinden! Onun 86 şiiri ezberimdedir. 50’yi aşkın kitap yazdı, ama kitapları hiçbir zaman çok satmadı o ününe karşın. Dağlarca’nın şiiri açıktır, anlaşılırdır, ama yine de satmaz. Dağlarca idealisttir, sonunda kadere bağlar her şeyi; bir çözüm getirmez. Dağlarca’yı askerliğimde tanıdım. Bölük komutanımdı, yüzbaşıydı. Bir gün 45 km’lik bir yolu yürüyoruz, ama o at üzerinde tabii. Cebinde üzeri renkli bir pandispanya, Onu yiyor. Yanına gittim, “Ben Sabahattin Kudret’in arkadaşıyım” dedim. İlgilenmedi benimle, üstüne bir de “Bunlar gençlik heyecanı” dedi bana; hiç unutmam. Büyük bir şairdi, Altın Çelenk Ödülü alan tek Türk şairiydi. Bütün şiirle ilgilenenlerin başı sağ olsun. Mekânı cennet olsun.
YAŞAR MİRAÇ
Türkçenin en büyük oğullarından, ozanlarından birini yitirdik. Onun şiiri soyadı gibi yücedir, dağlarcadır. Onun şiiri yalnız yaşadığı yüzyılın, günümüz Türkçesinin değil, geçmişin ve geleceğin Türkçesinin şiiridir. Gelecek yüzyıllarda Türkçe konuşan haeklar, nice kuşaklar Onun şiirini daha iyi anlayacaktır. Dağlarca, Türkçe yaşadıkça var olacak, yeniden doğacaktır. Türkçenin başı sağolsun, Türkçe konuşan halkların başı sağ olsun.
ENVER ERCAN
Frankfurt Kitap Fuarı’nda cuma günü Dağlarca için yapacağımız “Türkçem benim ses bayrağım” başlıklı etkinliğin hazırlıklarını yaparken ölüm haberini almamız hepimizi sarstı. Onun her zaman başımızda olacağına inanmıştık sanki. Türkçe şiirin bugün vardığı düzeyde onun payı çok büyüktür. Paneli onun şiirleriyle bir şölene dönüştürüp saygıyla uğurlayacağız. Hepimizin başı sağolsun.
Dağlarca da bizi bıraktı gitti
EGEMEN BERKÖZ
Son aylarda çevresinde olanlar arasındaydım. Hastaydı, çok hastaydı, ama direniyordu.
Yanındakilerle şakalaştığını, bilek güreşi yaptığını da, bilinci kapalı yattığını da gördüm.
Ama onu hastane yatağında anımsamak istemiyorum.
Aksaray’daki kitabevinde genç şairi bana şiir üzerine öğütler verirken anımsamak istiyorum.
Karşı Duvar dergisiyle, Türkçe dergisiyle anımsamak istiyorum.
Bir cumartesi Samatya pazarında Behçet Necatigil ve Salah Birsel’le, birinin elinde bir demet turp, birinin elinde bir bağ yeşil soğan, dolaşırlarken anımsamak istiyorum.
Kadıköy’de kahvede tavla oynarken, yenilirse çok kızarken anımsamak istiyorum.
Şiirleriyle anımsamak istiyorum.
Sivaslı Karınca’yla, Delice Böcek’le, Asu’yla, Çocuk ve Allah’la, Aç Yazı’yla, Toprak Ana’yla, İçeri Sait Faik’le… Tüm şiirleriyle.
Frankfurt... Kitap imparatorluğu başkenti...
Dağlarca... dağlarda açmış bir çocuk-çiçek
FRANKFURT - Frankfurt’tayım... Yeryüzünün tüm kitapları, yeryüzünün tüm edebiyatı Frankfurt’ta... “Messe” sözcüğüyle yatıp, “Buch Messe” sözcükleriyle kalkıyoruz... Kentin sokakları o rengârenk labirenti andıran Türkiye yazılı afişlerle dolu... Fuar alanı başlı başına bir kent! Edebiyat ve kitap imparatorluğu başkenti.
Kimsenin endişesi olmasın. Türkiye’nin bu yılki fuarın onur konuğu olduğunun herkes fazlasıyla farkında!
Kimsenin endişesi olmasın: Sık rastlanılan “kendimizin kendimize propagandası” durumu yok ortada!
Ancak sakın hayallere kapılıp, bugünden yarına bir anda tüm dünya Türk edebiyatının ne muhteşem olduğunu keşfedecek ve derhal tüm değerli kitaplar yabancı dillere çevrilecek sanmayın. Nasıl ki, fuarda onur konuğu olmamız yılların çabası sonunda gerçekleştiyse, o hayal de ancak yılların birikimi sonucunda gerçekleşebilir. Onun ilk koşulu da açılış konuşmasında Orhan Pamuk’un çok isabetli biçimde vurguladığı gibi edebiyatın önünden, düşüncenin ve ifadenin önünden tüm yasakların, baskıların, engellerin kalkmasıdır!
Açılışta Frankfurt’ta değildim. Ancak açılış konuşmalarını okuyunca, Orhan Pamuk’un konuşmasından sonra Cumhurbaşkanı’nın adeta ona yanıt verircesine söylediklerini (son yıllarda ne denli geliştiğimiz ve demokratikleştiğimiz vb.) eşsiz bir ironi ya da mizahi bir kurgu olarak algılamaktan kendimi alamadım.
Frankfurt Kitap Fuarı’nın ilk günleri sadece dünya yayıncılarına ve yazarlara açık. Son iki gün ziyaretçilere açılacak. Ancak tüm yan etkinlikler (klasik, caz, geleneksel müzik konserleri, tiyatro, sinema, sergi vb.) herkese açık. Bunların izleyicileri ezici çoğunlukla Almanlar ya da Almanlaşmış 3. kuşak Türk ve Kürt kökenli gençler...
Fuarın ikinci günü bizim oranın dağlarından kan kırmızı bir karanfil geldi, “Buch Messe”deki “Bütün Renkleriyle Türkiye”nin orta yerine düştü... Dağlarca’yı yitirdik haberi...
KÖKLERİ DERİNDE BİR ÇINAR
Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı “tanıdığımda” çocuktum... Evimizin kitaplığında ben doğmadan önce yazdığı şiir kitaplarını bulup okuduğumda, biri bu şiirleri yalnız ama yalnız benim için yazmış sanısına kapıldım... Sanki yalnız benimle konuşuyordu o sayfalarda... Sonradan, şiirlerini en az benim kadar seven başkalarının da olduğunu öğrendikçe, nasıl da kıskandım...
Sonra zamanla öğrendim ki, şairler hepimizindi... Bencilliğe, kıskançlığa gerek yoktu!
Sonra zamanla “şairler hepimizin”, çaresizlik olmaktan çıktı, mutluluğa dönüştü...
Dağlarca benim için dev bir çınar ağacı! Cüssesiyle, yüreğiyle, sezgileriyle, zekâsıyla, dev bir çınar ağacı.,.
Kökleri ve belleği toprağın taa en derinlerine kenetlenmiş... O kökler, hiç ama hiç kurumayan bir kaynaktır.. Dalları, hep daha uzağa, daha yükseğe, daha ileriye, daha, daha, daha uzayıp gidiyor... Tanrım o ne üretkenliktir! Yaprakları, sezgileriyle, düşünceleriyle, duygularıyla beslenir, çoğaldıkça çoğalır, haşır haşır birbiriyle fısıldaşır ve yaşamın her alanını kaplar...
O dev çınarın altında asla ezilmezsiniz, ancak hayran olursunuz... Onun gölgesinde kendinizi güvende hissedersiniz, rahatlarsınız. Onun gölgesinde dünyayı kavramaya çalışırsınız. Merak etmeye, anlamaya, öğrenmeye, sorularınızı çoğaltmaya, yanıt aramaya ve bütün bunlardan tat almaya başlarsınız...
Dağlarca, Türkçeyle soluk alıp verir, “Türkçem, benim ses bayrağım” diyen odur... “Türkçem bana şiiri söyler. Türkçeyi dinliyorum o kadar, ben bir şey katmıyorum, bana yalnızca Türkçemin söylediğini yazmak kalıyor.. Türkçem söylüyor, ben yazıyorum” diyen, odur...
“Her şiirden sonra sana yüz sopa deseler varım. Öyle severim şiir yazmayı, bir türlü doyamam. İki parmak, bir gözüm kalıncaya dek her şeyimi vermeye hazırım şiir için... İki parmak kalem tutmaya, bir göz okuyup yazmaya” diyen de o...
“Şiir benim yakamı bırakmaz. Geceleri uyutmaz. Şiirsiz üşürüm. Ne giysem üzerime şiirsiz ısınamam...” diyen, yine o.
Şiiri bir bütündür. Tektir. Ona özgüdür. Gürül gürül akan, çağlayan, çoğalan, coşan bir şiirdir.
En az sözcüğe, en çok anlamı sığdırma ustasıdır Dağlarca ... Çalışkan, üretken Dağlarca... Konuşur gibi şiir besteleyen Dağlarca... Her daim “âşık” Dağlarca...
Nerden mi çıktı şimdi “âşık Dağlarca?” “Yazma Olayı” adlı şiirini bilmez misiniz?
“Yazarken/ Değdirir gibiyim/ Yüzümü / Senin yüzüne.”
Şiir yazmayı böylesine aşkla bütünleyen kaç dize biliyorsunuz?
İYİ Kİ VARSINIZ
Benim kuşağımın çocukları Dağlarca’nın şiirleriyle büyümüşlerdi. Şimdi onların çocukları, torunlarımız da onun şiirleriyle büyüyor...
Bütün bu süreçte, onun içindeki çocuk hep diri kaldı. Şimdi bize düşen görev, onun eserini gelecek kuşaklara her zamankinden daha çok tanıtmak ve sevdirmek... Son zamanlarda ülkemize yamalanmaya çalışılan etiketlerle değil, Dağlarca’nın sevdiği, yücelttiği Türkiye’nin değerlerine sahip çıkarak bu görevi yerine getirmek...
Dağlarca’yla her buluştuğumuzda, her karşılaştığımızda, her konuştuğumuzda, ben bir bayram havası yaşadım. Ondan hep çok şey öğrendim. Onunla zenginleştim.
Dünyanın şanslı insanlarından biriyim. Çünkü... Şöyle anlatayım:
Bir kez, Sevgili Fazıl Hüsnü Dağlarca, yazılarım üzerine cömertçe övgüler sıraladıktan sonra, “Biliyor musunuz, ben dün akşam ne yazdım?” diye sordu... Bilmeme olanak yoktu... Kendi yanıtladı: “Sizin için bir şiir yazdım.”
O sıralarda yitirdiğimiz bir yazar üzerine yazdıklarımı okumuş, etkilenmiş, bana şöyle diyordu:
“Ben ölünce benim arkamdan da güzel bir yazı yazacaksınız... Ama ya siz ölünce? Sizi kim yazacak? Ben de hayatta olmayacağıma göre... İşte dün gece, eğer o gün hayatta olabilseydim eğer, yazacağım şiiri şimdiden yazdım... Adı. Sarı Ağıt”
Yaa, işte böyle sevgili okurlar, daha ölmeden, ölümümden sonra yazılmış ağıtım bile var! Üstelik Fazıl Hüsnü Dağlarca tarafından yazılmış!
Sevgili Dağlarca, hayır, sizin ardınızdan güzel bir yazı yazamadım... Ama şu bulunduğum kentte bütün o renklerin izini sürerken, dünya edebiyatının orta yerinde durup, her kıvrımda, her şarkıda, anadilimi ve şiiri bana sevdiren sizin sesinizi duydum. Ve iyi ki varsınız diye Tanrı’ya şükrettim.
KEDİ GÖZÜ
VECDİ SAYAR
‘Para ile Kültür’ün Kavuşmasına Dair…
Birbirinden nefret eden ama gene de yalnız yapamayan çiftler vardır ya…kültür ile paranın ilişkisi de onlara benziyor. Tarih, bu ilişkinin farklı boyutlarına tanık olmuş. Sanatçının, bilim insanının parayla ilişkisi pek parlak olmamış genelde. Yaşamlarını yoksulluk içinde geçiren sanatçıların yapıtları, ölümlerinden sonra büyük meblağlara alıcı bulsa da… Ama, mutlu beraberlikler de yok değil. Rönesans’la birlikte zengin ailelerinin sanata – kültüre “mesen”lik yapması bir gelenek haline geliyor. 20. yüzyılda ise, para iki yoldan sanat dünyasının kapısını çalıyor, bir yandan “sanat piyasası” yaratılıp, sanat yapıtı değerli bir “meta”ya dönüştürülürken, öte yandan kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması ve sinemanın devasa bir endüstri haline gelmesiyle, “yüksek” sanatla fazla bir tanışıklığı olmayan geniş kitlelerin beğenisine hitap eden “kitle kültürü” sanat alanına egemen oluyor.
Paraya sahip olanların, kültür alanında da söz sahibi olmalarının tarihi çok eskilere, Rönesans’ın da ötesine, ortaçağa kadar uzanıyor. Kilisenin ve feodal beylerin güçlerini yansıtan bir araç oluyor sanat.
Sanayi devriminden sonra da, büyük sermayenin etkin bir tanıtım aracı olarak bu işlevini sürdürüyor. Elbette, siyaset de bu alandan yararlanmakta geri durmuyor. Faşizmden komünizme tüm ideolojiler kültür ve sanat alanını mutlak egemenlikleri altına almak için çaba sarf ediyor.
Tarihin çeşitli dönemlerinde, siyasi iktidarların sermaye ile tehlikeli ilişkilere girdiğini görüyoruz (Nazi dönemi bunun en tipik örneği). Siyasetle sermaye birbirinden bağımsız değil anlayacağınız. Gene de, sanatçı için sermayenin egemenliğinden daha büyük tehlikeler içeriyor siyasi iktidarla kurduğu ilişki. Bu yüzden de, tarih boyunca siyasi baskılardan kaçmak için sermayeye sığınan sanatçıların sayısı hiç az değil.
Günümüzde, sanata destek olma işlevini devlet ve özel sektör paylaşıyor. Kimi ülkelerde biri, kimilerinde diğeri önde gidiyor. Bazılarında ise, daha dengeli bir paylaşım söz konusu. Bizde, ibrenin her gün biraz daha özel sektörden yana kaymakta olduğunu görüyoruz. Avantajlarıyla, riskleriyle yaşamakta olduğumuz reel bir süreç bu. Şikâyet etmek yerine, sürecin daha sağlıklı, daha adil işlemesi için öneriler getirmek, “iyi örnekler”i öne çıkarmak en akılcı yol gibi görünüyor bana.
***
İyi örneklerden bir bölümüne geçen yazılarımızda değinmiştik. Sabancı Grubu, Doğuş Grubu, Borusan, Yapı Kredi, Siemens, ENKA gibi kalıcı kültür kurumları oluşturan sermaye kuruluşlarının, sermayenin sanata ilgisini çekmekte öncülük yapan Eczacıbaşı Grubu’nun yanı sıra, önemli etkinliklere sponsorluk yapanlar var. Bu sponsorlukların bir bölümü, tarihi mirasımızın korunmasına yöneliyor. Koç (Akdeniz uygarlıkları), Kale Grubu (Troya kazıları), JTI (Hattuşa Rekonstrüksiyonu) şu an anımsayabildiklerim.
Borusan, Akbank, Doğuş Grubu, Denizbank, Milli Reasürans gibi klasik müziğe ciddi destek veren bir kuruluş da Tekfen. “Tekfen 3 Deniz Filarmoni Orkestrası” ile Akdeniz’den Orta Asya’ya uzanan bir coğrafyadaki müzisyenleri bir araya getiriyor. Önümüzdeki günlerde, ilginç bir projeye daha imza atacak. Milli Marşımız için yapılmış tüm bestelerin seslendirileceği konserle müzik tarihimize ışık tutacak.
Kültür –sanat alanında çok önemli yatırımlara imza atan bir kuruluşumuz da, Suna ve İnan Kıraç Vakfı (geçen yazımızda, Pera Müzesi’nde açılan “Doğu’nun Cazibesi” sergisinden söz ederken yanlışlıkla Sevda-Cenap And Vakfı diye belirtmişim). Vakıf, Pera Müzesi ve İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nden sonra şimdi de İstanbul’a büyük bir kültür merkezi kazandırmak için çalışıyor.
***
Madem para ile sanat ilişkisinden söz açtık, son günlerin çokça tartışılan bir olayına değinmemek olmaz. Yıl başında tedavüle girecek Türk Lirası’nda kültür hayatımızın çeşitli figürleri yer alıyor. Paraların üstünde yer alacak portreler, Yunus Emre ve Itri dışında pek bilinmeyen bilim ve sanat insanlarını kapsıyor. Tarihçiler, bilim ve sanat insanlarımız neden bu isim var da, şu isim yok gibisinden şikâyetlerini dile getiriyor. Hatta, “para” ile “kültür”ün yan yana getirilmesine toptan karşı çıkanlar da var. İlk bakışta sempatik gelen bir tepki ama, ben daha gerçekçi olmaktan ve bu iyi niyetli yaklaşıma olumlu yaklaşmaktan yanayım. Keşke, Mimar Sinan da, Nâzım da, Halide Edip de, Yahya Kemal de, Orhan Veli de olsaydı bu listede.
Ama, neden o yok, bu yok demek yerine, daha temel bir şeyi tartışsak daha iyi olmaz mı? Bu isimleri kim seçti? Devlet memurlarından oluşan bir kurul mu, yoksa bilim ve sanat dünyamızın seçkin uzmanları mı? Kendi payıma, bunu bilmek isterim..
Bir başka bilmek istediğim nokta da şu: Madem hükümetimiz bilim ve sanat insanlarımızı paranın üstüne koyacak kadar kültüre önem veriyor, o zaman neden bütçede kültüre ayrılan ödenek artacağına azalıyor? Açıklanan 2009 bütçe taslağında ödeneği azaltılan üç bakanlıktan biri Kültür ve Turizm. Geçen yıl 826 milyon olan ödeneğin önümüzdeki yıl 725 milyona düşürülmesi öngörülüyor. (Bu arada Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesi 1 milyar 998 milyondan 2 milyar 264 milyona çıkarılıyor.)
Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu dersek; haksız mıyız ?
vecdisayar@yahoo.com
Demis Roussos Günay Restaoran’da sahneye çıkıyor
‘Köklerimizden uzaklaşıyoruz’
ELİF BEREKETLİ
‘68 kuşağının en sevilen seslerinden Yunan folk müzik sanatçısı Demis Roussos bu gece Günay Restaoran’da sahneye çıkıyor. Bu, müzik yaşamında 40. yılını dolduran sanatçının Türkiye’ye dördüncü gelişi. Uzun süredir yeni albüm yayımlamasa da toplama albümler çıkarmaya devam eden sanatçı, 29 albüme ve “We Shall Dance” (1971) , “My Reason” (1972) , “Forever and Ever” (1973), “Man Of The World” (1980) gibi müzik dünyasında iz bırakan birçok şarkıya sahip. Dün Günay Restoran’da yapılan basın toplantısında konuşan Roussos, “Türkler ve Yunanlar birbirlerine o denli benziyor ki, onları ayıran tek şey Ege Denizi” dedi. İstanbul’la ilgili her şeye hayranlık duyduğunu da vurgulayan Roussos, Akdeniz’in dünyanın en önemli coğrafyalarından biri olduğunu ve Doğu’nun en iyi müziğinin Türkiye ve Mısır’dan çıktığını söyledi. Türk ve Yunan sanatçıların son zamanlarda ilerleme gösteren Türk-Yunan ilişkilerine ortam hazırlayarak önemli bir siyasi rol oynadıklarını söyleyen sanatçı, günümüzde iki ülke arasındaki ilişkileri ‘mükemmel’ olarak niteledi. Sözlerine “Durum böyle olmasaydı bile sanatçılar zaten her şeyden önce ‘insan’ oldukları için birbirlerini severlerdi” diye devam eden Roussos, çok yetenekli Türk sanatçılar olduğunu bildiğini; ne var ki hiçbirini ismen tanımadığını, yalnızca Tarkan’ı en beğenilenler listesinde üst sıralara çıkan şarkılarından tanıdığını söyledi. Müzik piyasasını ‘umutsuz’ olarak değerlendiren sanatçı, genç sanatçıların işinin özellikle ekonomik krizden dolayı zor olduğunu ve bazılarının ‘bu dönemde’ yetenekli oldukları için şanssız olduklarını söyledi. Roussos ayrıca, müzik piyasasını geliştirmek için neler yapılabileceği konusunda artık hiçbir fikrinin kalmadığını, televizyondaki programların yalnızca ‘parlayıp sönen’ şarkıcılar yarattığını, öte yandansa internetin ve korsancılığın emek sömürüsü yaptığını belirtti. 62 yaşındaki sanatçı, Eurovizyon’u çok saçma bulduğunu, Yunan müziği ile Türk müziğinin Batı pop müziğini birkaç yıl geriden ‘takip ve taklit’ ettiği için yerinde saydığını söyledi ve ekledi: “Her şeyden kötüsü, ne yazık ki, bu şekilde köklerimizden hızla uzaklaşıyoruz.”
A few good men
BAŞLIKTAKİ laf, Türkçede “birkaç iyi adam” anlamına geliyor. “A Few Good Men” Türkiye’de “Birkaç İyi Adam” adıyla gösterilen eski bir Amerikan filmi.
Belki görmüşsünüzdür ama yine de anımsatalım. Film, 1992 yapımı. Yönetmeni Rob Reiner; başrollerde Demi Moore, Tom Cruise, Kiefer Shutherland, Jack Nicholson, Kevin Pollak falan oynamış. Aaron Sorkin’in senaryosunu yazdığı gerilim yüklü filmin öyküsü kısaca şöyle:
Amerika’nın Küba Körfezi’ndeki Guantanamo askeri üssünde Amerikalı bir denizci öldürülür. Askeri öldürmekle iki asker suçlanır. Sanık iki askerin avukatı; müvekkilleri ile hep anlaşma yoluna gittiği için hiç mahkeme salonuna girmeden iş bitirmekle ünlüdür. Fakat bu kez sanık askerler cinayeti kabul etmez ve verilen emri uyguladıklarını söyleyince Donanma avukatı, yine Donanma’dan bir başka avukatla birlikte davayı mahkemeye götürür ve bir yandan da cinayeti araştırmaya başlar.
Sonunda, filmin en etkileyici sahnesi olan mahkemedeki duruşma sırasında sanık askerlerin avukatı (Tom Cruise), mahkemede tanık olarak dinlenen üs komutanına (Jack Nicholson) suçunu itiraf ettirir. Katil, tetiği çeken iki asker değil cinayet emrini veren komutanın ta kendisidir!
“The end”; film bitti. Şimdi Türkiye’de yıllardır çevrilmekte olan filminden son birkaç sahne:
Terörle mücadele eden askerlere yönelik olarak İslamcı iktidara yakın çevrelerden gelen eleştirilerin dozu her geçen gün biraz daha artarken Taraf adındaki gazetede gizli damgalı bazı askeri belgeler yayımlanıyor. Taraf tarafından 17 askerin şehit olduğu Aktütün çatışmasından önce Amerika’nın Genelkurmay’a istihbarat bilgisi verdiği ve fakat ihmal nedeniyle saldırının önlenmediği savlanıyor. Bir başka bilgi ise yayımlanan “belge”lerin Aktütün’le ilgili olmadığını farklı zamanlarda başka yerlerden derlendiğini gösteriyor ama kafalar bir kez fena halde karıştırılmış oluyor.
Gizli askeri bilgileri sıkça yayımlayan Taraf gazetesinin Amerika’dan gelen yöneticilerinden Yasemin Çongar, belgelerin birkaç iyi adam tarafından kendilerine sızdırıldığını anlatıyor!
Türkiye’deki filmin senaryosunu anlamış olmalıyız; birileri “katil komutan” arıyor!
Ergenekon’un ‘dört’ savcısına dava!
HAFIZAM beni yanıltmıyorsa bir ilk yaşıyoruz; ilk kez bir sanık, hakkında dava açan savcılar hakkında dava açtı! Sevgili İlhan Selçuk, Ergenekon Terör Örgütü İddianamesi’nde kendisini sanık olarak gösteren üç savcı Zekeriya Öz, Mehmet Ali Pekgüzel ve Nihat Taşkın’ın hazırladıkları iddianamede kişilik haklarına saldırıda bulundukları gerekçesiyle davacı oldu.
İlhan Abi, davanın konusu ile ilgisi olmayan bazı bilgi ve belgelerin adı geçen savcılar tarafından yasaya aykırı bir şekilde iddianameye konduğunu, bunların küçük düşürülmesi ve karalanması amacıyla kullanıldığını öne sürerken davalı savcılardan para olarak herhangi bir tazminat istemedi.
İlhan Abi’nin açtığı davadaki tek isteği; savcılar hakkında verilecek yargı kararının gazetelerde ilan olarak yayımlanması oldu.
Evet, dava ile ilgisi olmayan konulara bir iddianamede yer verilmesi galiba ilk kez oluyordu; yine galiba bir dava görülmeye başlamadan o davanın üç savcısı hakkında başka bir dava açılması da ilk kez oldu.
Bu arada yazının başlığındaki savcılardan dördüncüsünün kim olduğunu soruyorsanız; onu çok iyi tanıyorsunuz! O, Ergenekon’un malum fahri savcısı! Şu meşhur Recep yani!!
Helal
Uğur Pamuk: “Hükümetten helal gıdadan sonra helal gazete, helal dergi ve helal televizyon standardı da istiyoruz!”
Bavul
Erol Barutçugil: “Yurtdışından bavulla para getirme kanunu çıkacakmış. Zahid’e yine iş düşecek desenize!”
İpli
Aydın Türkaydın: “Devlet Bahçeli AKP ile ipleri atmış. Yemezler; daha önce o ipi, seçim meydanlarında da atmıştı!”
Yeşil
Ahmet Duman: “Amerika’dan yeşil kartlı başbakanımız, bakanlarımız vardı; şimdi vaizimiz de var! Hayırlara vesile olur inşallah!”
Yağmur Deniz
Yeni slogan:
Komünistler Washington’a!
- Fetoşçular, RTE’ye fahri doktora vermiş...
“Kedi psikolojisi
dalında mı!”
BAKIŞ AÇISI
GÜRBÜZ ÇAPAN
Ergenekon
Bir sabah evimi basmış polisler… Kardeşimle konuştum, “Ergenekon kapsamında” arama ve gözaltına alınacağımı söyledi. Misafirlikteydim. Yarım saat sonra eve geldim. Yeteri kadar polis toplanmıştı. Arama başladı. Belediyeden kalma VHS kasetler ve özel mektuplarım alındı. Bir de evimi 24 saat gözetleyen kameranın hard diskini aldılar. Kimler gelip gidiyor eve onu anlayacaklardı anlaşılan.
2000’de belediyemize baskın yapılıp bütün personel ve meclis üyelerimizle birlikte mafya teşkilatı kurduğumuzu anlamışlardı. Bir yıl hapis yattık. Bunun 6 ayı suç aramakla geçmişti. Jandarma, büfe sahibinden fabrika sahibine herkesi bir güzel elden geçirip ne kadar rüşvet verdiklerini ya da yüzde kaç ortak olduğumu soruşturmuşlar. Bütün Esenyurt esnafını sindirmişlerdi. İkrar ve delil bulunamadı ama “şüphe üzerine” 11 ay 20 gün hapis yattık. Bütün kardeşlerim ve 75 yaşındaki babam da dahil, jandarmadan geçmiştik. Sonra tahliye oldum. Tekrar döndüm.
Operasyonu yapan İçişleri Bakanı ünlü komiser Sadettin Tantan, jandarmanın komutanı Şener Eruygur Paşa idi. Benim Ermeni asıllı Kürt olduğumu anlamışlardı. Ve PKK dahil bütün suç örgütlerine yardım ve yataklık ettiğimi de anlamışlardı. Ki ben şeceresi çok bilinen bir ailedenim. Ermeniler biliyor kim olduğumu, ama Türk yetkililer bilmiyorlar. Ha bu arada bir de mahkemeye çıktık. İki suç vardı.
1- Ermeni misiniz?
2- Ermenistan’a koyun kaçakçılığı yapmışsınız!
Eh… Ne denir? Ha, o arada bu işler, “operasyon” başlamadan Cumhuriyet gazetesinden hisse, Cumhuriyet TV ve Radyo’yu almak üzere benimle bir yemek yendi. Ünlü Veli Küçük Paşa, diğer adı bilinenler. Sonra bir daha görüşmek nasip olmadı.
Son sorguda Ergenekon Türk örgütü üyesi olduğumu anladım.
1- Cumhuriyet’i niye satın aldınız?
El cevap: Satın almadık. Finans şirketi kuruldu, ondan sadece yüzde 20 hisse aldık. Cumhuriyet gazetesinin ve Cumhuriyetin yaşamasını istiyorum.
2- Hisselerinizi Veli Küçük’e devredecekmişsiniz, bedelsiz olarak.
El cevap: Hayır etmedim, kusura bakmayın. Yüzde 10’unu parası-bedeli karşılığı Mehmet Emin Karamehmet’e devrettim.
Bu şirkette, Aydın Doğan, M. Emin Karamehmet Turgay Ciner vb. 200 kişi var. Biz salaklar para veriyoruz ki Cumhuriyet yaşasın diye.
3- Telefon konuşmalarında küfürlü konuşmuşsun?
El cevap: Türk’üm abi, evde küfürlü konuşuyorum zaman zaman. Nereden bileyim işiniz yok, beni dinliyorsunuz?
4- Dev-Sol’cu kızlara, Kartal Cezaevi’nde yardım yapmış, onlarla mektuplaşmışsınız.
El cevap: Doğrudur. 20 kadar çocuk aç-üryandı. Eşofman, ayakkabı, iç çamaşır, diş fırçası vs. getirttim. Cezaevi kantininde satılan ne varsa aldım, yardım ettim. Ümraniye Cezaevi’nde yakılan çocuklardı. Zekâtım, fitrem sayın. Siz Müslüman değil misiniz? Açlık grevinden çıkmışlar, perişandılar… Ölmeleri gerekmiyor, cezalarını çekebilirler; açlık sorunu vardı yardım ettim. Mektuplaştım. Ölüm orucundan vazgeçirmeye çalıştım. İyi ettim. Yine denk gelirse yine yaparım. Bunu da örgüte sızmak diye anlatacaklar. Dışarıda bu grupla pek sevişmeyiz, bunu dünya âlem bilir. Görüşmeyiz de. Ben onların görüşlerine de katılmam, bütün bunları bilmeyen yoktur. Bir bizim polis hariç Bu bazı Ergenekon şüphelileri, sanıkları her neyse. Hrant Dink öldürülünce cenazesini kaldırdım. Bir arada, barış içinde yaşamalıyız diye. Aman bunlardan bir grubun karşımızda neler yaptığını bütün âlem bilir, bir bizim polis kül yutmaz!
Ömrüm boyunca darbelere karşı mücadele ettim ve hâlâ etmekteyim. Beni darbeci yapacak kadar ileri gittiler. Aklıma tek bir şey geliyor... Tekrar Esenyurt belediye başkanlığına aday olacağım, tedbir alıyorlar.
Başkaca da bu tutuklananlarla bir illiyet bağımız olamaz. Bunu bilmiyor da olamazlar.
4 bin belediye vardı. Binini kapattınız, 3-5’ini size muhalifler alsa gözünüze çöp mü düşer?
6 yıl önce Kürt olmak suçtu. 6 yıl sonra Türk olmak suç oldu. Bu işten bir şey anladıysam Arap olayım!
Hani demokrattınız? Bu yakıştı mı? Veli Küçük’le arkadaşlık ancak size yakışır. Ne farkınız var? Bütün suçlar (deli gömleği gibi) bir tek bana yakışıyor. Siz evliya, enbiya takımısınız. Oradan (Ergenekon’dan) bakınca Kürt’üm. Ecyad’dan(Mekke’de gerçi yıktılar onu ağa babalarınız) bakınca Türk’üm!
Beni ne diye halledeceksiniz, bileyim ölmeden?
Şükür Allah’a hiçbirinizden değilim. Bizim sularımız farklı, hiçbir lağıma karışmayız!
gurbuzcapan@eksev.org.tr/Faks: 02126727171
‘Beton Kemal’den Cinayetten Suçlu ‘Hıfzı Veldet’e!
MERİÇ VELİDEDEOĞLU
“Ahtapotun Başı”, “Komünist”, “dinsiz”, “din düşmanı” gibi adlar, nitemler yaşamı boyunca Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’na yakıştırıldı, yapıştırıldı.
Ama bu tutumun Velidedeoğlu’nun ölümünden sonra da sürdürüleceğini insan pek düşünemiyor.
Ne var ki, TBMM’nin 7 Ekim 2008 günlü oturumunda AKP’liler bunu da gerçekleştirdiler. “Türk Dili” konusunda kurulan bir komisyonun başkanı olan AKP Milletvekili Necat Birinci, Atatürk’ün “Nutuk” adlı yapıtını sadeleştirmenin, “Atatürk’ü tasfiye etmek”, Atatürkçülüğe de “ihanet” olduğunu belirttikten sonra, “çok önemli bir profesörün” bunu yaparak cinayet işlediğini kendinden geçercesine söyledi “Genel Kurul”da.
Oysa “Nutuk”u sadeleştirerek öğrencilerin, gençlerin okumasını sağlayan profesörün “Velidedeoğlu” olduğunu bilmeyen yoktur Türkiye’de.
Nitekim CHP Milletvekili Prof. Dr. Necla Arat dayanamaz; Necat Birinci sözünü bitirir bitirmez, kural dışı olmasına karşın söz ister.
Ve, H. V. Velidedeoğlu’nu “cinayet” ile suçlayan Necat Birinci’nin “sözünü geri almasını”, “zabıtlardan da bu cümlenin çıkarılmasını” kesin bir dille söyler.
Oturumu yöneten AKP’li Başkan: “Tamam” derse de, çıkarmaz. Böylece Velidedeoğlu’nun “cinayet” işlediği ölümünden 16 yıl sonra TBMM tutanaklarında yer alır.
Bu oturumu, Prof. Dr. Arat’ın gönderdiği tutanaktan okurken 88 yıl önceye, 23 Nisan 1920 gününe gittim. Meclis açılmış, salonu milletvekilleri doldurmuştur.
Dinleyicilere ve gazetecilere ayrılan balkonun direğine yaslanmış, okul giysili, incecik bir genç ayakta durmakta; dikkatini kürsüde açış konuşması yapana değil, ön sırada oturan Ankara Milletvekili Mustafa Kemal Paşa’ya yöneltmiş, ona bakmaktadır.
Onuncu sınıf öğrencisi olan ve daha 16’sını bile bitirmemiş bu delikanlı “çocuk” Meclis’in en genç üyesidir, çalışanıdır.
Bir gün önce göreve alınırken, başyazman (sekreter) Recep Peker’in: “Muvaffak olamazsak idam ediliriz!” uyarısını dinlerken bile şimdiki kadar heyecanlanmamış, yüreği bu denli gümbürdememiştir. Gencecik Hıfzı’nın bu “yürek” çarpıntısı, Meclis’te çalıştığı yıllar boyunca, 1929’un Ocak ayına dek sürecektir.
Hıfzı Veldet Velidedeoğlu adıyla bir üniversite hocası olduğunda da “Atatürk”ü, “Atatürkçülüğü”, “1923 Devrimi”ni bilimsel bir bağlamda öğrencilerine anlatırken hep o günlerin heyecanını duyacak ve bunu onlara da aktaracaktır, hemen hemen 40 yıl süren “Devrim Tarihi” derslerinde.
Cumhuriyet’te “50” yıl boyunca yazdığı yazılarıyla da, Atatürkçülüğün Türkiye için tek “çıkar” yol olduğunu dile getirerek konuyu hep canlı tutacaktır.
Velidedoğlu’nun çok kısaca değinilen bu çalışmalarını, çabalarını “ümmetçiyim!” diyen Necat Birinci’nin “anlama”sına olanak yoktur. Bir “ümmetçi”nin “1923 Devrimi”ni ve özellikle onu bütünleyen “Dil Devrimi”ni kabullenmesi düşünülemez. Bu konuda Atatürk’ü savunur gibi görünmesi yalnızca bir “takıyye”dir. Bir “kullanmadır”.
Çünkü ‘ümmetçi’liğin temel taşlarından biri “dil” birliğidir. Bu “dil” de “Arapça”dır. “Ümmetçi”yim diyen biri için “ulusal” dilin, örneğin “Türkçe”nin önemi yoktur.
Dolayısıyla “Türkçe”nin, Arapça sözcüklerden, kavramlardan “arındırılma”sını Necat Birinci gibiler kabullenemez.
Öyle ki bunu yapanı “cinayet” işlemekle suçlar; dahası kendinden geçer, “savcı”ları “görev”e çağırır ciddi, ciddi...
Demek ki, Hıristiyan ortaçağın “ilkel” anlayışı gibi, ölen biri de sorgulanacak, yargılanacak, cezalandırılacak...
Sorgu için “savcı” hazır: Zekeriya Öz. Atatürk’ten “Beton Kemal” diye söz ettiği bildirilen bu “savcı”, Hıfzı Veldet’i haydi haydi sorgular, hem de keyifle...
Atatürk’e “beton”, Hıfzı Veldet’e “cani” diyen savcıların, “profesör(!)” milletvekillerinin “cirit” attığı bir Türkiye’ye “çivisi çıkmış” demek çok “hafif” kalır. Dilim varmıyor ama, “cılk”ını çıkardılar “altı” yıldır “cılk”ını...
CHP İstanbul Milletvekili Prof. Dr. Necla Arat’a teşekkürler.

Hiç yorum yok: