30 Aralık 2008 Salı

"...GÂZİ: FİLİSTİN'E EL SÜRÜLEMEZ!.."

“...Gâzi: Filistin´e El Sürülemez!..”

(...Evet efendim, haklısınız; Lausanne Antlaşması , genç Türkiye için, büyük bir başarı olmuştur; 'Dünya Türk'ün kuvvetini, bir kere daha görmüştür' ; bu zaten, o sırada Gâzi ile İsmet Paşa arasında teâti edilen, tebrik ve teşekkür telgraflarında, açıklıkla görülmektedir: Ama...

Mustafa Kemal Paşa, Lausanne 'ın sonuçlarından gerçekten o kadar memnun ve mutlu olsaydı; acaba, sonradan inat ve ısrarla savunduğu bazı önemli davaları uluslararası gündeme getirir miydi? Ne gibi mi? Meselâ Süleymaniye, Musul, Kerkük davası gibi; meselâ, Türk Boğazları 'nın 'tahkimi' gibi; meselâ, Hatay Meselesi gibi, ve ilh.

Bu durum, Gâzi'nin vefatını müteakip, Türk kamuoyunda tartışılmamış, hatta ele bile alınmamıştır; halbuki, onun vefatından bir yıl öncesine kadar, Hatay Meselesi gibi, bir Filistin Meselesi 'nde de taraf olmaya mütemayil olduğu, kanıtlanabilir bir gerçek. Nasıl mı? Daha önce size sözünü ettiğim 27 Temmuz 1937 tarihli, Bombay Chronicle gazetesinde çıkmış olan haber yok mu, işte onu okuyarak!..)

'Kemal Paşa, Avrupa'ya ihtar ediyor'

(Tesbit/ 22. ''..önce isterseniz, Hindistan 'da yayımlanan bu gazetenin, başlıklarını hatırlayalım: ''Filistin'e El Sürülemez!'' / 'Kemal Paşa Avrupa'ya İhtar Ediyor', 'Türkler Mukaddes Topraklarda, Yabancı Hâkimiyetine Tahammül Etmeyeceklerdir!'

Nasıl iyi mi? Gâzi 'nin -ki din iman konusunda ne iftiralara uğramıştır- 'Mukaddes Topraklar' bahsinde gösterdiği bu hassasiyeti; günümüzün 'Müslüman yönetimleri' gösterebiliyorlar mı? Hele bir düşünün.



''...Türkçe 'Hâkimiyet-i Milliye' gazetesi, Kemal Atatürk'ün Millet Meclisi'nde irâd etmiş olduğu nutuktan bahsediyor; aşağıdaki satırlar, bu nutkun Filistin'e taâlluk eden kısmından alınmıştır...''

''...'Arapların, Avrupa siyâsetine nüfuz edemeyip, bu sözde 'istiklâl' kelimesine inandıkları ve bu uğurda Arap memleketlerini Avrupa Emperyalizmine esir kıldıkları, çok şayân-ı teessüftür. 'Atatürk, Filistin'in, Arabistan'da vuku bulacak harekâtın merkezini teşkil ettiği takdirde, bura Araplarına yapılacak herhangi bir fenalığa, Türklerin de tahammül edemeyeceğini söylemektedir:

''...'Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu, kimse bizim kadar bilemez; biz, vâkıa birkaç sene Araplar'dan uzak kaldık, fakat şimdi kendimize kâfi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için, İslâmiyet'in 'Mukaddes Yerleri'nin, Museviler'in ve Hıristiyanlar'ın nüfuzu altına girmesine mâni olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki buraların Avrupa Emperyalizmi'nin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz'...''

''...'biz şimdiye kadar dinsiz ve İslâmiyete lâkayt olmakla ittiham edildik; fakat bu ittihamlara rağmen, Peygamber'in son arzusu, yâni 'Mukaddes Topraklar'ın, daima İslâmiyet hâkimiyetinde kalmasını temin için, hemen bugün kanlarımızı dökmeye hazırız. Cedlerimizin Selâhaddin-i Eyyûbi idaresi altında, uğrunda Hıristiyanlarla mücâdele ettikleri toprakların, yabancı hâkimiyeti ve nüfuzu altında bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyân edecek kadar, bugün, -Allah'ın inâyetiyle- kuvvetliyiz'...''

''...'Avrupa'nın, bu mukaddes yerlere temellük etmek için, atacağı ilk adımda; bütün İslâm âleminin ayaklanıp, icraata geçeceğinden şüphe yoktur'...''

Gâzi Mustafa Kemal Paşa hakkında, türlü 'tertibât, tezvirât ve tahrifât' ile, onun Batı 'dan başka bir şey düşünmediğini, Batılı olmak ya da görünmek için, bin yıllık Türk Medeniyeti 'ni inkâr ettiğini ileri sürenlerin, bu satırları okudukları takdirde, biraz yüzleri kızarır mı?

Pek sanmıyorum...)

Bu kadar açık, bu kadar net bir tavır...

(...bu evrak, o zamanki Dahiliye Vekili Şükrü Kaya Bey 'in imzasıyla; 'TC Dahiliye Vekâleti, Matbuat Umum Müdürlüğü' antetli bir evrak ile Başvekâlet Yüksek Makamı 'na sevk edilmişti; kayıt numarası, 5476/7/1/K7 dir; sevk metni ise şöyle:

''Başvekâlet Yüksek Makamına! Bombay Chronicle gazetesinin 27/VII/937 tarihli nüshasında, 'Filistin'e El Sürülemez.. Kemal Paşa Avrupa'ya İhtar Ediyor' başlığı altında bir yazı intişâr etmiştir. Bu yazının bir örneği ilişik olarak sunulmuştur. Bu vesile ile saygılarımı tekrarlarım. / Dahiliye Vekili, Şükrü Kaya!''

Müslüman olsun, lâik olsun, Musevi ya da Hıristiyan olsun; her Türk, Gâzi'nin, Lausanne 'dan yıllar sonra, Hatay Meselesi ortalığı kızıştırmışken; bunları beyan edip, Avrupa Emperyalizmi 'ne karşı, böyle açık, bu kadar net bir tavır takınmasının üzerinde düşünmelidir.

Tabii, onun vefâtını müteâkip, bu tavırdan ne kaldığını; hele yıllar sonra, Ankara 'nın Filistin konusunda, kimlerle 'ittifak' içinde olduğunu da!..)

Attilâ İlhan
Cumhuriyet
26/08/2005

29 Aralık 2008 Pazartesi

YENİ YILINIZI KUTLAYAMIYORUM : FİLİSTİNLİLERİ, IRAKLILARI VE AFGANLILARI KATLEDEN SİYONİST-HAÇLI İRTİCANIN KANLI NOELLERİNİ KUTLAMIYORUM

Saygıdeğer Dostlarım, Arkadaşlarım,



Şimdiye değin, tüm iyiniyetimizle, her yeni yılın iyi geçmesi dileğiyle, kutlar ve umutlarımızı dostlarımızla paylaşırdım. Ancak, geçenlerde okuduğum ve size şu anda ilettiğim makaleyi okuyunca, Haçlı İrticanın yılbaşı kutlamalarını nasıl istismar ettiğini ve altında yatan nedenleri geç de olsa öğrenmiş oldum ve bunu siz dostlarımla da paylaşmak istedim. Bundan böyle, Haçlı İrticanın tuzaklarının farkında olarak, bugün Türkiye Cumhuriyeti'ne dayatılan Büyük Ortadoğu Projesinin bir parçası olduğunu sezdiğim yılbaşı kutlamalarında çam katliamına (ve Dünyadaki tek din devleti olan Siyonist İsrail devletince 2009 yılına henüz gireceğimiz bu hafta içinde Filistinlilerin AB-D desteğiyle katledilmesine) tepkilerimizi göstermek amacıyla, her yeni yıl dönümlerinde mazlum milletleri ve o milletlerin çam vb. ormanlarını katlederek yeni yıl kutlamalarını yapan Batılıların aksine biz Türklerin gelecek yılı kendi geleneklerimizi dışlamayan bir şekilde karşılamasından yanayım. Bu nedenle, yeni yılın Tüm Türk Dünyasına huzur ve mutluluk getirmesini arzularken, Haçlı İrticacı Batının dayatması olan yılbaşı kutlamalarını, havai fişekli şaaşalı gösterilerle dünya müslümanlarının, hristiyan olmayanların ve diğer mazlum ulusların gözünü boyayan Hristiyanlaştırılmış Yılbaşı Kutlamalarını kabul etmediğimizin tüm dostlarımıza iletilmesinde yarar olduğunu düşünüyorum.

Haçlı İrticanın etkisinden kurtarılmış, esenlik ve mutluluklarla dolu bir Türkiye dileğiyle,
Ankara, 29.12.2008
Mustafa Nihat ÖZGÜR

--------------------------------------&----------------------------------------


YILBAŞINDA ÇAM KATLİAM BAYRAMI
Mahiye Morgül
Yılbaşı Çam Katliam Bayramı

Bu nasıl bir kültürdür ki doğaya karşıdır. Kış ortasında bir ağacı eğlenmek için budamanın mantıklı bir izahı olabilir mi? Fidan çağında bir ağacı kesmek nasıl izah edilir? Tanrı bunu istemiş olabilir mi?
Kesilecek çam fidanları için şimdiden ağlamaya başladım.
Çam kesen inanışın sözcüleri, yaka yaka bitirmekte olduğumuz ormanlara bakıp da yeni bir yorum getiremezler mi?
Milat denilen tarihte, kış ortasında fidan kesmeyi tek bir şeyle izah edebiliyorum; düşmanları bu ağaçlarla gemi yapamasın diye onları bahardan önce katlediyorlardı. O tarihte kimdi gemileriyle ünlü uygarlık, tarih atlasına baktığımızda Fenikelilerin merkezini, yani bugünkü Lübnan’ı görürüz. Kudüs de oralardadır. Bayrağında çam ağacı SEDİR vardır.
Lübnan, antik adıyla Li Pan; Uli Pan. Li-man derken onu anarız.
Fenike derken de Pan-ika’dan söz ederiz, Pan ağa’beyidirler. Hani şu çok medeni görünen batının biz Türklere aşağılamak için söylediği Pagan’dırlar.
Çam ağacı Li Pan’lıların, yani paganların kutsalıdır. Mitolojide Pan, dağların ve ormanların koruyucusu bir Ulu kavramdır. Çamları kesenler Uli Pan’a düşmanca mesaj veriyor olmalıydılar.
Fenikeliler nasıl pagandır ki, Kuzey Afrika’da Trablus’da (Dorabulus) ve Tripoli’de (Dorabolu) uygarlık kurmuşlar, Suriye’den (Doria) oraya krallar (Karakalla) göndermişler, Kibele’nin heykellerini orada da yapmışlar, Kıbrıs’ta (Alazya) uygarlık kurmuşlar, ilk parayı bulmuşlar…
Şimdi Lübnan bayrağındaki sedir ağacının fonetik sırrını çözelim.
Sedrus Libani: Lübnan bayrağındaki sedir ağacının Latince adı. Lübnan sediri.
İyi gemi sedir ağacından yapılır. Gemi demek denizlerin ve ticaretin hâkimi olmak demekti, bolluk bereket demekti. Ayrıca dağların hâkimi de kendisi demekti; çünkü gemiyi yaparken kullandığı ağaç Toros dağlarının ağacı idi; Tor-osi; İse-dor, SE-DOR.
Sedir, sedrus; Se-dor-us; Tar-ise-us; Tarsus, Dor soyundan gelen ışık.
Libani; Li Pan, Ulu Pan. Pan ulu’su, Pan ışığı, Pan Uşağı.
Şaman kültüründe, yeryüzündeki insan dâhil her şey gökyüzündeki ışığın devamıdır, yer-gök-su üçlemesi o nedenle kutsaldır, doğaya saygı Gök Tanrıya saygıdandır. Gökyüzü ve güneş merkezli adlandırmalar -güneş kültü- bu muhteşem felsefeden başka şey değildir. Doğayı kutsayan bu inanışın ilk ataları Dor halkıdır. Özetle Pan-Dora kutusunun içindeki Şaman’a Hıristiyanlar Pagan der.
Antik Lübnan halkı Sedir ağacını belli ki kutsamış, bayrağına koymuş. Hıristiyanlık adeta ona karşı kurulmuş gibidir. Dorların kutsal sedir ağacını kesip yılbaşı kutlamanın başka ne anlamı olabilir?
Yeri gelmişken Itri’yi anarak geçelim. Itri: İda-uri, İ’Dori. Dor ülkesinden, Suriye’den gelen tanımını verir. Klasik Türk Müziğinin büyük ustası Itri’nin soyağacı halen Suriye’de devam etmektedir.
Bilinmektedir ki, 331’de İznik toplantısında Hıristiyanlık Roma devletinin dini olarak ilan edilince, ortaçağ başladı. Çünkü alınan kararlar tam bir uygarlık katliamı kararı idi. Anadolu’dan kaçan bilim adamları Bağdat ve Medine çevresine yerleşmişlerdi. Bağdat’ın nüfusu bir milyonu bulmuşken, İstanbul’un nüfusu on beş bin, Roma’nınki ise otuz bindi.
Kilisenin karar altına aldığı yasakların başında Şamanlık vardı. Şamanlık dinsizlik sayıldı. Örneğin Şamanlar sünnet oluyordu, domuz eti yemiyordu, onlar bunun tersini kural koydu. Örneğin, Şamanlar dans ediyor, müzik yapıyor, tiyatro yapıyor, resim heykel yapıyordu, Hıristiyanlık bunları yasakladı. Anadolu’da tiyatrolar, heykeller ve bilimevleri yerle bir edilmeye başlandı, bu bir uygarlık katliamı idi, Sümer Uygarlığı ve Hitit Uygarlığı böyle bitti.
“Devletin resmi dini olursa böyle zulüm yapar” sezgisi Anadolu halkının beynine böyle kazındı. Batı, devletin resmi dini olmamalı diyene kadar bin beş yüz yıl geçti, devlet halkın devleti yani “devlet laik olmalı” demek için Fransa’da bir gecede on bin Protestanın kafası uçuruluncaya kadar beklenecekti. Oysa Anadolu’da yerle bir ettikleri şehirlerin, bilim evlerinin, anıtların, insanların, uygarlıkların hesabını kimse sormadı. Anadolu’yu medeniyetler mezarlığına çevirdiler, üzerine de “bizimdir” yazdılar.
Batıda Rönesans ile başlayan aydınlanma, yani ortaçağ karanlığından kurtuluş hareketini “Şamanlığa yeniden dönüş” olarak yorumlayanlar haksız da değiller!.. Meğer Yahudilikte de resim-heykel yasaktı. (Köksal Çiftçi, “Tek Tanrılı Dinlerde Resim- Heykel Sorunu”)
Yasaklar yüzünden yeni sanat türleri doğdu. Örneğin, tiyatronun yasaklanması pantomim sanatını, şarkı söyleme yasağı enstrümantal müziği, gizli saklı toplanıp birbirine çalgı öğretmeyi (konservatuvarın doğuşu) getirdi.
İstanbul’da sirkte tiyatro yapan, at üstünde gösteri yapan kızlara fahişe damgası vuruldu, ceza olarak atın kuyruğuna bağlayıp hipodromda ölene kadar yerde sürüklendi. Suriyeli Bizans kraliçesi Teodora (Dağlı Dor) için de fahişe dediler; Şamandı ve geçliğinde babasının sirkinde at üzerinde gösteri yapardı. Kendisi gibi Şaman olan kral Justinyen ile evlendiğinde kocasından Anadolu halkının vergi yükünü azaltmasını istemiş, bu yüzden İstanbul Katolik kilisesi ünlü Yenge isyanını çıkartmış, Ayasofya bilimevi, Cenan düşkünler evi, Aya İrini (kadınlar için iş evi) ve Bağos pekmez kaynatma evleri yakılmış, bu gerici isyan Üsküdar’dan denizi atlarıyla geçerek gelen İskitler tarafından bastırılmıştı.
Kraliçe Teodora’nın cesedi, vasiyeti üzerine Ayasofya Bilimevinde yakıldı (548).
İstanbul’un gördüğü ilk Hıristiyan ayaklanması bu değildir. Haçlı seferleri sırasında da defalarca yağmalanmıştır. O nedenledir ki, Bizans halkının acılarını duyan Bağdatlı ve Medineli aydın insanlar, bu şehrin bir gün bu acılardan kurtarılmasını dilemişlerdir. Hz. Muhammed’in “O ne güzel insandır ki İstanbul’u kurtaracaktır.” sözü (tam olarak böyle olmayabilir) yüzlerce yıl İstanbul’dan gelen acı çığlıklara cevaptır.
Son söz: Benim insanım “Yaş kesen baş keser” atasözünü öyle durduk yerde uydurmadı.
Hıristiyan dünyasında ağaç katliamına ve tüketim çılgınlığına dönüşen yılbaşı eğlencelerine karşı, bekliyorum bir papaz çıksın da dur desin. Diyemez, çünkü çam ağaçlarını kesip satmak için bu güne hazırlanmış bir PİYASA TANRISI her yerde var. Çam kesmeye karşı çıkmak dinsizlikle suçlanmak için yeterli kanıt sayılabilir, hatta Ergenekon davasına sokmak için de.
3.bin yılın haçlı seferini başlatanlara “1.bin yılın haçlı seferlerinden kârlı çıkan kimse olmadı, herkes zarar gördü” desem acaba onlar bunu anlar mı? (Hıristiyanlığın önü neden Asya’da kesildi diye araştıran yazarların kitaplarını yasakladılar. )
Yeni yıl yazısı da böyle olur mu diyeceksiniz, şimdi nasıl bakacağım kesilmiş ağaçlara diyorsunuz, sizi anlıyorum, ben de zaten doğmamış torunlarınıza yazıyorum.
24.12.2008
Gönderen mülkiyeli zaman: 00:25
Etiketler: Alıntı (Mahiye Morgül)

28 Aralık 2008 Pazar

FETHULLAH MÜSLÜMAN DEĞİLDİR, BAHAİ DİNİNİN LİDERİDİR

[Ne_mutlu_Turkum_diyene] FETHULLAH MÜSLÜMAN DEĞİLDİR, BAHAİ DİNİNİN LİDERİDİR.16 Temmuz 2008 Çarşamba, 21:27
Kimden: "turks2008" Göndereni Kişiler'e ekle Kime: Ne_mutlu_Turkum_diyene@yahoogroups.comFETHULLAH MÜSLÜMAN DEĞİLDİR, BAHAİ DİNİNİN LİDERİDİR.

Semih Tufan Gülaltay, İleri Yayınlarından çıkan Fethullah Müslüman
mı kitabında Fethullah Güleni farklı bir açıdan inceliyor. Kendi
kaleminden okuyalım:

Bu kitaptaki ana mevzu, Fethullahın rejim düşmanlığı ya da ABD
adına yüklendiği misyon değil... Ben Onun İslamiyetin içine
sokulmuş bir Truva atı olup olmadığını sorguluyorum. O bir Truva atı
mıdır? Fethullah Bahaîlerin gizli lideri midir? Amaç İslam dinini
tahrif etmek midir? Gerçek ve halis müslüman kitlemizi Fethullahtan
nasıl koruyabiliriz? Ve benim için işin en önemli yanı 21. asrın en
büyük dinamik gücü olan Türkçü gençliğin Türk-İslam sentezi adı
altında kandırılmasının önüne geçme yollarının ortaya konmasıdır...
Nurculuğun Türk milliyetçilerinin sırtına basarak Tevrat ittifakı
kurmasının önüne geçmek, Orta Asyada misyonerlik okulları açarak
İngilizceyi Orta Asyada tek dil haline getirme çalışmalarına artık
dur diyebilecek miyiz?

Fethullahın birinci gayesi Türk devletini ele geçirmek, ikinci
gayesi ise, geçmişin intikamını almak için İranı istila edip
İranla harbe girmektir... O, bu operasyonda Turancıları kullanmayı
düşünüyor... Bütün Türk dünyasını ele geçirdikten sonra ise önce
aldatmaca bir dinler diyalogu oluşturacak sonra da gerçekte bir
Tevrat ittifakı olan Bahaîliğe geçiş sürecini başlatarak bütün dünya
dinlerini Bahaîlik altında birleştirme sürecini başlatacaktır... Son
merhalesi Fethullahın mesih ilan edilerek dünya peygamberliğine
adım atmasıdır...

Kitapta Gülaltay, Fethullahçılığın kökeni İrana uzanan Bahaîlik
tarikatının bir kolu olduğunu ve Gülenin Bahailiğin günümüzdeki
lideri olduğunu iddia ediyor. Bahailerin sembolü de ışıktır.

Gülaltaya göre, Bahaîlik sıradan bir tarikat veya cemaat değildir.
Hatta Bahaîlik İslam içinde bir mezhep de değildir. Bahaîlik, 3
büyük dini, İslamiyeti, Hıristiyanlığı ve Museviliği tek bir pota
altında birleştirmeye çalışan bir dinlerüstü mezheptir. İranda
İslam öncesi geleneklerini sürdürmek isteyen ve bu nedenle
İslamiyeti diğer dinlerle birleştirmeye ve tahrif etmeye çalışan
çeşitli tarikatlara dayanmaktadır. Bahaîliğin ortaya çıkışını 800lü
yıllara kadar götüren Gülaltaya göre Fethullahın Müslümanlık
anlayışının ardında aslında kökeni İrana dayanan bu İslamdışı
tarikatlar vardır. Dolayısıyla Fethullahın ne kadar Müslüman olduğu
sorgulanmalıdır.

Gülaltay kitabında, İrandaki Batınî mezheplerinin her birinin
ortaya çıkışını ve birbirini nasıl takip ettiğini anlatıyor ve bu
mezheplerin neden İslamdışı sayıldığını örnekleriyle okuyucuya
sunuyor. Gülaltay, İrandaki İslamdışı mezhepleri Mazdekle
başlatıyor. Sonra sırasıyla, Hürremiye Mezhebi, Babek, İsmailiye ve
Hasan Sabbah, Hurufîler, Cavidaniye, Babilik, Bahaîlik... Gülaltaya
göre bu mezhepler farklı isimler taşımalarına karşın aslında aynı
mezhebir devamıdır. Çünkü, sık sık İran Devletine ve Halifeliğe
karşı ayaklanan bu mezhepler, başarısız olunca yollarına devam
edebilmek için isim değiştirmiştir. Yoksa eylemleri de inançları da
farklı değildir.

Bu tarikatların kısa bir tarihin sunduktan sonra Fethullahın bu
tarikatlarla bağlantısını yapıtlarından örneklerle açıklanıyor.
Örneğin Batınî tarikatlarının en önemli özelliği yasak kimliklerini
saklayarak takiyye yapmalarıdır. Gülaltaya göre, Batınîler takiyye
yaparak gerçek inançlarını gizlerler, Müslümanlarla kaynaşırlar ve
devleti içten içe fethetmeye çalışırlar. Aynen Fethullahçılar
gibi...

Batınîlerin Kitabün Nurundan Saidi Nursinin Risale-i Nuruna

Öncelikle Batınîler, şeyhlerinin kitabını Kuran yerine kabul
ederler. Cavidanîyeler, şeyhleri Fazlullahın Cavidannamesini,
Babiler ise şeyhleri Muhammed Babın kitabı Kitab-ün Nuru Kuran
kabul ederler. Ne hikmetse, Saidi Nursînin Risale-î Nuru isim
olarak ve cemaatin gösterdiği saygı bakımından, içerik olarak, Kitab-
ün Nura çok benzemektedir. Türkiyedeki Nurculara göre, Kuran
anlaşılması zordur, bu nedenle müritlere Nur Risaleleri önerilir.
Risalelere adeta ikinci bir Kuran mualemesi gösteren Fethullah,
Gülaltaya göre bu şekilde Müslümanlığa da aykırı hareket etmiş
olmaktadır. Gülaltay, Fethullahın şu sözüne dikkat
çekiyor: İlimler sahasında meselenin temel esprisini ise
Bedîüzzamanın mülahazasında buluruz. Şöyle der o: Allahın iki
kitabı vardır. Biri kainat kitabı, diğeri Kur-anı Kerim.
Gülaltaya göre Fethullah Gülen, Kainat kitabı derken Risaleleri
kastetmektedir. Gülaltay, buna benzer pek çok örneği kitabında
veriyor ve Nurcuların Risaleleri öne çıkarmasının nedeninin Kuranın
geçerliliğini ortadan kaldırmak olduğunu söylüyor.

Fethullah isminin kaynağı Gülenin kimliğini ele veriyor

Fethullah Gülenin isminin kaynağı da gizli kimliğinin bir başka
göstergesi. Gülenin ismi 1844 yılında İran Şahını öldürmeye
kalkışan bir Bahaî fedaisinden gelmektedir: Fethullah Kamî.
Fethullah Gülenin ailesinin İrandan göçme olduğunu da ortaya koyan
Gülaltay, Bahaîlikle bir başka bağlantısını daha ortaya
çıkarmaktadır.

Fethullahın rumuz olarak kullandığı isimler de eski Bahaî
kahramanlara atıftır. Örneğin, 1982 yılının sonlarında DGM
savcılığının hakkında başlattığı soruşturmada, Fethullahm Dahhak
kod adını kullanarak kitap yazdığı tespit edilmiş. Bilindiği üzere
Dahhak İran mitolojisinde, İranı istila edip İran Şahı Cemşiti
testere ile ortadan ikiye böldürten, İran halkına işkenceler,
eziyetler yapan bir adammış. İran halkı Dahhak-ı Zalim diye
andıkları bu gaddar adamın zulmünden perişan olmuştu.

Işık evlerinin sırrı: Ev-mabetler

Gülaltay, Babilerin ibadet için camiler yerine evleri tercih
etmesiyle Fethullahçıların Işıkevleri arasında da bir bağlantı
kuruyor: Babiler, camilere gitmez, cemaatle namaz kılmazlardı.
Bunun yerine evlerde toplanmayı tercih ederlerdi. Ardından Nur
evleriyle ilgili Fethullah Gülenin şu sözlerine dikkat çekiyor: Bu
ışık evlerinin kendine has özellikleri vardır... Yüreği pek, imanı
çelik insanların yetiştiği kutsal mekanlardır... Artık geçmişte
camide yapılan dini ruhunun müzakereleri bu evlerde biraraya
gelinerek yapılacaktır. Ve Gülaltay nur evlerinin İslamdışı
olduğunu şu şekilde anlatıyor: Anlaşılacağı gibi Fethullah Gülen,
bundan sonra caminin önemli olmadığını söylüyor. Çünkü büyük ustası
Kürt Sait de camiye girmezdi. Buradaki amaç ise İslamın birliktelik
ve cemaat ruhunu yıkmaktır. Kurretül-Aynın ve Babi şeyhlerinin
vaaz verdiği yerler camiler değildi. Fethullahın tabiriyle nur
evleriydi. Yine aynı Fethullah, Yeşeren Düşünceler isimli kitabının
164. sayfasında ev-mabet [adıyla] bu ışık evlerini tarif ediyor. Ev-
mabet terimi Bahailik dininde mabede verilen addır. Bahailerin
mabedlerine ev-mabet adı verilir.

Gülenden Bahailere gizli övgüler

Gülaltay, Fethullahın kitaplarında Bahaîlere nısal gizlice övdüğünü
de ortaya çıkarıyor. Örneğin, Fethullahın Hz. Muhammedi anlattığı
sanılan kimi yazılarında aslında Bahaîlerin lideri Molla Muhammed
Aliyi andığını aktarıyor: Dostların vefasızlığına, düşmanların
ardı arkası kesilmeyen istila ve ifsatlarına uğramasaydı, kim bilir
daha neler yapacaktı? Keşke, bu mübarek dünya; duygu, düşünce,
anlayış ve hayat felsefesiyle hiç değişmeseydi. Onun yiğitliği,
sadeliği ve mertliği bu güne kadar dipdiri kalabilseydi. Keşke O
muhteşem saray ve yüksek kasırların altın yaldızlı kubbeleri
altında, baygın ve mahmur dolaşan hasım dünyanın, talihsiz
insanlarının durumuna düşmeseydi. Gülaltay, bu alıntıda önemli bir
çelişkiyi yakalıyor: Yukardaki metinde anlatılan kasır ve saraylar
dönemin İran Şahının saraylarıdır. Çünkü Hz. Muhammed devrinde
Arabistanda ne kasır vardı ne saray.

Gülaltay, bu konuda daha pek çok örnek yakalamış. Gülaltaya göre,
baskı ve zulüm gören insan tasvirleri sanılanın aksine Hz. Muhammed
dönemi yaşamış Müslümanlar değil, başarısız ayaklanmalardan sonra
yurttan yurda göçürülen Bahailerdir. Örneğin, 1868de Bahaîler
sürgüne gönderilir. Fethullah Gülenin kitaplarında anlattığı ömür
boyu süren büyük göç aslında Bahaîlerin sürgünüdür. Gülaltaya göre
bahsedilen göç sanıldığı gibi Mekkeden Medineye Hz. Muhammedin
hicreti değildir.

Başka bir yerde ise Fethullah şöyle diyor: Bir başka defasında da
seni kardeşinle konuşmaktan men etmişlerdi. Hani o güne kadar, bir
lahza kendisinden ayrılmadığın kardeşinle konuşmaktan... Savaş
meydanlarında omuz omuza, yemek sofralarında diz dize oturduğun
kardeşinle konuşmayacaktın. Gülaltaya göre burada kastedilen de
yine Bahai liderleridir. Çünkü Müslümanların tarihinde kardeşiyle
konuşmaktan men edilme gibi bir cezalandırma söz konusu
edilmemiştir. Halbuki Abdülazizin bir fermanında, Bahaullahın
çocukları birbirleriyle konuşmamaları kaydıyla sürgüne
gönderiliyordu. Fethullahın uğruna gözyaşı döktüğü işte bunlardır.

Fethullahçılıkla Bahaî inanışları arasındaki paralellikler

Gülaltayın bulduğu çeşitli paralellikleri şöyle sıralayabiliriz:

- Bahaîler cenazelerini İslam inanışının tersine, mermer lahitler
içinde gömerler. Saidi Nursî de vasiyetinde cesedinin lahitin içine
konulmasını istemiştir.

- Bahaîlerde ibadete başlama yaşı 16dır. Fethullah Gülen de bir
kitabında şöyle demektedir: 16 yaşıma kadarki dönemi çocukluk
dönemi sayıyorum.

- Bahaîlikte el öptürmek kesinlikle yasaktır. Fethullah Gülen de el
öptürme konusunda şöyle diyor: Fevkalade rahatsızlık duyuyorum. El
öptürme prensibim hiç yoktur.

- Bahaîler, camiye girmez, cemaatle namaz kılmaz. Sadece cenaze
namazı kılarlar. Gülaltaya göre, Fethullah Gülenin de cenaze
namazı dışında camiye girip namaz kıldığını şu ana kadar kimse
görmemiştir.

- Bahaîlikte kurban kesilmez. Ünlü Fethullahçı bilim adamlarından
birisi de katıldığı bir tartışma programında kurban kesmeyi hapvan
katliamı olarak nitelendirmiştir.

- Bahaîlikte, herkes malının yüzde beşini, toplumun başında bulunan
19lar heyetine vermek zorundadır. Fethullahçı organizasyon ve
vakıfların başındaki yönetim kurulu da 19 kişidir.

Fethullah ile Bahaîler arasındaki bir başka somut bağlantı ise Saidi
Nursinin hayatından alınmaktadır. Saidi Nursi, Gülaltayın ortaya
çıkardığına göre, İran Şahına suikast düzenleyen Babilerin
şeyhlerinden Celaleddin Afganinin İrandan kaçıp Abdülhamitin
himayesine girmesi sırasında kuryelik etmişti. Saidi Nursî, yine bir
başka Bahaî tetikçi Kirmaniyi de İran-Türkiye sınırında
karşılayacak ve İstanbula kadar kendisine eşlik edecekti.

Gülenin sözlerinde gizli anlamlar

Fethullahın eserlerinde gizli gizli Bahaîlik propagandası yaptığını
da Gülaltay çeşitli örneklerle açıklıyor:

Kapı: Bahaî mezheplerinden Babiliğin kurucusu Muhammed
Babtır. Bab kelimesinin bir anlamı da kapıdır.

Ulu sultan! Canlı-cansız, insan-hayvan, (..) her şey varlığını
soluklar.: Gülaltay bir başka bölümde ise Gülenin bu sözündeki
gizli anlamı ortaya çıkarıyor: Ulu Sultan kelimesi Bahaî Şeyhi
Bahaullaha atfedilmiştir. Hayvanları, eşyaları bile Allahın
kulları olarak kabul eden ise Muhammed Babın hocası Kazım-ı
Reşdidir.

Nebiler Sultanı: Gülaltay, Fethullahın sık sık kullandığı Nebiler
Sultanı teriminin de karşılığını buluyor. Gülaltaya göre,
Fethullahın burada kastettiği Hz. Muhammed değil, Bahaullahtır.
Çünkü, Bahaullahın lakabı döneminde Sultandır.

Nur Asrı: Muhammed Babın Kitabün Nur ile Babiliği yaydığı ilk
yıllara da Nur asrı denmektedir.

Timur ve Cengiz düşmanlığı: Fethullah bir kitabında şöyle
diyor: Allah bir zamanlar Cengiz, Hülagü ve Timurlenkin eliyle
hırpaladığı ve ikaz ettiği İslam alemini bugün de Batılılar
vasıtasıyla hırpalayıp ikaz etmektedir... Gülaltay, Fethullah
Cengiz, Hülagû ve Timurlenke karşı olmasını bu hükümdarların
Bahaîlerin önemli önderlerini öldürmüş olmasına bağlıyor. Cengiz
Hanın oğlu Hülagû, Hasan Sabbahı; Timurlenkin oğlu Miranşah ise
Fazlullahı öldürmüştü.

Dönmezem ve mum gibi yanıp erimek: Bu kelimeleri de Fethullah
sık sık kullanmaktadır. Örneğin: Çevresinde kol gezen tehlikelere
aldırmadan, yüce derslerine devam eden ve hakkında bayağıların
bayağısı hükümler kesilip biçilirken. Hançer ile yüreğimi yar!
Senden dönmezem diyerek hakikati haykıran büyük muzdariplerin Evet
hep böyle ızdırap gören ızdırap düşünen ve bir mum gibi yana yana
eriyip giden, bu yüce kametlerin arkasında yürüyenler hiçbir zaman
aldanmadılar ve hiçbir zaman hayal kırıklığına uğramadılar. Tahran
Kalesinde infaz edilmeden önce Dönmezem diye bağıran Bahaîlerin
ünlü kadın kahramanı Kurretül-Ayndır. O dönem Bahaîlere yapılan
işkenceler arasında en yaygın olanı da vücutları hançerle yarıp
içlerine mumlar sokulmasıydı.

Fetret Devri ve Rönesans: Fetret devri derken kastedilen Bahailerin
yaşadığı uzun sürgün dönemidir. Yeniden diriliş ise Bahaîlerin
öğretilerini tüm dünyaya kabul ettirmeleri demektir. Örneğin: Bu
ise uzun bir fetretten sonra, bu mazlumlar ülkesinin yeniden
dirilişi ve Rönesansı demektir. Kimbilir, belki o zaman batmak
üzere olan dün-yanın diğer kesiminin elinden tutup kaldırma fırsatı
doğar.

Kendini peygamber gören Gülen

Bahaîlerin bir başka propagandası şeyhlerinin peygamber olduğudur.
Bahai şeyhleri kendi peygamberlikleri altında tüm dünya dinlerini
bir arada toplanmaya çağırırlar. Gülaltay, Fethullahın kimi
yazılarında satır aralarında kendi peygamberliğini nasıl savunduğunu
göstermektedir:

Allah, elbette insanları da peygambersiz bırakmayacaktır.

İnsanlar, akıllarıyla kainatta cereyan eden hadiselere bakıp,
Allahı bulsalar bile yaratılışlarındaki gaye ve hikmeti, nereden
gelip, nereye gittiklerini ve ibadetlerinin keyfiyetlerini
peygambersiz bilemezler.

Hilafete giden yol herkese açıktır.

Hak için halkın temsilcisi demek, peygamber mesleğine talip olmak
ve onu temsil etmek demektir. Onu yapabilmek için de peygamberane
aşk, şevk, gayret, azim, cehd ve irade gerekir.

Fethullah görüldüğü gibi yeni peygamberlere ihtiyaç olduğunu ve
Allahın insanları peygambersiz bırakmayacağını söylüyor. Halbuki
İslam inancına göre Hz. Muhammed son peygamberdir. Yalnızca bu bile
Gülaltaya göre Fethullahçılığın İslamdışı olduğunun bir kanıtıdır
ve bu propagandanın bir sonraki aşaması Fethullahın kendisini Mesih
ilan etmesi olacaktır.

Fethullahın Amerikancılığının Bahailikteki kaynağı

Gülaltay, kitabın sonuna doğru Fethullahın gerçek amacının dünya
çapında bir Bahaî imparatorluğu kurmak olduğunu ortaya koyuyor.
Gülaltay, Avustralyadan Afrikaya Asyadan Amerikaya milyonlarca
Bahaînin bulunduğunu söylüyor. Bahai imparatorluğunun işlevi dünya
çapında ABDyi iktidara getirmek olacaktır. Zaten, Bahailiğin ortak
dili de İngilizce olacaktır. Gülaltaya göre ABDde bugün 20 milyon
Bahaî yaşıyor ve Bahailerin etkinliği oldukça önemli. Zaten
Bahailerin kullandığı ev-mabetlerin kubbeleri de Beyaz Sarayın
kubbesine benziyor.

Fethullahın Orta Asyadaki misyonu da bu şekilde ortaya çıkıyor.
Gülaltaya göre Bahailer dünya çapındaki iktidarlarında İngilizceyi
resmi dil olarakilan edeceklerdir. Fethullahın okullarının tümünde
İngilizcenin öğretilmesinin nedeni olarak bunu gösteriyor. Üstelik
Fethullahın en etkin olduğu Türk Cumhuriyetlerinden olan
Yakutistanın durumunu da Gülaltaydan öğreniyoruz. Bu ülkedeki
Fethullahçı proje sonunda başarıya ulaşmıştır. Yakutistanın resmi
dili İngilizce olarak ilan edilmiştir.

Gülaltay, Fethullah Gülen tehlikesinin uluslararası çapta olduğunu
bu şekilde olduğunu ortaya koyduktan sonra kitabında tüm Türk
milletini uyarıyor ve Fethullah tehlikesi hakkında Devlet üzerine
düşeni yapmazsa görevin Kuvayı Milliyeci Atatürkçülere düşeceğini
söylüyor:

Atatürk ve Kuvayı Milliyeci yiğitlerin kurduğu devlet, hiçbir zaman
sarsılmayacak, bu sarp kale, tunçtan yığınlar halinde omuz omuza
yürüyen Türk gençliğinin sırtında, ulaşılmaz bir kartal yuvası
olarak ebediyete kadar var olacaktır.

Bahaullah
Bahaullahın Osmanlı Padişahı tarafından azlettirilmesi
http://www.bahaullah.org/constantinople/

sembolleri ışık ve finansal destekçileri yahudi
http://www.bahaullah.org/shrine/be-illumined/

islamiyete karşı amaçları tek dünya dini yaratmak
http://www.bahaullah.org/relics/seals-of-bahaullah/

Kuranı Kerime karşı Bahaullahın yazdığı kutsal kitap
http://www.bahaullah.org/tablets/most-holy-book/

http://www.bahaullah.org/akka/

http://reference.bahai.org/en/t/b/KA/ka-15.html#gr6

http://www.bbc.co.uk/religion/religions/bahai/

MUSTAFA KEMÂL ATATÜRK VE HAZRETİ MEVLÂNA

Mustafa Kemal Atatürk ve Hazreti Mevlana…

Yazan: Turan 09 Mayıs 2008
Kategori: İslam

Yorum yapın

Yıl 1922… Kasım ayının 1′i… Büyük önder, büyük devrimci, Türk milletinin başöğretmeni ve dünya ülkelerinin gelecekte kendisini örnek alacağı seçilmiş insan Gazi Mustafa Kemal Paşa Türkiye Büyük Millet Meclisi’ ndeki konuşmasını yapmak için kürsüdeki yerini alıyor. O şimşekler çakan gözleri ile arkadaşlarına bakıyor ve konuşmasına şu cümle ile başlıyor: “Efendiler! Tanrı birdir, büyüktür…”. Evet, o büyük insan gerçek bir dindardı. Belirli çevrelerin daha baştan itibaren Atatürk’ün sözde dinsiz ve dine karşı olduğunu yaymak istemelerine rağmen, o laik zihniyete sahip “dindar” bir kişiydi. O, kalıplara sığmayan, şekilcilikten uzak, gösteriş içermeyen ve Hz.Muhammed’in buyurduğu “yüksek ahlak” üzerine kurulmuş dinin aşığıydı. O İslamiyet’in kaynağındaki saf şekline bağlıydı.

29 Ekim 1923’de Fransız yazar Maurice Pernot’ya verdiği demeçte bu saflığı kendisi şöyle tanımlıyor: “Türk milleti daha dindar olmalıdır. Yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Hakikate bizzat nasıl inanıyorsam dinime de öyle inanıyorum. Şuura muhalif, terakkiye mani hiçbir şey ihtiva etmiyor. Halbuki, Türkiye’ye istiklalini veren bu Asya milletinin içinde daha karışık, suni itikatlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu acizler sırası gelince aydınlanacaktır.”

Başöğretmen Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Konya konuşmaları, Atamızın din hakkındaki görüşlerini ortaya koyması açısından çok önemli bir yer tutmaktadır. İşte 20-23 Mart 1923 tarihleri arasında Konya’yı ziyareti sırasında yaptığı konuşmadan bölümler: “İslamiyet’in ilk parlak devirlerinde geçmişin mahsulü olan sağlıksız adetler bir zaman için kendini göstermemiş ve yüze çıkmamışsa da, biraz sonra İslamiyet’in gerçeklerine sarılmaktan İslam esaslarına göre hareket etmekten çok, geçmişin mirasa olan adet ve inançları dine karıştırmaya başlamışlardır.
Bu yüzden İslamiyet’e dahil bir akım kavimler, İslam oldukları halde düşmeye, sefalete, geriliğe maruz kaldılar. Geçmişlerin kötü ve batıl alışkanlıkları ve bu suretle gerçek İslamiyetten uzaklaştıkları için
kendilerini düşmanlarının esiri yaptılar.

Bu İslam kavimleri içinde Türkler, milli gelenek ve görenekleri itibariyle bir taraftan İran, diğer taraftan Arap ve Bizans milletleri ile temas halindeydiler. Şüphe yok ki temasların milletler üzerinde etkileri görülür. Türklerin temas ettiği milletlerin o zamanki medeniyetleri ise çökmeye başlamıştı. Türkler bu milletlerin kötü adetlerinden, fena yönlerinden etkilenmekten nefislerini men edememişlerdir. Bu hal, kendilerinde bozukluk, cehalet ve insanlıktan öte zihniyetler doğurmasından uzak kalmamıştır. İşte gerileyişimizin belli başlı sebeplerinden birini bu nokta teşkil ediyor.

Milletimizin gerçek din bilginleri, din bilginlerimiz arasında da milletimizin hakkıyla iftihar edebileceği bilginlerimiz vardır. Fakat bunlara mukabil ilim kisvesi altında hakikatten ilimden uzak, gereğince ilim tahsil edememiş, ilim yolunda layığı kadar ilerleyememiş hoca kıyafetli cahiller vardır. Bunların ikisini birbirine
karıştırmamalıyız.

Efendiler, gerçek din bilginleri ile dine zararlı ulemanın birbirine karıştırılması Emeviler zamanında başlamıştır. Bilindiği üzere Sıffın vak’asında Hz.Ali’nin ordusuna karşı mızrak uçlarına Kur’an-ı Kerim
sayfalarını takarak saldırdılar. İşte o zaman dine fesatlık, İslam arasına nefretlik girdi ve o zaman hak olan Kur’an, haksızlığa kabule vasıta yapıldı. Halifelik hile ile el değiştirdi. Ondan sonra bütün müstebit hükümdarlar dini hep alet edindiler. İhtiras ve istibdatlarını kabul ettirmek için hep ulema sınıfına başvurdular.
Gerçek ulema, dini bütün bilginler, hiçbir zaman bu müstebit taç sahiplerine uymadılar. Onların emirlerini dinlemediler, tehditlerinden korkmadılar. Bu gibi ulema kamçılar altında dövüldü, memleketlerinden sürüldü, zindanlarda çürütüldü, darağaçlarında asıldı. Lakin onlar yine o hükümdarların keyfini dine alet etmediler. Fakat gerçek durumda bilgin olmamakla beraber, sırf o kisvede bulundukları için bilgin sanılan, menfaatine düşkün, haris ve imansız bir takım hocalar da vardı. Hükümdarlar işte bunları ele aldılar ve işte bunlar, dine uygundur diye fetva verdiler. İcap ettikçe yanlış hadisler bile uydurmaktan çekinmediler. İşte o tarihten beri saltanat tahtında oturan, sarayda yaşayan kendilerine halife namı veren baskıcı hükümdarlar bu gibi hoca kıyafetli cahillere iltifat edip, onları himaye ettiler. Hakiki ve imanlı ulema her vakit ve her devirde onların kinini çekti.

Böyle yapan halifelerinin ve din bilginlerinin arzularına muvaffak olmadıklarını tarih bize misallerle izah ve ispat etmektedir. Artık bu milletin ne böyle hükümdarlar, ne böyle alimler görmeye tahammülü ve imkanı yoktur. Artık kimse böyle hoca kıyafetli sahte alimlere önem verecek değildir. Eğer onlara karşı benim şahsımdan bir şey anlamak isterseniz; derim ki, ben şahsen onların düşmanıyım. Onların menfi yönde
atacakları bir adım, yalnız benim şahsi imanıma değil, o adım benim milletimin kalbine havale edilmiş kanlı bir hançerdir. Benim ve benimle hemfikir arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka o adamı tepelemektir.”

Evet, yıllar önce ve olağanüstü şartlarda kullanılmış bu ifadeler Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ne kadar büyük bir kimliğe sahip olduğunun ispatıdır.
Yüce Atatürk’ün Hz.Muhammed’e duyduğu büyük sevgi ile birlikte Hz.Mevlana’nın da fikirlerine duyduğu hayranlık onun tüm hayatını ve icraatlarını etkilemiş, din konusundaki ifadelerine temel teşkil etmiştir. Bir Konya ziyareti sırasında söylediği şu sözler Hz.Mevlana’ya gösterdiği sevgi ve saygının delili gibidir: “-Ne zaman bu şehre gelecek olsam, içimde bir heyecan duyarım. Hz.Mevlana düşünceleriyle benliğimi sarar. O çok büyük bir dahi, çağları aşan bir yenilikçi…”
Evet…Yüce Atatürk sahip olduğu hayat görüşünün kaynağını işte bu sözleriyle özetleyivermiştir.

Çankaya köşkündeki dil çalışmaları toplantısında Konya Mevlevi Dergahı eski postnişinlerinden Veled İzbudak Çelebi de davet edilmişti. Söz dönüp dolaşıp Hz.Mevlana’ya gelmiş, yüce Atatürk şunları söylemişti:

“- Mevlana, Müslümanlığı Türk ruhuna intibak ettiren büyük bir reformatör… Müslümanlık aslında geniş manasıyla hoşgörülü ve modern bir dindir. Araplar onu kendi bünyelerine göre anlamış ve tatbik
etmişlerdir. Sıcak bir iklimde oturan, suyu nadiren kullanan, genel bir hareketsizlik içinde ömür süren Badiye Arapları için günde beş vakit abdest ve namaz, çok ileri seviyede bir yaşama hareketidir. Hz.Muhammed insanları uyuşukluktan harekete sevk etmiştir. Sarp dağlar, yüksek yaylalarda at koşturan, erimiş kar suları ile yıkanan Türkler için abdest ve namaz çok tabii olmuştur. Mevleviliğe gelince, o tamamen dönerek ayakta ve hareket ederek Allah’a yaklaşma fikri, Türk dehasının en tabii ifadesidir.”

İşte Yüce Atatürk’ün İslamiyet’e şekilcilik katarak onu asıl ruhundan uzaklaştıranlara verdiği en mükemmel mesajlardan birisi. O birçok kez dinin insanlık tarafından gerçek boyutlarıyla anlaşılmadığını belirtirken, Hz.Mevlana’nın da yanlış ve eksik yorumlandığına da temas etmiştir. Bir gün Konya milletvekili Naim Onat’ın sözde Mevlana’yı yermek istemesi üzerine Atatürk’ün söylediği şu sözleri bugün bile üzerinde ibretle düşünülmesi gereken ifadelerdir:

“-Eğer Mevlana’yı sizler gibi kavramak gerekirse, o büyük insanın ruhu dertlenir, biz de belki bir saygısızlık göstermek zorunda kalırdık. Mevlana’yı ululuğuyla kavrayabilmek için medresenin dar kapısından geçmemiş olmak gerek.”

Gazi Mustafa Kemal Paşa Konya’ya yaptığı toplam dokuz ziyareti sırasında her sefer önce Hz.Mevlana’nın makamının bulunduğu Türbe-i Saadeti ziyaret etmeyi ihmal etmemiş, tekke ve zaviyelerin işlevlerini tamamlaması ve dolayısıyla kapatılması yönünde çıkan yasa sırasında Hz.Mevlana’nın türbesini müze haline dönüştürerek tüm insanlık alemine açık halde kalmasını sağlamıştır.

Bununla ilgili bilgiler 22 Aralık 1987 yılında yayınlanan Hürriyet gazetesinde çıkan bir haberde şöyle dile getirilmiştir:
Atatürk, Konya’daki Mevlana Dergahı ve türbesini, Konya’ya ilk gelişi olan 3 Ağustos 1920 günü ziyaret etmiş ve bu ziyaretten pek etkilenmişti. Daha sonra ziyaretlerinde Mevlana Türbesini ziyaret etmeden Konya’dan ayrılmamıştır. 3 Nisan 1922 günü ziyaretlerinde, kendisi için açılan Sema meydanında hazır bulunmuş, 22 Mart 1923 günü yaptığı ziyarette postnişin Abdülhalim Çelebi’nin davetlisi olarak dergahta yemek yemiş, Hz.Mevlana’nın büyüklüğü üzerine takdir ve hayranlık dolu sözler söylemiştir.

Cumhuriyet’in ilanından sonra, tekke ve türbelerin kapatılması hazırlıkları yapılırken, Başbakan İsmet İnönü’ye “Mevlana Dergahı ve türbesinin kapatılmayarak kendi eşyası ile birlikte müze olarak düzenlenmesi ve ziyarete açılması”emrini vermiştir. Bir süre sonra, Bakanlar Kurulu kararı ile dergah, müze haline getirilmiştir.

Atatürk, 18 Şubat 1931 günü Konya’ya 9′uncu defa geldiği zaman, Konya’da 11 gün oturmuş, bu arada 21 Şubat 1931 gününü tamamen artık müze halinde ziyarete açık bulundurulan Mevlana Müzesi’nde geçirmiştir.

Bu ziyaret sırasında eski Konya Milletvekillerinden Fuat Gökbudak ve o günlerde Konya Azar-ı Atika Müzesi müdürü olan Yusuf Akyurt’un ayrı ayrı anlattıklarına göre, Atatürk müze müdürünün odasına girer girmez, niyaz penceresi üzerindeki rubaiyi görmüş, Farsça’yı çok iyi bilen Hasan Ali Yücel’e tercümesini yaptırmıştır. Atatürk tercümedeki: “Ey keremde, yücelikte ve nur saçıcılıkta güneşin, ayın, yıldızların kul olduğu sen. Garip aşıklar, senin kapından başka bir kapıya yol bulmasınlar diye öteki bütün kapıları kapanmış, yalnız senin kapın açık kalmıştır.” ibaresini işitir işitmez şöyle demiş:

“Hz.Mevlana’nın büyüklüğü burada bir kere daha kendini gösterdi… Doğrusu ben, 1923 yılındaki ziyaretim sırasında, bu dergahı kapatmayalım Müze olarak halkın ziyaretine açalım, diye düşünmüş; bir yıl sonra dergah ve tekkelerin kapatılması kanunu çıkar çıkmaz İsmet Paşa’ya Mevlana dergahı ve türbesini kendi eşyası ile Müze haline getir emrini vermiştim. Görüyorum ki, şu okuduğumuz rubainin hükmünü yerine getirmişim. Bakınız ne kadar mükemmel bir Müze olmuş…”

Değerli tarihçi Cemal Kutay’ın ifadelerine göre, Mustafa Kemal’e emrindeki yardımcılarının “Paşam Hz.Mevlana’nın makamını müze haline getirmeniz üzerine halk buraya akın etmeye başladı. Bu bir sakınca
doğurmasın” demeleri üzerine Atatürk’ün verdiği cevap ilginçtir:
“-Eğer, Hz.Mevlana’yı hakkıyla tanımak ve benimsemek için ziyarete gitmekte olduklarına inansam öteki dergahların da açılmasını sağlardım. Çünkü, Hz. Mevlana’yı tanımak ve anlamak zaten diğer tüm tehlikeleri de ortadan kaldırmaktadır.”

Hz.Muhammedin “Din nedir?” sorusuna verdiği “Ahlak,ahlak,ahlak” cevabına her dönemde çok ihtiyaç duyduğumuzu düşünerek Hz. Muhammed’in, Hz.Ali’nin, Hz.Mevlana’nın ve Atatürk’ ün şu sözlerine dikkat çekmek istiyoruz:

“İlim Çin’de olsa gidip öğreniniz.”
Hz.Muhammed

“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.”
Mustafa Kemal Atatürk

“Dünyada sevgiye dair ne varsa ben orada varım,
savaşa dair ne varsa ben orada yokum.”
Hz.Mevlana

“Yurtta Sulh, Cihanda Sulh.”

Mustafa Kemal Atatürk
“Evlatlarınızı zamana göre yetiştiriniz.”
Hz.Ali

“Milletimi muasır medeniyet seviyesinde görmek isterim.”
Mustafa Kemal Atatürk


Etiketler: abdest, allah, arap, atatürk, başöğretmen, bilgin, birdir, bizans, büyük, büyük önder, büyüktür, cahil, çin, cumhur, cumhuriyet, dergah, din, dindar, dünya, emeviler, gazi, halife, hz ali, hz muhammed, ilim, İslam, islamiyet, kemal, kemalist, konya, kuran, laik, meclisi, mevlevi, millet, muhafazakar, Müslüman, mustafa, namaz, nebi, paşa, peygamber

ATATÜRK OLMASA BUGÜN HZ. MUHAMMED'İN MEZARI DA OLMAYACAKTI

Standart "Atatürk Olmasa Bugün Hz. Muhammed’in Mezarı da Olmayacaktı."
ARKADAŞLAR MERHABA.
ŞU YAZIYI BİR OKUR VE BİLGİ VERİR MİSİNİZ?

BUNUN DOĞRULUK PAYI NEDİR?

Pazartesi akşamı Avrasya Televizyonu’nda Lale Şıvgın’ın sunduğu “Beyin Fırtınası” programına katılmıştım biliyorsunuz. Programın diğer konukları Nevzat Yalçıntaş ile Erol Manisalı idi.

Nevzat Yalçıntaş program sırasında Atatürk’le ilgili küçük bir anekdota yer vererek “Suudiler 1926 yılında sınırları içinde tüm mezarlıkları yıkıyorlardı. Atatürk sıranın Hazreti Muhammed’in kabrine geldiğini öğrenince bir telgraf çekerek, ‘Eğer bir tek taşına bile dokunursanız ordumu aşağı gönderirim’ demişti. Bunun üzerine Suudiler Hazreti Muhammed’in kabrine dokunamamıştı. Ama bu telgraf yok edildi” dedi.

Programın ana konusu kapatma davası olduğu için bu konu fazla uzun sürmedi. Programdan sonra Lale Şıvgın, yayının yapıldığı Doğatepe tesislerinde bizlere birer çorba ikram etti. Bundan yararlanarak Yalçıntaş’a “Hocam programda anlattığınız olayın ayrıntılarını söyleyebilir misiniz?” diye sordum.

1981 yılında 12 Eylül askeri yönetimi Atatürk’ün 100. doğum yılı nedeniyle kapsamlı bir program hazırlamış. Prof. Yalçıntaş o dönemde İlim Kurulu’nun başına getirilmiş. Amaç Atatürk’le ilgili çeşitli kaynaklardan arşiv araştırması yapmak ve “bilinmeyen Atatürk’ü” ortaya çıkarmakmış.

Yalçıntaş, “Dışişlerinde Münir Bey vardı. (Soyadını hatırlayamadı) İyi bir araştırmacı ve arşivciydi. Ona Dışişleri Bakanlığı arşivlerinin araştırılması görevi verilmişti” diyerek anlatmaya başladı.

Sonra da sürdürdü: “Bir gün Münir Bey aradı. Çok ilginç bir belge bulduğunu, bunu getirip göstermesi gerektiğini söyledi. O sırada benim çalıştığım başbakanlık binası ile dışişleri binası aynı yerde. Hemen atlayıp geldi. Çok heyecanlıydı.”

Prof. Yalçıntaş, Münir Bey’in gösterdiği belgeye baktığında çok şaşırdığını belirterek şöyle devam etti: “Belge bir telgraf metniydi. Henüz yeni kurulan Suudi devletinin kralına gönderilmişti. Telgrafta ‘Hazreti Muhammed’in mezarının yıkılacağını derin üzüntü içinde öğrendim. Bu kutsal emanete asla dokunamazsınız. Bir tek taşının bile zarar gördüğünü duyarsam orduyu aşağıya gönderirim’ anlamına gelen cümleler vardı.”

Yalçıntaş, burada Hazreti Muhammed’in mezarı ile ilgili kısa bir detay anlattı. İngiliz işgali sırasında komutan olan Fahrettin Paşa’nın kabri terk etmemek için uzun süre direndiğini, aç kaldıklarını bu nedenle çekirge yiyerek beslendiklerini, sonunda İngilizler’in hiçbir şekilde dokunmamaları kaydıyla Hazreti Muhammed’in mezarını terk ettiklerini ancak kutsal emanetleri de yanlarına aldıklarını söyledi.

Şimdi gelelim belgenin bulunmasından sonraki gelişmelere, çünkü vahim ve ilginç olan bu: Nevzat Yalçıntaş’ın anlattığına göre Münir Bey belgeyi önce bir üst amirine götürüyor. Belge oradan daha yukarı taşınıyor. Sonunda müsteşara oradan da Bakan İlter Türkmen’e geliyor. Tabii Evren Başkanlığı’ndaki Milli Güvenlik Konseyi’nin de haberi oluyor.

Sorun şu: Bu belge ne yapılacak? Dönemin Atatürkçü komutanları ve onların emrindeki bürokrasi bu belgenin açıklanmasını istemiyor. Ancak belge de ortaya çıkmış bir kere. Sonunda o dönemde yazılan ve şimdi kitapçılarda tek nüshası bile kalmayan bir Atatürk kitabının içine, hiçbir anons yapılmadan konuyor.

Kısacası konu adeta kapatılıyor, sadece o tuğla gibi kalın kitabı sonuna kadar okuyanların dikkatini çekecek biçimde “zevahiri kurtarmak” adına konuyor.

Peki bu belge şimdi nerede? Kimin koruması altında? Bu da bilinmiyor. Bilinen tek şey, Atatürk’ün İslam aleminin peygamberi Hazreti Muhammed’in mezarının ortadan kaldırılmasını önlemesi herkesten saklanıyor.

*****

Hazreti Muhammed Mescidi Nebevi’de yatıyor

Hazreti Muhammed 571 yılında doğdu 632 yılında vefat etti. Peygamberimiz Medine’de oturduğu evde toprağa verildi. Bu mezar bugün dünyanın en büyük camisi olan Mescidi Nebevi’nin içinde.

Mescidi Nebevi, Hazreti Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göç etmesinden sonra ilk namaz kıldığı yer. Hazreti Muhammed, Medine’de oturduğu evin hemen yanına kentin ilk mescidini inşa ettirmişti. Bu mescit geçen yıllar içinde defalarca yenilendi. Bugün 600 bin kişinin aynı anda namaz kılabildiği Mescidi Nebevi’nin korumasını çok uzun yıllar Osmanlı askeri yapmıştı.

Arabistan’da mezar adeti yoktur. Ölüler herhangi bir yerde toprağa verilir, üzerine belirleyici bir şey konmaz. Bu nedenle sadece Hazreti Muhammed’in mezar yeri ile ilgili bilgi vardır. O’nun dışındaki İslam büyüklerinin mezarlarının yeri bilinmez. Bir süre önce Hazreti Muhammed’in annesine ait olduğu ileri sürülen bir mezar ortaya çıkarılmıştı. Ancak Suudi yönetimi bu mezarı da ortadan kaldırmış ve yerine otopark yapmıştı.

Atatürk’ün müdahalesi olmasa Suudiler, Mescidi Nebevi’nin hemen dibindeki Hazreti Muhammed’in mezarını da tamamen ortadan kaldıracaktı. Nitekim Hazreti Muhammed’le aynı yere defnedildikleri bilinen Sahabe’nin önde gelen isimlerinin mezar yerleri bugün dümdüzdür.

*****

Yaşar Nuri Öztürk: Ali Babacan araştırma izini vermedi

Nevzat Yalçıntaş’la sohbetimiz sırasında “Bir gün Yaşar Nuri Öztürk Bey aradı. Benim bu anlattığımı duymuş, belgeye nasıl ulaşabileceğini sordu” dedi. Ben de “Belgeyi bulmuş mu?” diye sorunca “Onu bilemiyorum, ama galiba bir kitabına koymuş ben okuyamadım” dedi.

Bunun üzerine önceki gün Yaşar Nuri Öztürk’ü aradım. Öztürk, Yalçıntaş’ın anlattıklarını doğrulayarak, “Ancak bunu henüz bir kitabıma koymadım. Araştırmayı aşağı yukarı tamamladım, Gazi Mustafa Kemal ve İslam isimli çok kapsamlı bir kitap hazırlıyorum, bunun bitmesi üç yılı alır. Konu bu kitapta yer alacak” dedi.

Milletvekili olduğu sırada bu belgeye ulaşmak için çok çalıştığını söyleyen Öztürk, “Belge Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde. Milletvekili sıfatımla bu arşivlerde çalışmak için bakan Ali Babacan’a başvurdum, ama bana izin vermedi” diye konuştu.

Öztürk’e “Peki hocam, böyle bir belgenin açıklanmasını neden istemiyorlar?” diye sordum. Öztürk’ün cevabı çok ilginç oldu.

Şöyle dedi: “Atatürk’ü din ve İslam dışı göstermek isteyenler elbette bu belgeden rahatsız olacaklardır. Bu nedenle dini siyasete alet edenler emperyalistlerle iş birliği bile yapabiliyor. Dincilerle İslamı reddedenler bu noktada birleşebiliyor.”

27 Aralık 2008 Cumartesi

IRAKLI DEĞİL DE BİR TÜRK GAZETECİ AYAKKABI ATSAYDI:

Iraklı değil de bir Türk gazeteci ayakkabı atsaydı:)
Muntasar El Zeydi serbest bırakılsın üyelerine

Ceyhun Bozkurt
23 Aralık, 21:19
Yanıtla
Ayakkabını da al git

19.12.2008

LALE ŞIVGIN

--------------------------------------------------------------------------------

IRAKLI gazetecinin Bush’a ayakkabı fırlatması dünya gündeminde hala bir numarada. Mizah dergileri meşhur ayakkabıyı çoktan kapaklarına taşıdılar. Peki ya bu olay Irak’ta değil de Türkiye’de olsaydı neler yaşanırdı? Bush Türkiye’de Başbakan Erdoğan ile bir basın açıklaması yaparken bir Türk gazeteci Bush’a ayakkabısını fırlatsaydı, Türkiye’deki yaklaşım nasıl olurdu? Mesela Türk gazeteci de kahraman ilan edilir miydi? Ya da kendisini savunmak için bir avukat ordusu sıraya girer miydi? ART’de Gündeme Dair programını hazırlayan Nuriye Atabey ve ART editörlerinden Muharrem Yıldız ile Bush’a ayakkabı fırlatan gazeteci bir Türk olsaydı neler olurdu sorularına yanıtlar ararken bu uzun listeyi ortaya çıkardık.
Bakın O ayakkabıyı bir Türk gazeteci atsaydı; neler olurdu:
Taraf gazetesi; “Ayakkabıdaki TSK kokusu” manşeti atar ve ayakkabının fırlatıldığı anın ABD uydularınca uzaydan çekilmiş görüntülerini yayınlardı.
ATV ve Sabah gazetesi; Gazeteciyi Ergenekon’un 1 numarası ilan ederdi.
Radikal gazetesi; “Densizler, bizi AB’ye ve ABD’ye rezil ettiniz” diye manşet atardı.
Yaygın Medya; olarak adlandırılan TV ve gazeteler işin magazinine dalıp, ayakkabının markası, fiyatı, rengi üzerine güzellemeler yapar ve Bush’un reflekslerinin ne kadar iyi olduğunu överlerdi.
Dinci medya; Ayakkabıyı fırlatan gazetecinin erkek olması durumunda; “Günahkar”, kadın olması durumunda ise “Kızını dövmeyen dizini döver” başlıklarına yer verirdi.
Vakit gazetesi dinci medyaya ek olarak gazetecinin soy ağacında Yahudilik olup olmadığını araştırırdı.
Aydıncıklar; hemencecik toplanıp, “Bush’tan özür diliyoruz” kampanyası başlatır ve kanal kanal dolaşıp “Vicdanımız Bush’a yapılanları reddediyor” diye demeçler verirlerdi.
AİHM olaya kayıtsız kalmaz ve oracıkta bir insan hakları davası açardı.
Ermeni lobileri de bu davaya müdahil olmak için başvururlardı.
DTP’liler “Bizim Ermenilerden neyimiz eksik, bize de soykırım yapıldı” diyerek AİHM’deki davaya ayrıca müdahil olurlardı.
ABD elçisi, ikinci bir ayakkabı taarruzuna karşı kendisini yüksek korumalı konsolosluk binasına kilitler, Türk güvenlik görevlilerini zırhlı kapının dışında bırakırdı.
Zekeriya Öz, Ergenekon’dan tutuklu sanıkların ayakkabıları ile fırlatılan ayakkabı arasında benzerlik olup olmadığını araştırmaya koyulurdu.
Başbakan’ın danışmanları, daha önce başbakana hesap soran çiftçiye yaptıkları gibi gazetecinin akli dengesinin bozuk olduğunu kanıtlamak için, gazeteciye deli raporu verilinceye kadar akıl hastanesine muayeneye gönderirlerdi.
Başbakan ise böyle bir durumda olsa olsa gazeteciye dönüp “ayakkabını da al git” derdi.

25 Aralık 2008 Perşembe

KAMPANYA: BARIŞ, ANLAMSIZ ÖZÜRLERDEN GEÇMİYOR!

KAMPANYA: BARIŞ, ANLAMSIZ ÖZÜRLERDEN GEÇMİYOR! Bedri Baykam
İlginç bir durum var: Malum medya “Ermenilerden özür dileyenler” den “barışçı aydınlar” diye söz ediyor. Halbuki son on gündür her iki toplumun onlar yüzünden nasıl birbirlerine düştükleri ortada. Bu gerçekler ışığında “aydın” kelimesi tabii ki onların tekeline bırakılamaz. Hafta içinde Yurtsever Hareket, çeşitli aydınlar ve USTKB’nin de içinde olduğu farklı platformları temsil eden sivil toplumcular olarak bir araya geldik ve bir gerekçeli karşı imza kampanyasını gerçek “barış” adına açtık. Ülkenin her aydın insanını ve sivil toplumcusunu bu metne destek vermeye çağrıyoruz:
“Ülkemizin içeride ve dışarıda yaşamakta olduğu sorunlarla tehlikeli bir süreçten geçtiği bu dönemde, birtakım yazar ve akademisyenlerin, 1915’te yaşanan trajik olaylara dayanarak, “Ermeni halkından özür dileme” konusunda başlattıkları imza kampanyasını onaylamıyoruz. Çünkü, başta Kıbrıs meselesi veya Türkiye’nin belki de sadece kendi iç siyasetini ilgilendiren konular da dahil olmak üzere, bir de “Sözde Ermeni Soykırımı” suçlaması ile, neredeyse bütün bir batı dünyasının ülkemizi hedef tahtası durumuna getirdiği bir süreçte, bu kampanyayı “demokrasi” adına bile “mazur görmek” anlaşılır gibi değildir:
Söz konusu iddialara karşı, uluslararası siyasi ve hukuksal arenada, tarafsız yargıçların denetiminde Türkiye’ye savunma hakkı verilerek açılan bir dava olmuş mudur? Hukukun tüm kurallarına uyan böyle bir üst mahkeme, Türkiye aleyhine “Bu topraklar üzerinde 1915 yılında bir soykırım yapılmıştır” şeklinde nihai bir karar vermiş midir? Öyleyse hangi haklı gerekçelerle, bugün Türkiye’nin özür dilemesi gündeme getirilebilmektedir? Kurmuş olduğu Cumhuriyet, onuru ve erdemiyle dünya tarihine damga vurmuş bir ulus, hukukun tüm temel prensipleri göz ardı edilerek böylesine sinsi bir oldu-bitti senaryoyla gelişen bir “yargısız infaz”la karalanabilir mi?
Ayrıca birçok ek soru vardır: 1915 olaylarını kim, hangi sebeple başlatmıştır? Hoşgörüsüyle tanınan bir ulus, yüzyıllardır barış içinde bir arada yaşadığı insanlara nasıl olur da durup dururken en güçsüz olduğu dönemde bir ”soykırım” yapmaya kalkışabilir? “Tehcir”, acaba hangi nedenlerle gündeme getirilip uygulanmıştır? Yaşanan olaylar bir “soykırım” idi ise, İstanbul’daki Ermeniler neden yok edilmemiştir? Neden ortada bir tek Nazivari karar veya slogan yoktur? Bugüne kadar gerek 1918, gerek tarih boyunca kıyıma uğratılan onca Türk için kim özür dilemiştir? Bu “vicdani” özürün ardından toprak ve tazminat talepleri gelmeyeceğini kim söyleyebilir?
Ayrıca böyle bir özür dileme, gerçekten“însan hakları” adına yapılıyorsa,1915 olayları, dünya tarihinde külleri deşilmesi gereken tek trajik olay mıdır? Örneğin Kızılderili halklarının kökünü kurutan Amerikalılar, Güney Amerika halklarını katletmiş bir İspanya, Cezayir halkını ezen bir Fransa, yüzyılımızın yüzkarası Bosna katliamı, Amerika’nın sözde barış adına toprağını savaş alanına çevirdiği, milyonlarca ailenin ve yuvanın yok edildiği Irak için, dahası, 1915 olaylarında doğuda yok edilen yüzbinlerce Türk ve Asala’ya hedef olan 37 diplomatımız için, bu “aydınlar” veya duyarlı batı medeniyetleri neden bir “özür kampanyası” yürütmemişlerdir? Yoksa T.C. dünya adına tarihin tüm acılarının yükünün bedellerini ödemeye mecbur olduğu bir konuma itilen tek ülke midir?
Söz konusu talihsiz imza kampanyası Türk ve Ermeni ulusları arasında bir “yakınlaşma” değil, tam tersine ne yazık ki bir “uzaklaşma ve yabancılaşma”ya neden olmaktadır. Ayrıca, Türkiye’nin bu konuda barış adına attığı adımlar da baltalanmış olmaktadır. Böylesi bir özür dileme kampanyası, kimi “aydınlar”ımızın ileri sürdüğü gibi, ne hoşgörü, ne demokrasiyle bağdaşmaktadır.
Biz aşağıda imzası bulunan T.C vatandaşları, Türk ve Ermeni halklarının barış içinde yaşadıkları yeni bir döneme ulaşmalarını tüm kalbimizle istiyoruz. Ancak, uzun vadede kalıcı bir barışa giden bu yolun zoraki ve gerekçesi anlaşılmamış tek yönlü özürlerden değil, bilimsel bir tavır ve önyargısızca girişilecek tarih diyaloglarından ve iyi niyetli yapıcı siyasetlerden geçeceğine inanıyoruz.
Bu kampanyaya destek verenlerin alttaki e-postaya veya yurtseverhareket.org sitesine imza yollamalarını istiyoruz. Metin ayrıca www.ulusalstkb.org, www.bedribaykam.com ve www.piramidsanat.com sitelerinde de yer alıyor.

YILBAŞINDA ÇAM KATLİAM BAYRAMI

Mahiye Morgül
Yılbaşı Çam Katliam Bayramı

Bu nasıl bir kültürdür ki doğaya karşıdır. Kış ortasında bir ağacı eğlenmek için budamanın mantıklı bir izahı olabilir mi? Fidan çağında bir ağacı kesmek nasıl izah edilir? Tanrı bunu istemiş olabilir mi?
Kesilecek çam fidanları için şimdiden ağlamaya başladım.
Çam kesen inanışın sözcüleri, yaka yaka bitirmekte olduğumuz ormanlara bakıp da yeni bir yorum getiremezler mi?
Milat denilen tarihte, kış ortasında fidan kesmeyi tek bir şeyle izah edebiliyorum; düşmanları bu ağaçlarla gemi yapamasın diye onları bahardan önce katlediyorlardı. O tarihte kimdi gemileriyle ünlü uygarlık, tarih atlasına baktığımızda Fenikelilerin merkezini, yani bugünkü Lübnan’ı görürüz. Kudüs de oralardadır. Bayrağında çam ağacı SEDİR vardır.
Lübnan, antik adıyla Li Pan; Uli Pan. Li-man derken onu anarız.
Fenike derken de Pan-ika’dan söz ederiz, Pan ağa’beyidirler. Hani şu çok medeni görünen batının biz Türklere aşağılamak için söylediği Pagan’dırlar.
Çam ağacı Li Pan’lıların, yani paganların kutsalıdır. Mitolojide Pan, dağların ve ormanların koruyucusu bir Ulu kavramdır. Çamları kesenler Uli Pan’a düşmanca mesaj veriyor olmalıydılar.
Fenikeliler nasıl pagandır ki, Kuzey Afrika’da Trablus’da (Dorabulus) ve Tripoli’de (Dorabolu) uygarlık kurmuşlar, Suriye’den (Doria) oraya krallar (Karakalla) göndermişler, Kibele’nin heykellerini orada da yapmışlar, Kıbrıs’ta (Alazya) uygarlık kurmuşlar, ilk parayı bulmuşlar…
Şimdi Lübnan bayrağındaki sedir ağacının fonetik sırrını çözelim.
Sedrus Libani: Lübnan bayrağındaki sedir ağacının Latince adı. Lübnan sediri.
İyi gemi sedir ağacından yapılır. Gemi demek denizlerin ve ticaretin hâkimi olmak demekti, bolluk bereket demekti. Ayrıca dağların hâkimi de kendisi demekti; çünkü gemiyi yaparken kullandığı ağaç Toros dağlarının ağacı idi; Tor-osi; İse-dor, SE-DOR.
Sedir, sedrus; Se-dor-us; Tar-ise-us; Tarsus, Dor soyundan gelen ışık.
Libani; Li Pan, Ulu Pan. Pan ulu’su, Pan ışığı, Pan Uşağı.
Şaman kültüründe, yeryüzündeki insan dâhil her şey gökyüzündeki ışığın devamıdır, yer-gök-su üçlemesi o nedenle kutsaldır, doğaya saygı Gök Tanrıya saygıdandır. Gökyüzü ve güneş merkezli adlandırmalar -güneş kültü- bu muhteşem felsefeden başka şey değildir. Doğayı kutsayan bu inanışın ilk ataları Dor halkıdır. Özetle Pan-Dora kutusunun içindeki Şaman’a Hıristiyanlar Pagan der.
Antik Lübnan halkı Sedir ağacını belli ki kutsamış, bayrağına koymuş. Hıristiyanlık adeta ona karşı kurulmuş gibidir. Dorların kutsal sedir ağacını kesip yılbaşı kutlamanın başka ne anlamı olabilir?
Yeri gelmişken Itri’yi anarak geçelim. Itri: İda-uri, İ’Dori. Dor ülkesinden, Suriye’den gelen tanımını verir. Klasik Türk Müziğinin büyük ustası Itri’nin soyağacı halen Suriye’de devam etmektedir.
Bilinmektedir ki, 331’de İznik toplantısında Hıristiyanlık Roma devletinin dini olarak ilan edilince, ortaçağ başladı. Çünkü alınan kararlar tam bir uygarlık katliamı kararı idi. Anadolu’dan kaçan bilim adamları Bağdat ve Medine çevresine yerleşmişlerdi. Bağdat’ın nüfusu bir milyonu bulmuşken, İstanbul’un nüfusu on beş bin, Roma’nınki ise otuz bindi.
Kilisenin karar altına aldığı yasakların başında Şamanlık vardı. Şamanlık dinsizlik sayıldı. Örneğin Şamanlar sünnet oluyordu, domuz eti yemiyordu, onlar bunun tersini kural koydu. Örneğin, Şamanlar dans ediyor, müzik yapıyor, tiyatro yapıyor, resim heykel yapıyordu, Hıristiyanlık bunları yasakladı. Anadolu’da tiyatrolar, heykeller ve bilimevleri yerle bir edilmeye başlandı, bu bir uygarlık katliamı idi, Sümer Uygarlığı ve Hitit Uygarlığı böyle bitti.
“Devletin resmi dini olursa böyle zulüm yapar” sezgisi Anadolu halkının beynine böyle kazındı. Batı, devletin resmi dini olmamalı diyene kadar bin beş yüz yıl geçti, devlet halkın devleti yani “devlet laik olmalı” demek için Fransa’da bir gecede on bin Protestanın kafası uçuruluncaya kadar beklenecekti. Oysa Anadolu’da yerle bir ettikleri şehirlerin, bilim evlerinin, anıtların, insanların, uygarlıkların hesabını kimse sormadı. Anadolu’yu medeniyetler mezarlığına çevirdiler, üzerine de “bizimdir” yazdılar.
Batıda Rönesans ile başlayan aydınlanma, yani ortaçağ karanlığından kurtuluş hareketini “Şamanlığa yeniden dönüş” olarak yorumlayanlar haksız da değiller!.. Meğer Yahudilikte de resim-heykel yasaktı. (Köksal Çiftçi, “Tek Tanrılı Dinlerde Resim- Heykel Sorunu”)
Yasaklar yüzünden yeni sanat türleri doğdu. Örneğin, tiyatronun yasaklanması pantomim sanatını, şarkı söyleme yasağı enstrümantal müziği, gizli saklı toplanıp birbirine çalgı öğretmeyi (konservatuvarın doğuşu) getirdi.
İstanbul’da sirkte tiyatro yapan, at üstünde gösteri yapan kızlara fahişe damgası vuruldu, ceza olarak atın kuyruğuna bağlayıp hipodromda ölene kadar yerde sürüklendi. Suriyeli Bizans kraliçesi Teodora (Dağlı Dor) için de fahişe dediler; Şamandı ve geçliğinde babasının sirkinde at üzerinde gösteri yapardı. Kendisi gibi Şaman olan kral Justinyen ile evlendiğinde kocasından Anadolu halkının vergi yükünü azaltmasını istemiş, bu yüzden İstanbul Katolik kilisesi ünlü Yenge isyanını çıkartmış, Ayasofya bilimevi, Cenan düşkünler evi, Aya İrini (kadınlar için iş evi) ve Bağos pekmez kaynatma evleri yakılmış, bu gerici isyan Üsküdar’dan denizi atlarıyla geçerek gelen İskitler tarafından bastırılmıştı.
Kraliçe Teodora’nın cesedi, vasiyeti üzerine Ayasofya Bilimevinde yakıldı (548).
İstanbul’un gördüğü ilk Hıristiyan ayaklanması bu değildir. Haçlı seferleri sırasında da defalarca yağmalanmıştır. O nedenledir ki, Bizans halkının acılarını duyan Bağdatlı ve Medineli aydın insanlar, bu şehrin bir gün bu acılardan kurtarılmasını dilemişlerdir. Hz. Muhammed’in “O ne güzel insandır ki İstanbul’u kurtaracaktır.” sözü (tam olarak böyle olmayabilir) yüzlerce yıl İstanbul’dan gelen acı çığlıklara cevaptır.
Son söz: Benim insanım “Yaş kesen baş keser” atasözünü öyle durduk yerde uydurmadı.
Hıristiyan dünyasında ağaç katliamına ve tüketim çılgınlığına dönüşen yılbaşı eğlencelerine karşı, bekliyorum bir papaz çıksın da dur desin. Diyemez, çünkü çam ağaçlarını kesip satmak için bu güne hazırlanmış bir PİYASA TANRISI her yerde var. Çam kesmeye karşı çıkmak dinsizlikle suçlanmak için yeterli kanıt sayılabilir, hatta Ergenekon davasına sokmak için de.
3.bin yılın haçlı seferini başlatanlara “1.bin yılın haçlı seferlerinden kârlı çıkan kimse olmadı, herkes zarar gördü” desem acaba onlar bunu anlar mı? (Hıristiyanlığın önü neden Asya’da kesildi diye araştıran yazarların kitaplarını yasakladılar. )
Yeni yıl yazısı da böyle olur mu diyeceksiniz, şimdi nasıl bakacağım kesilmiş ağaçlara diyorsunuz, sizi anlıyorum, ben de zaten doğmamış torunlarınıza yazıyorum.
24.12.2008

20 Aralık 2008 Cumartesi

ANADOLU'DA ERMENİ ZULMÜ

ANADOLU'DA ERMENİ ZULMÜ

Dr. Abdüllatif DUYGULU

Her yıl nisan ayı gelince, Ermeniler geniş propagandalarla soykırım iddialarında bulunurlar. Pek çok ülkede destekleyici bir kararlar alınmaktadır. Bu konuda maalesef yetkililer ve kamuoyu bilinçsizdir. Ermeniler ve yaptıkları hakkında kısaca tarihe bir göz atmak ve birkaç çarpıcı örnekle meselenin hakîkatını okuyucularımıza arzetmek istiyoruz. Daha geniş bilgi için mutlaka kitaplara müracaat edilmelidir.

A. Ermeniler Hakkında Genel Bilgi

Osmanlılar döneminde Ermeniler Adana'dan Kafkaslara kadar uzanan bir bölgede dağınık olarak ve azınlık olarak yaşıyorlardı. Kendilerinin Nuh AS'ın oğlu Ya'fes'in oğlu Hayk'ın soyundan geldiklerine ve bölgenin yerli halkı olduklarına inanıyorlardı. Tarihî belgeler ise onların M.Ö. 6. Yüzyıl'da Balkanlardan bölgeye geldiklerini, Trak-Frig kökenli olduklarını gösteriyor.

Ermeniler M. Ö. 521 yılından itibaren İranlıların, M. Ö. 331 yılından sonra Makedonya'nın, M. Ö. 66 yılından sonra Romalıların egemenliği altında yaşamışlardır. Zaman zaman el değiştiren bölge 642 yılında Emevilerin yönetimine geçmiştir. 970'te tekrar Bizanslıların eline geçen bölge 1071 tarihinden itibaren Selçuklular tarafından ele geçirilmiştir. Selçuklulardan sonra İlhanlıların, Akkoyunluların, daha sonra da Osmanlıların yönetimine girmişlerdir. (1473 - 1555) Osmanlı devleti yıkılıncaya kadar da azınlık statüsünde yaşamışlardır.

Osmanlı devleti yönetimi altındaki Asya topraklarının hiçbir bölümünde Ermeni yoğunluğu olmadığı için, hiçbir yer Ermenistan adıyla isimlendirilmemiştir. Birinci Dünya Savaşından önce Anadolu bölgesinde, 1.193.394 Ermeni yaşıyordu. Bu toplam nüfusun % 7'si civarındaydı. Ermenilerin en kalabalık olduğu Bitlis ilinde bile, toplam nüfusa oranları %25'i geçmiyordu.

Bugün Türkiye'de 1960 sayımına göre Ermenice konuşan halkın toplamı 53.173'tür. bunun 41.311'i İstanbul'da, 11.862'si diğer illerde bulunmaktadır. (1)

Ermenilerin Ermenice denilen bir dili vardı ve bu dil çok gelişmemişti. Soylular ve şehirliler, idaresi altında bulundukları milletin dilini konuşurlardı. Hattâ Osmanlı yönetiminde iken 18. Asır ortalarına kadar Türkçeden başka dil konuşmazlardı. Kilisede bile İncil'in Türkçesi okunurdu. Kültürlerinde, folklör ve edebiyatlarında Türklerin geniş tesiri vardı.

Ermeniler de ilk zamanlarda İranlılar gibi ateşperest idiler; aya, güneşe, yanardağlara taparlardı. 301 yılında Kirkor Lusaroviç denilen bir rahibin çalışmalarıyla hristiyan oldular. Hristiyan olunca, Kirkoriye (Gregorien) ismiyle kendilerine mahsus bir kilise kurdular. İnaçları ve ibadetleri katolik ve ortodokslardan farklıydı. Kiliseye yalnız erkekler devam ediyordu. Dînî liderlerine katagigos deniliyordu. En büyük dînî liderleri Erivan yakınındaki Eçmiyazin'de bulunuyordu. Fatih İstanbul'u fethettikten sonra 1461 yılında, Bursa'daki Ermeni dînî lideri Hovakim'i İstanbul'a getirtti. Yayınladığı bir fermanla Ermeni Patrikhanesini kurarak, onu ilk patrik ilân etti.

İranlılar Ermenileri tekrar ateşperest yapmak için, Bizanslılar da kendi mezheplerine çevirmek, ortodoks yapmak için çeşitli baskılar yaparlardı. Müslümanların idaresi altında, yâni Emevî, Abbasî, Selçuklu ve Osmanlı döneminde, Ermeniler serbestçe dînî faaliyetlerini yapabildiler. Askerlikten muaf oldukları için sanat, ticaret ve tarımla uğraştılar. Her bakımdan mutlu ve müreffeh bir hayat yaşıyorlardı.

İkinci Viyana bozgunundan sonra Osmanlı devleti gerileme sürecine girince, devleti yıkmak için batılı büyük devletler planlar hazırladılar, iç işlerine karışmaya başladılar. Azınlıkları devlete karşı ayaklandırmak için çeşitli çalışmalar yaptılar. Başta Rusya olmak üzere, İngiltere, Fransa ve ABD, konsoloslukları vasıtasıyla, açtıkları kolejler vasıtasıyla, Ermeniler arasında milliyetçilik ve ayrılık fikirlerinin gelişmesini sağladılar. Tanzimat ve ıslahat fermanlarıyla azınlıklara tanınan haklar, Ermenileri iyice şımarttı.

1877-1878 Osmanlı Rus savaşı kaybedilip Ayastefanos antlaşması imzalanırken, Ruslarla görüştüler. Daha sonra 1878'de Berlin konferansında Doğu Anadolu'da Ermeni azınlığın olduğu bölgelerde ıslahat yapılacaktır diye bir madde konulmasını sağladılar.

Devletin zayıf zamanlarında çeşitli isyanlar çıkartarak yabancı devletlerin müdahelesini beklediler. Böylece Balkan ülkeleri gibi bağımsızlıklarını kazanacaklarını, müstakil bir Ermenistan kuracaklarını umuyorlardı.


B. Ermenilerin Örgütlenmesi

Osmanlı Devletinde yaşayan Ermenilerin ilk ulusal hareketleri 1860 yılında kurulan derneklerle başlamıştır. Bu dernekler zamanla dış yardım ve kışkırtmalarla, Ermenileri devlete karşı ayaklandıran komiteler haline gelmiştir. Ermeni kiliseleri ve Ermeni okulları ihtilalci fikirlerin aşılandığı en önemli merkezlerdir.

a. Dernekler

1860'ta Adana'da Hayırsever Cemiyeti, arkasından Fedâkârlar Derneği kuruldu. 1870 - 1880 tarihleri arasında Van'da Araratlı, Muş'ta Okulu Sevenler, Doğulu ve Klikya dernekleri kuruldu. 1880 tarihinde bu dört dernek birleşerek Ermenilerin Birleşik Derneği adını almışlardır. 1876'da Ermenistan'a Doğru Derneği, 1879'da Milliyetçi Kadınlar Derneği, 1880'de Erzurum'da Silahlılar Derneği, Kafkasya'da Genç Ermenistan Derneği, 1872'de Van'da İttihat ve Halâs Derneği, 1882'de yine Van'da Karahaç Derneği kuruldu. Bu derneğin amacı gerekli yerlerde isyanlar çıkartmak ve gençleri silahlandırmaktı.

1881'de Erzurum'da kurulan Müdâfi Vatandaşlar Derneği, daha sonra büyüdü, çeteler kurdu, dörtyüzden fazla usta çeteci yetiştirip komutanlar atadı. Bunları düzenli silahlı eğitime tabi tutup, silâh ve cephane depoları kurdu.

b. Komiteler

1. Hınçak (Çan) Komitesi: 1887'de İsviçre'de Kafkasyalı Ermeniler tarafından kurulmuştur. Amacı Türkiye Ermenistanı'nı kurmak, daha sonra Rus ve İran Ermenistanlarıyla birleşerek bağımsız bir Ermenistan yaratmaktı. Sosyalizmi benimsemişlerdi.

2. Taşnaksutyun Komitesi (Ermeni İhtilâl Cemiyetleri Birliği): 1890'da Kafkasya'da kuruldu. Amacı Ermeni örgütlerini birleştirmek, Türkiye'ye geçen çetelere yardım etmek, isyanlar çıkartmak suretiyle Türkiye Ermenistanı için siyasî ve iktisâdî özgürlük elde etmekti. Nasyonal-sosyalizme benimsemişlerdi.

Komitenin örgütüne verdiği emir şu idi:

"--Türkü, Kürdü her yerde, her türlü koşullar altında vur! Mürtecileri, ahdinden dönenleri, Ermeni hafiyelerini, hainleri öldür, intikam al!" (2)


C. 1908 Öncesi Ayaklanmalar

Ermeni komiteleri Ermeni zenginlerinden ağır tehditlerle büyük paralar sızdırdılar. Doğu Anadolu'da komitenin emirlerini dinlemeyen yüzlerce Ermeni öldürdüler. Türk ve Kürt köylerini de basıp yağmalamaya başladılar. Türkleri ve Kürtleri yurtlarını bırakıp gitmeye mecbur etmek için akıl almaz işkencelerle öldürüyorlardı.

Anadoluda yer yer çıkan küçük Ermeni isyanları hızla bastırıldı. Büyük isyanlarda Avrupa ülkeleri konsolosları vasıtasıyla müdahele ettiler. Yurtdışındaki komiteciler Avrupa ve Amerika gazetelerinde Türklerin hristiyanları doğradığını iddia ederek amansız bir propagandaya giriştiler.

Sultan Abdülhamid bölgedeki müslüman halkın can güvenliğini sağlamak için, Hamidiye Alayları denilen süvari birlikleri teşkil ettirdi. Bunların subayları bölgedeki aşiretlerin ileri gelenlerinden seçiliyordu. (3)

Bu ayaklanmalardan önemlileri:

1. Sivas ayaklanması (11 Ekim 1881)

2. Erzurum olayı (20 Haziran 1890)

3. İstanbul'da Kumkapı ayaklanması (15 Temmuz 1890)

4. Yozgat olayı (Ekim 1893)

5. Tokat olayı (Ağustos 1894)

6. Birinci Sason isyanı (Haziran 1893 - Ağus. 1894)

7. İstanbul'da Bâb-ı Âli baskını (18 Eylül 1895)

8. 1895 - 1896 ayaklanmaları: Bu iki yıl içinde Ermeniler Anadolu'nun çeşitli yerlerinde ayaklanmalar yaptılar. Bunların başlıcaları; Geyve, Yozgat, Kayseri, Develi, Diyarbakır, Siverek, Harput, Malatya, Arapgir, Adıyaman, Maraş, Urfa, Antep, Sivas, Niksar, Divriği, Merzifon, Amasya, Trabzon, Gümüşhane, Bitlis, Muş, Erzincan, Bayburt, Erzurum, Hınıs ayaklanmalarıdır.

9. Adana olayları (Ekim 1895 - Mart 1896)

10. Zeytun isyanı (Temmuz 1895 - Ocak 1896)

11. Van isyanı (Ekim 1895 - Ekim 1896)

12. Osmanlı Bankası baskını (14 Ağustos 1896)

13. İkinci Sason İsyanı (1898 - 1904)

14. Sultan Abdülhamid'e suikast girişimi, bomba olayı (21 Temmuz 1905)


BİTLİS AYAKLANMASI (Ekim 1895)

Bitlis Ermenilerini Diyarbakır, Erzurum, Van komiteleri ihtilâl ve isyana sürüklemişlerdir.

Bitlis'teki Amerikan kolejinin de ihtilali tahrik ve teşvikte önemli yeri vardır. Bu koleji Bitlis'ten Amerika'ya gitmiş bir Ermeni açmıştır. Bitlis Koleji bu Amerikalının Bitlis'te doğmuş ve çocukluğunu arada geçirmiş olan oğlu Corc'un idaresindedir. Bitlis'e onbeş-yirmi saat uzaktaki köylerden gelen Ermeni çocukları burada yatılı olarak okumaktadırlar. Misyoner Corc, Ermeni çocuklarının kafalarını hükümet aleyhine ihtilâl ve isyan düşünceleriyle doldurup köylerine göndermektedir. Buradan mezun olanlar yakınlarına ve komşularına da ihtilâl ve isyan fikrini aşılamışlar, Ermenileri bağımsızlık hayaline sürüklemiş, Osmanlı Devleti ve Türk milletine düşman etmişlerdir.

Misyoner Corc ile piskopos vekili Ermenilerin ileri gelenlerine, onlar da Ermeni halkına Hınçak komitesinin programını telkin ederek ayaklanma düşüncesini zihinlerine yerleştirdikten sonra, fedâî kaydına başlamışlardır. Bundan sonra her taraftan fedâîler Bitlis'e dolmuşlar, hayalî vaatlerle cesaretlenmişler, devlet memuru Ermeniler istifa edip vazifelerinden ayrılmışlardır.

Ermeni esnafına gelince, alış veriş için dükkanlarına gelen müslümanlara; "Şu belindeki bıçağı ne taşıyorsun? Birkaç güne kadar hükmü kalmayacaktır." gibi hükümete sadakat, itaat ve tabiiyete aykırı küstahlıklara başlamışlardır.

Gümüşhane olayının çıktığı 13 Ekim 1895 Cuma günü, müslümanlar camilerde hutbe dinlerlerken, protestan kolejindeki kilise çanının ilk kez çalınmasında, Ermenilerin ileri gelenleri görünürlerden çekilip şuraya buraya gizlenmişler; ikinci defa çan çalınmasında, bütün Ermeniler dükkanlarını kapamışlar, eşyalarını öteye beriye dökerek yangın çıkarmaya kalkışmışlar; bir taraftan da evlerine gidip silahlarını alarak camilerin kapılarına doğru ilerlemeye başlamışlardır.

Bu sırada, Ermenilerin her taraftan birden hücuma geçmelerinin işareti olan kilisenin çanlarını üçüncü kez çalmasından önce pencerelerden durumu gören islam kadınları çocuklarını camilere göndermişler, Ermenilerin hücuma geçmek üzere oldukları haberini vermişlerdir. Bu haber üzerine müslümanlar hutbenin bitmesini beklemeden dışarı fırlamışlardır. Camilerden dışarı çıkan İslâmlar, Ermenileri kapı önünde silahlı ve hücuma hazır görünce, çatışma başlamıştır.

Ermenilerin silah kullanmaktaki korkaklığı, müslümanların ise; iyi silah kullanmaları sonucu, Ermenilerin tasarladıklarını yapmalarına imkân bırakılmamıştır. Müslümanlar böyle bir durumla karşılaşacaklarını akıllarına getirmediklerinden yanlarında bıçak ve deynekten başka silah olmadığı halde çarpışmışlardır. Memurlar, komutan ve askerlerin aldıkları ciddi tedbirlerle ayaklanma ancak iki saat sürmüştür. Bu kargaşalıkta İslâmlardan 38 ölü 135 yaralı, Ermenilerden de 136 ölü 40 yaralı olmuştur.

Bitlis'teki olay çevreye de sıçramış, Bitlis'in kaza ve köylerinde de ayaklanmalar olmuştur. Bu ayaklanmalarda İslâmlardan 86 ölü 38 yaralı, Ermenilerden 171 ölü 49 yaralı olduğu alınan tahkikat raporlarından anlaşılmıştır.

Ermeni ayaklanmasının bastırılması elbette hükümetin vazifesidir. İslâmların bu işe karışmasının sebebi, Ermenilerin olaydan önce tenhalarda rastgeldikleri İslâmları öldürmeleri, müslüman kızlarını kaçırıp ırzlarına tecavüz etmeleri; en sonunda müslümanlar Cuma namazı kılmak için camilerde toplandıkları bir sırada tecavüze kalkışmaları; ve nihayet zühd ve takvâsıyla İslâmların büyük saygı duydukları Şeyh Haydar Efendi'nin Ermeniler tarafından korkunç bir şekilde, vahşice şehid edilmesi, bardağı taşıran son damla olmuş; İslâmları nefis müdafaasına zorlamıştır. (4)


D. İkinci Meşrutiyetten sonra ayaklanmalar

Meşrutiyetin ilanıyla (1908) herkeste bir hürriyet sarhoşluğu görüldü. Gazeteler eski idarenin kötülüklerini, hürriyetin nimetlerini sayıp dökerken her köşe başında bir hatip türemişti. Tek kelime ile ağızdan çıkanı kulak işitmiyordu. Bu hengâmeden faydalanan Ermeni siyâsî suçluları, mahkûmları, kaçakçıları İstanbul'a doldular. Şapkaları, kelebekkravatları, Rus lehçesiyle konuştukları Ermeniceleriyle dikkati çekiyorlardı.

Meşrutiyetin ilanıyla, komitelerin artık ihtilalci siyasetlerini birtarafa bırakarak meşrutiyete yardımcı olmaları, memleketin iktisâdî ve medenî gelişmesi için çalışmaları gerekiyordu. Komiteler görünüşte buna karar verdiler.

İttihatçılar Ermenilerin yalanlarına aldandılar, devletin yüksek mevkilerine bir çok Ermeni aydını getirdiler. Bayram ve merasimlerde en önde, ittihat ve terakki Cemiyetinin önemli kişilerinin yanında bulundular. Şişli mezarlığında sözüm ona meşrutiyet uğruna ölen Ermeni fedaileri adına düzenlenen törendi İttiha e terakki Cemiyeti ileri gelenleri de bulunuyordu. Türk ve İslâm düşmanı kanlı katil Patrik Matyos İzmirliyan sürgünde bulunduğu Kudüs'ten İstanbul'a gelirken, İttihatçılar tarafından karşılandı. İttihat ve Terakki Cemiyeti Ermeni cemiyetlerini himayesine aldı. Bu cemiyetler adına müsamere ve konserler verildi.

En önemli yerler, Rusya'dan koğulmuş, Avrupa'nın çeşitli yerlerinden İstanbul'a gelmiş vatansız, milliyetsiz alçaklar tarafından işgal edilmişti. Bu sözde diplomatlar, içlerindekini açığa vurarak Osmanlı devletini devlet olarak tanımayacaklarını ilan ediyorlardı. Taşnak Hınçak ve diğer komiteler yeniden örgütlenmeye, şubeler açmaya başladılar. İstanbul'daki Ermeni basınında Türk-İslâm düşmanlığını körükleyen yazılar birbirini takib etmeğe başladı. (5)


ADANA AYAKLANMASI (14 Nisan 1909):

Adana piskoposu Muşeg, büyük devletlerin dikkatini çekmek ve türkiye'den bir Ermenistan devleti koparabilmek için aylarca hazırlanmış, binlerce Ermeniyi silahlandırmıştı. Piskopos isyan emrini, Osmanlı Devletinin en nazik anında, 31 Mart ihtilalinin ertesi günü, 14 Nisan 1909'da verdi. Adana, Tarsus, Erzin, Misis, Dörtyol, bahçecik ve diğer kazalardaki Ermeniler ayaklanarak zayıf buldukları Türk evlerine dalıp, ırza, mala ve cana saldırmağa başladılar. Üç günde Adana ve çevresi altüst oldu. Ermeniler beşikteki Türk çocuklarını bile öldürüyor, hazırlıksız olan asker ve polis karşı koyamıyordu. İsyana bizzat Türk halkı karşı koydu, nefsini savundu; Ermenilere yıllarca unutamayacakları bir ders verdi. Piskopos Muşeg Mısır'a kaçtı.

Ayaklanmanın sonunda harb divanı kuruldu. Uzun tahkikat ve muhakemeler sonucunda 9 Türk, 6 Ermeni idama mahkûm edildi.

Ermeniler durumu Avrupa basınına Türklerin zulüm ve barbarlığı şeklinde aksettirdiler. Tamamen vahşî, yüksek kültür ve medeniyetten külliyyen mahrum, musiki, şiir, yemek gibi en ibtidâî ihtiyaçlarını Türk kültüründen aynen iktibas eden bir kavim olan Ermeniler, Avrupa ve Amerika basınında mazlum olarak ilan edildi.

Sultan Abdülhamid'i devirdikleri için Avrupa basınında alkışlanan İttihatçılar, telaşa düştüler. Avrupa'ya şirin görünmek için meşrû müdafaa halinde olan Türkleri rastgele asıp kestiler. Bu sırada Adana valisi olan meşhur Cemal Paşa, (o zaman Kurmay Albay Cemal Bey) yeniden harb divanı kurdurdu. Adana şehrinde 30 müslümanı, Erzin kasabasında 17 müslümanı idam ettirdi. İdam edilenler arasında Adana'nın en eski ve zengin ailelerine mensup gençler olduğu gibi, bölgede pek büyük bir nüfuza sahip olan Bahçe müftüsü de vardı. Ermenilerden ise yalnız bir kişiyi idam ettirdi. (6)


E. Birinci Dünya Savaşında Ermeni Olayları

Daha Osmanlı hükümeti Ruslarla savaşa girmeden önce, Kafkasya'da hazırlıklar başlamıştı. Her taraftan Ermeni gönüllüleri Rus ordusuna, Türkiye'ye karşı savaşacak çetelere, intikam alaylarına girmek üzere Kafkasya'ya, Tiflis'e doluşuyordu. Osmanlı meclisinde Erzurum milletvekili olan Karakin Pastırmacıyan, komite tarafından örgüt için Kafkasya'ya gönderildi. Ermeniler bölgeyi iyi tanıyorlardı. Rusların da bunlara ihtiyacı vardı.

Uzlaşma devletleri Ermenilere büyük umutlar bağlamışlardı. Öteden beri siyasi çıkarlarına alet ettikleri bu topluluğu Osmanlı devletine karşı kullandılar. Rus, Fransız ve İngiliz konsolosları bulundukları yerlerde, Çarlık Genel Valisi de Tiflis'te komite başkanlarına gerekli emri verdiler. Ermeni komitelerine ellerinden gelen yardımı yaparak Ermenileri cepheye sürdükleri gibi, bol miktarda para ve cephane vererek içeride de isyanlar çıkarttılar.

Osmanlı Devleti pek az bir zaman önce Balkan Savaşı gibi bir yenilgiden çıkmıştı. Dünya savaşının patlamasıyla, yaşamı ve geleceği söz konusu olmaya başlamıştı. Bu nedenle seferberlik ilan etti. Ermenilerden askere alınanlar, silahlarıyla birlikte düşman saflarına kaçarken, ülkede yaşayanlar da Türk devletini yıkmak için yer yer silahlı ayaklanmalara kalkıştılar. (7)

Bu ayaklanmaların başlıcaları:

1. Zeytun olayları

2. Kayseri Olayları

3. Bitlis ve Muş olayları

4. Erzurum ve Erzincan olayları

5. Elazığ (Harput) olayları

6. Yozgat olayları

7. Sivas olayları

8. Adana olayları

9. Trabzon ve Samsun olayları

10. İzmit ve Adapazarı olayları

11. Urfa olayları

12. Van isyanı


MUŞ'TA ERMENİ ZULMÜ

Muş ahalisinden Mehmet Resul'un yeminli ifadesi:

Ben asker olarak harpte bulunuyordum. Aldığım yaradan ötürü Bitlis'e doğru çekilen birliği takip edemediğim gibi, yaralı ve sakat üç erle birlikte geri kaldık. Az sonra Rus kazaklarının öncüleri olan Ermeniler yanımıza geldiler. Arkadaşlarımızdan Harputlu Hüseyin adındaki erin gözlerini çıkararak, "Kalk bak, Türk askeri geliyor mu?" dediler. Sonra zavallıyı kurşunlayarak şehid ettiler.

Diğer erin sağ yanından derisinin bir kısmını yüzerek çanta şekline koydular. Bu Zavallıya da, "Elini sok, bu çantada padişahınızın parası var mı?" diye işkenceye başladılar, sonra şehid ettiler.

Üçüncü arkadaşımızı yere yatırıp tenâsül aletini kestiler; sonra ağzına koyarak, "Bu boruyu çal, size Osmanlı askerinden yardıma gelsin!" yollu hakaretlerden sonra, onu da şehid ettiler. Artık sıra bana gelmişti. Bu alçaklıkları yapanlar bana yabancı gelmiyorlardı. Yüzlerine baktım, içlerinden üçünü tanıdım. Bunlardan birisi Muş Ermenilerinden ve Çıkar mahallesinden Keşiş oğlu Aram. İkincisi yine Muş'un Yaş mahallesinden Bağdasar Körük oğlu Alkesam, üçüncüsü yine ayni mahalleden Avukat Herant Efendi oğlu Herant idi.

Bunlar beni bir dereye götürdüler. Yaktıkları ateşte tüfeklerini, şişlerini güzelce kızdırdıktan sonra yirmi dört yerimden dağladılar. Yalvarmalarıma, bağırıp çağırmalarıma, sızlanmalarıma asla kulak vermiyorlardı. O sırada birkaç Rus askeri yetişti. Bunlardan birisi beni ölümden kurtardı. Bu asker gizlice kulağıma Rusya'daki müslümanlardan olduğunu söyledi.

Artık Rus, Kazak ve Ermeni çeteleriyle birlikte Bitlis'e doğru yola çıktık. Yolda kaçak kafilelerine, ordunun arkasından göçen zavallılara rastladık. Ermeniler, bu müafaasız kadın ve çocuklarla, zavallı ihtiyarlara şiddetle saldırıyor, yürekler parçalayıcı, insanlık dışı vahşilikle zavallıları katlediyorlardı. İçlerinden Muş'un Ziyaret köyü ahallisinden olduğunu tanıdığım bir Ermeni ile altı arkadaşı, altı müslüman kızını getirdiler. Bunları rükû'a varacak şekilde çırılçıplak durdurdular, sonra iffetlerini kirletmeye başladılar. Bir taraftan bu çirkin ve insanlık dışı işi yapıyorlar, bir taraftan da, "Bundan sonra müslümanlara böyle namaz kıldıracağız!" diyorlardı.

Biz ordan ayrıldık, Tel köyüne vardık. Orada üç gün kaldık. Bu üç günde evvelce beni kurtarmış Tatar Abdulmelik ekmek verdi. Üçüncü gün, artık yardım edemiyeceğini, zira bir müslüman himaye ettiği anlaşılırsa şiddetli ceza göreceğini söyledi. Bu sebeple başımın çaresine bakmam lâzım geldiğini anlattı.

Gecenin karanlığından faydalanarak oradan kaçtım. Şafak sökerken Kızanan köyünün karşısındaki tepeye yetiştim. Köyden feryad ve figanlar işitiliyordu. Ermeni çeteleri bir taraftan köyü ateşe vermişler, diğer taraftan katliâma girişmişlerdi. Oradan da kaçtım. Birçok tehlikeler atlattıktan sonra muhacirlerle birlikte geri çekildik. (8)


VAN'DA ERMENİ ZULMÜ

Van jandarma alay komutanının Raporu:

Çarıksır köyünde bir çocuğun kuzu gibi kızartılarak bir süngü üzerinde direğe iliştirildiğini birçokları yeminle söylemişler cesedin kalıntılarını göstermişlerdir. Ahorik ve Avzerik köyleri arasında elleri bağlı ve karınlarına sokulmuş tenasül aletleri kesilerek ağızlarına sokulmuş dört Türkün cesedi bulunmuştur.

Kavlık Köyünde 7 yaşındaki Fatma ve 5 yaşındaki Gülnar adlarında iki kız çocuğunun iki taraftan kirletilmiş oldukları, ve bu bu kötü hareketin sonucu her ikisinin de sakat kaldıkları görülmüştür. Bugün bu zavallılar Ermeni mezaliminin canlı bir timsali olarak yaşamaktadır. Yine bu köyde 70 yaşından fazla Ali adında bir ihtiyarın, çene kemiklerini süngülerle kırarak, kesip ağzına koymuşlardır. Bunu Van'ı geri alan Türk ordusunun ileri gelen subayları gözleriyle görmüşlerdir.

Ahtoci Köyünde Kemo adındaki şahsın Zeliha isimli eşi tandır başında ekmek pişirirken, Ermeniler Zeliha'nın altı aylık çocuğunu ateşe atarak pişirmişler, zorla annesine yedirmek istemişler; zavallı annenin reddetmesi üzerine, kadının bir bacağını ateşe sokarak yakmışlardır. Bu gün bu zavallı kadın yaşıyor. Gördüğü bu korkunç zulmü anlatırken yürekler tırmalayıcı feryat ediyor. Bu zavallı kadının hikâye ve feryadına katılmamak için taş veya demirden yürek gerekiyor.

Yine bu köyde Ermeniler birçok Türk çocuğunu tezek yığınları arasına koyduktan sonra tezekleri ateşlemişler; bu zavallı masum yavruları diri diri yakmışlardır ki, durum yerinde yapılan inceleme sonucu kalıntılardan anlaşılmıştır. (9)


ESMA NİNE ANLATIYOR

Molla Kasım köyünden 95 yaşındaki Esma Hanım yaşadığı faciayı hafızasında kalan kırıntılarla şöyle anlatıyor:

Ermeniler, Molla Kasım köyünü yerle bir ettikten sonra Zeve'ye gittim. Zeve çayını geçemedim, beni atla gelip aldılar. Zeve'de toplu halde bulunan kadınların tamamını Ermeniler bir dama koyduktan sonra, yere oturulmasın diye su ile doldurdular. Yarı belimize kadar su içinde kaldık. Sonra erkekleri ayırıp götürdüler. Onları başka bir damda diri diri yakmışlar. Ermeniler, 15 yaşından küçük çocukları da bir tarafa ayırdıktan sonra süngüleyerek katlettiler. Kadınları da gruplar halinde Van'a götürdüler.

Bir çocuğumu, gözümün önünde koyun boğazlar gibi boğazladılar. Bir Ermeni, komşumuz Firdevs hanımın oğlunu ayağının altına alıp, iki bacağından ayırarak iki parça edip şehid etti. Ermeniler o kadar çok müslüman boğazladılar ki, akan kanlar koskoca tandırları doldurdu. En son Rus ordusunda vazifeli bir Tatar bu korkunç faciaya son verdi.

Ermeniler, esir ettikleri müslüman kadınları iki sıra halinde aralarına alıp türkü söyleyerek, tef çalarak götürüyorlar; ikide bir; "Korkmayın sizi Van valisi Cevdet Paşa'ya götürüyoruz Cevdet paşa size pilâv ikram edecek!" diyorlardı. Sonra koro halinde: "Cevdet Paşa et temâşa / Gelinlerin oldu matuşka! (fahişe demek)" diyorlardı.

Molla Kasım köyünden Şeyh Selim Efendinin gözlerini oyduktan sonra şehid ettiler. Gene Molla Kasım köyünden Müslim amcayı öldürdükten sonra, cesedini namaz kılıyor gibi bir duruma soktular, İslâmın dini ve imânına küfür ettiler, alaya aldılar.

Ermeniler, bir taraftan erkekleri öldürüyorlar, sonra da: "Korkmayın, size bir şey yok! Onları Rusya'ya para kazanmaya gönderiyoruz." yalanını gözümüzün içine bakarak söylüyorlardı. (10)


ZEVE'DE ERMENİ KATLİAMI

Kıymet Başıbüyük, Zeveli annesi Hediye hanımdan naklen bu faciayı şöyle anlatıyor:

Seferberlik ilân edilir edilmez Van halkı muhacir olmaya başladı. Zeve ve çevresindeki köyler muhacir olmadılar. Buna sebep olan zeve ve çevresindeki köyler ve muhtarı Süleyman çavuştur. Çünkü muhtar köylüyü toplayıp, "Buradan muhacir olup gitmeye hiç lüzum yok! Ben Ermenilerle kardeş oldum, (!) size bir şey yapmazlar." diye teminat verdi.

Bu söze inanarak köyü terk etmedik. Sonra Vandaki Ermenilerin ortalığı kana buladıklarını, her tarafı yakıp yıktıklarını duyduk. Ermeniler binlerce müslümanı kesmeye başladılar. Van'ı terk etmeyen hasta, yaşlı, çocuk ve kadınları asıp kesmeye, bir kısmını da çaylara, kuyulara atmaya koyuldular. Sıra bizim köylere gelmişti. O sırada komşu köylerin ahalisi bizim köyde toplandı. Her köyün en az 400-500 nüfusu vardı.

Ermeniler, bir sabah köyümüzü ateşe tuttular. Zeve'de toplanmış müslümanlar, cephaneleri bitinceye kadar köyü müdafaa ettiler. Türklerin cephaneleri bitince Ermeniler köye girdiler. Korkunç facia bundan sonra başladı. Önce Ermenilerle kardeş olduğunu söyleyerek halkın göç etmesine engel olan Süleyman Çavuş'u yakalayıp, korkunç şekilde şehid ettiler. Ermeniler, hamile kadınların karnını yırtıp çıkardıkları çocukları süngülerinin ucuna takarak annelerine gösterdiler.

Kızların ve kadınların kollarındaki bilezikleri almak için çok kolay bir usul buldular. Kasaturalarıyla kızların ve kadınların kollarını kesiyor, sonra bilezik ve yüzükleri çıkarıyorlardı.

Ben, annem ve 20-30 kadar köylü kadını ve çocuk Sultan Hacı Hamza'nın türbesine sığındık. Ermeniler bizi öldürmek için türbeye gazyağı ve benzin serptiler ve ateşlediler. Türbe yanmadı. Kazma kürekle türbeyi yıkmak istedilerse de, yıkamadılar. Hayret ve şaşkınlık içinde, "Yahu bu mutlaka bizdendir." diyerek gittiler.

Biz oradan çıktık. Çıktığımızı gören Ermeniler üzerimize hücum ettiler. Bu sefer köyün köpekleri bizi kurtardı. Köydeki köpekler insan cesedi yiyerek kuduz olmuşlardı. Her tarafa saldırıyor, köye hiç kimseyi yaklaştırmıyorlardı. Bir zaman köpekler bizi korudu. Sonra Ermeniler köyü işgal ettiler. Biz yine katil ve canavar Ermenilerin eline düştük. Bir hafta sonra Ruslar bizi alıp aç, susuz Van'daki Ermeni kışlasına götürdüler.

Rus Kırgız muhafızlarına, yiyecek bulmak için bizi serbest bırakmaları için yalvarıyorduk. Kısa bir zaman kışlanın yanına çıkınca, hayvanlar gibi söğüt yapraklarına üşüşüyor, bir yandan çabuk çabuk bu yaprakları yerken, diğer yandan etek ve ceplerimizi dolduruyorduk. Aç midelerimize bu acı söğüt yaprakları, bal gibi tatlı geliyordu.

Böylece günler geçti. Sonra Ruslar bizi serbest bıraktılar. Tarlalara dağıldık, ektik, biçtik. Değirmen gösterdiler buğdayları öğüttük. Türk askerinin görünmesiyle tam ve gerçek hürriyete kavuştuk. (11)


F. Ermenilerin Savaş Bölgesinden Çıkartılması ve Tehcir Kanunu (14 Mayıs 1915)

Osmanlı hükümeti ilk aylarda isyanlara karşı yalnız yöresel ve özel önlemler almakla yetindi. Rus ordularının doğu illerini işgali sırasında, özellikle onlara öncülük eden Ermeni gönüllü intikam alayları tarafından müslüman halk acımasızca yok ediliyordu. Van'ın düşmesi, Bitlis, Muş, Erzincan, Bayazit, Zeytun, Sivas vs. bölgelerde isyanların ve saldırıların sürmesi üzerine hükümet, orduyu korumak için hareket etmek zorunda kaldı. Halâ serbestçe çalışan Ermeni komite merkezlerini kapattı, komite liderlerini ve kışkırtıcıları tutuklattı. (24 Nisan 1915) Dışardaki Ermeni topluluklarının her yıl katliam yıldönümü diye andıkları 24 Nisan işte bu tarihtir.

Daha sonra 14 Mayıs 1915'te tehcir (göç) kanunu çıkarıldı. Buna göre:

1. Seferde ordu, kolordu ve tümen komutanları, bunların vekilleri ve bağımsız bölge komutanları, ahali tarafından herhangi bir surette hükümetin emirlerine ve ülkenin savunmasına, güvenliği korumaya ilişkin uygulamalara karşı koymak, silahla saldırı ve direnme görürlerse, derhal askerî kuvvetlerle şiddetli biçimde cezalandırmaya ve direnmeyi esasından yok etmeye izinli ve mecburdur.

2. Ordu, müstakil kolordu, tümen komutanları askerî icablardan dolayı veya casusluk ve hainliklerini hissettikleri köyler ve kasabalar ahalisini, tek tek veya topluca diğer yerlere sevk ve iskân edebilirler.

3. İşbu kanun yayın tarihinden itibaren geçerlidir. (12)

Bu kanuna göre, ayaklanma hazırlığı içinde olan Ermeniler İç ve Doğu Anadolu'dan güneye, o zaman sınırlarımız içinde bulunan Suriye, Lübnan ve Irak'a göç ettirilmiştir.


G. Ermenilerin 1918 - 1920 yılları arasında yaptıkları mezâlim

Ermenilerin Ruslara yardımcı olarak birlikte işgal ve katliamlar yaptıklarını yukarıda anlatmıştık. İşgal yıllarında bu zulüm çeşitli şekillerde devam etti. Nihayet 7 Kasım 1917'de Rusya'da ihtilâl oldu, 22 Ocak 1918'de Rusya mütareke istedi. Bunun üzerine Rus ordusu işgal ettiği doğu Anadolu'dan çekilmeğe başladı. Bu esnada Ermeniler yine yağma ve katliamlar yaptılar. Her tarafı yakıp yıktılar. Trabzon, Gümüşhane, Erzurum, Erzincan, Van, Bitlis, Muş ve Kars bölgelerinde pek çok zulümler icra ettiler.


ERZURUM'DA ERMENİ ZULMÜ

Ilıca'da kaçamayan Türklerin hepsinin öldürüldüğünü ve kör baltalarla enselerinden kesilmiş bir çok çocuk cesetleri gördüğünü Erzincan'dan Erzurum'a dönüşünde bizzat başkomutan Odişelidze söyledi. Ilıca katliamından üç hafta sonra 11 Mart 1918 pazartesi günü ordan dönen yarbay Griyazmof gördüklerini şöyle anlattı:

"Köylere giden yollarda uzuvları tahrib edilmiş bir çok cesetlere rastladım. Her geçen Ermeni bu cesetlere bir kere söğüp tükürüyordu. 25-30 metrekarelik cami avlusuna iki arşın (141 cm) yüksekliğinde cenaze yığılmıştı. Bunların arasında her yaşta kadın, erkek, çoluk çocuk ve yaşlılar vardı. Kadın cesetlerinde zorla ırza geçme halleri pek belli bir halde idi. Birçok kadın ve kızların tenasül yerlerine tüfek fişeği sokulmuştu.

Alaca menzil komutanlığı müteahhidi olan bir Ermeni 12 Mart 1918'de yapılan vahşilik üzerine şunu anlattı: Ermeniler bir kadını canlı olduğu halde bir duvara çivilemişler; sonra kalbini oyup başının üstüne asmışlar.

Erzurum'da Rus topçu subaylarından Gürcü asıllı teğmen Midvani şöyle bir olaya tanık olduğunu anlattı: Bir Ermeni, arabacılardan bir müslümanı vurmuş, fakat öldürememiş, sırt üstü düşmüş. Ermeni elindeki sopayı, can çekişen müslümanın ağzına sokmak istemiş. Dişleri kilitlenmiş olduğundan sopayı ağzına sokamayan Ermeni, müslümanın karnını tekmeleye tekmeleye öldürmüş. (13)

30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesinden sonra Türk Ordusu Kars ve çevresini terk ederek 1877-1878 Türk-Rus savaşı sonrası çizilen sınırın batısına çekilmişti. Bu bölge tekrar Ermeni cellatların ellerine bırakılmış oldu. Bağımsız Ermenistan devletine bağlı çeteler iki yıl boyunca çeşitli zulümler yaptılar. Nihayet Kâzım Karabekir Paşa komutasındaki Türk ordusu 30 Ekim 1920'de Kars'ı, 12 Kasım 1920'de Iğdır'ı Ermenilerden kurtardı. 3 Aralık 1920 günü Ermenistan'la Gümrü anlaşması imzalandı.

Mondros Mütarekesinin 7. maddesine dayanarak Uzlaşma Devletleri Anadolu'nun her bir tarafını işgale başlamışlardı. Güney illerimiz (Urfa, Antep, Maraş, Adana) önceleri İngilizler tarafından işgal edilmiş ve daha sonraları ise Fransızların denetimine geçmişti. Ermeniler bu bölgede de, Fransızların himayesinde zulüm ve katliamlarını sürdürdüler.


ADANA'DA ERMENİ ZULMÜ

Vanlızade Nihat anlatıyor:

Fransızlar, Ermenilerle iş birliği halinde vesileler icat ederek Türkleri öldürüyorlar; para ve mallarını yağmalıyorlardı. Ermeni kilisesi kasaphane (maktel) olmuştu. Köşe bucaklarda, ıssız yerlerde yakaladıklarını sürüyerek kiliseye götürürler, işkenceler içinde canını alırlardı. Bu gibi facialar bir taraftan devam ederken diğer taraftan Fransızlar sorgusuz sualsiz masum Türkleri Kumlukta Hacı Ali tekkesinde kurşuna dizerlerdi. Rahmetli babam eski sarayda oturuyordu. Güpe gündüz evini bastılar. Bütün ev eşyasını aldıktan sonra depodaki çenberli pamuklarını da götürdüler.

Ermeni çeteleri ansızın çiftliğimize baskın yaptılar. Hazırladığımız bütün malları, ne var ne yok, yataklarımıza varıncaya kadar alıp arabalara yüklediler. Hayvanlarımızı da önlerine katıp, bizim üçümüzün elini kolunu sıkı sıkıya bağlayıp, Şahin Ağa kilisesi köyüne sevk ettiler. Burası mahşerden bir nümune idi. Binlerce Ermeni ile dolmuştu. Çeteler, dişinden tırnağına kadar çapulcu, yağmacı Ermeniler burada mevcuttu. Bizi hay u huyla karşıladılar. Binbir çeşit yakası açılmadık küfür ve hakaretler içerisinde, çete başı Sivaslı Kireççi Agop'un önüne çıkardılar. Gayet terbiyesiz bir biçimde bizden para istedi:

"--Sakladığınız yeri gösteriniz, aksi takdirde başınıza çeşitli işkencelerle ölüm gelecektir!" dedi.

Varımız olan 17 altun lira ile 637 banknotumuzu daha önce elimizden almışlardı.

"--Bir şeyimiz kalmadı ki verelim; verecek paramız yok!" der demez, öldüresiye bir dayak atıp beni merdivenden aşağıya tekmelerle yuvarladılar. Kahkahalarla halimizi seyr edenler arasında, Adana'nın zengin ileri gelen Ermeni tüccarlarından Kalasyan ile Bızdıkyan ve Kasparyan'ı gördüm.

Babamı çırıl çıplak ederek bir çukura götürdüler. Aşıkyan fabrikasında çalışan İstepan adındaki Ermeni, belinden çıkardığı 60 cm. uzunluğundaki kamayı babamın sağ böğrünün karaciğer nahiyesine sapladı. Kelime-i şehadet getiren babama kızan kaatil peygamberimize küfür etti. İkinci darbeyi de aynı bıçakla boynunun sağ tarafına indirdi. Rahmetli babamın başı göğsüne sarktı, şehid olarak gözlerini kapadı.

Babamın ayaklarına bir ip takarak takur tukur sürükleyip kör bir kuyuya cesedini attılar. Tüyler ürpertici bu manzara, hemen beş metre uzağımda cereyan etti. Facianın dehşetinden kanım dondu. Şimdi sıra bana gelmişti. Perişan halimde yanıma geldiler. Beni de anadan doğma soyundurdular. Üzerime bir teneke gaz yağı döktüler. Bir elinde kibrit, diğerinde kutusu olan Ermeni üzerime geldi. Dedi ki:

"--Siz çok zenginsiniz, çok paranız olduğunu biliyoruz. Üzerinizden çıkan para ile bizi aldatamazsınız. Eğer paranın yerini söylemezseniz, babanın akıbetini gördün, seni de diri diri yakacağız. Çabuk söyle, böyle bir ölümden kendini kurtar!"

Diri diri yakılıp ölmenin çok feci olduğunu düşünerek vakit kazanmak maksadıyla:

"--Evet, çok paramız var, hem de heybe dolusu... Bunların yerini çiftlikte size göstereceğim!" dedim.

Derhal gazlı vücuduma elbisemi giydirdiler. Çete başının yanına götürdüler. Çete başının verdiği emir de, derhal çiftliğe gidilmesi, paralar alındıktan sonra geri dönülmesi idi. Verdiğim cevapta:

"--Bu çok yanlış bir emirdir. Paralar samanlıkta gömülüdür. Samanlığı boşaltmak, gömülü yeri açmak hayli vakte bağlıdır. Burası akşam olur olmaz Türk çetelerinin at oynattığı ve etrafı gözettikleri bir yerdir. Şimdi vakit akşam, nerede ise güneş batmak üzeredir. Biz oraya gidip işe başladığımız zamanda, behemehal Türk çeteleri gelecek, iki taraf arasında şiddetli bir çarpışma olacaktır. Ben belki bu çarpışmalarda ölebilirim. Sizin elinize para geçmediği gibi, bir hayli zayiata maruz kalabilirsiniz. Beni öldürseniz bu saatte çiftliğe ayak basmam!" dedim.

Çete başı bu düşüncemi haklı buldu. İşi yarına bıraktı. Beni üç nöbetçinin nezareti altında bir odaya soktu. Köyün etrafına da nöbetçiler kondu. Çeşitli yerlere de gözcüler dikildi. İlk işim kolay ölümün çaresini aramaktı. Yarın çiftliğe gidip kendilerini aldattığımı anlarlarsa, kim bilir bana nasıl işkenceli bir ölüm tatbik edecekler. Bunları düşündükçe tüylerim diken diken oluyordu.

Altının, çuval dolusu banknotların neşesi içinde, çeteler yaptıkları günlük mezalimi iftiharla çete başına anlatıyorlardı. Yeğenim Tahsin'in Taşcı'da cesedinin kuyuya atıldığını, Zağarlı, Kamışlı, Yalnızca, Mıhıllı köylerinin tamamen yakıldığını, buralarda ellerine geçenleri ve Yalnızca'da Afganlı müslüman bekçinin, Aşık Kâhya'nın, Zağarlı'dan Sağır Sait'in ve berber Mahmut'un kız kardeşleriyle birlikte çocuklarının, Şahin Ağa kilise köyünden Deli Kerim'in, Gök Mehmet'in karısı Emine'nin, Veysel'in karısı Emine'nin ve daha isimlerini hatırlıyamadığım elli kadar Türk'ün, çeşitli işkenceler içinde nasıl öldürüldüklerini kahkahalarla anlatıyorlardı.

Geç vakte kadar içtiler, hepsi de sızdı. Yediğim dayaktan, yarın karşılaşacağım felaketten yerimde oturamıyordum. Kurtulmak değil kolay ölmek istiyordum. (14)

Fransızların ve Ermenilerin zulmü Maraş'ta halkın ayaklanmasına sebep oldu. Yirmi gün süren şiddetli çarpışmalardan sonra 11 Şubat 1920'de Maraş kurtarıldı.

Daha sonra 20 Ekim 1921'de Fransızlarla Ankara Antlaşması imzalandı. Fransızlar güneyde işgal ettikleri yerleri boşalttılar. Sadece Adana bölgesinden 120.000 Ermeni Suriye'ye kaçtı. 30.000 kadarı da Kıbrıs, Mısır, Adalar ve İstanbul'a gitti.


SONUÇ:

Yukarıda yazdıklarımızdan da anlaşılacağı üzere isyan eden Ermenidir, zulmeden Ermenidir, katliam eden Ermenidir. Mazlum ve mağdur olan, yüzbinlercesi katledilen, tecavüze uğrayan, yerinden yurdundan sürülen mâsum Anadolu müslümanıdır. Fakat Ermeniler bir asırdır yaygara yapmakta, basın, yayın ve propaganda yoluyla dünyayı aldatmağa çalışmakta; haçlı ruhuyla hareket eden bazı devletler de onlara destek olmaktadır.

Soykırım iddiasına gelince; 1914 nüfus sayımına göre Osmanlı topraklarında yaşayan Ermeni sayısı 1.300.000'dir. Bunun 525.000'i işgalci Ruslarla beraber Rusya'ya göç etmiştir. Amerika, Suriye, Yunanistan, İran, Lübnan vs. ülkelere göç edenlerin sayısı da 582.000'dir. Toplam 1.107.000 Ermeninin göç ettiği anlaşılmaktadır. Türkiye'de kalan 50.000 civarındaki Ermeni'yi hesaba katınca, Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında, Ermeni isyanları ve göçler esnasındaki toplam Ermeni kaybının 143.000 civarında olduğu anlaşılır. Halbuki aynı dönemde, aynı bölgelerdeki müslüman ahalinin kayıpları 1.400.000'i bulmaktadır. (15) Yâni esas soykırıma uğrayan müslümanlar olmuştur.

(1) Türkiye'nin Siyasi Tarihinde Ermeniler ve Ermeni Olayları, Halil Metin, M. Eğitim Yayını, İstanbul 1997, s. 16
(2) Türkiyenin S. T. E. ve E. O. s. 87-93
(3) Türkiye Tarihi, Yılmaz Öztuna, c. 7, s. 180-181
(4) Tarihte Ermeni Mezalimi ve Ermeniler, Mehmet Hocaoğlu, İstanbul 1976, s. 275-276
(5) Tarihte E. M. ve Ermeniler, s. 478 - 480
(6) Türkiye Tarihi, Yılmaz Öztuna, c. 7, s. 227
(7) Türkiye'nin S. T. E. ve E. O. s. 129-131
(8) Tarihte E. M. ve Ermeniler, s. 720-721
(9) Tarihte E. M. ve Ermeniler, s. 723
(10) Tarihte E. M. ve Ermeniler, s. 733-734
(11) Tarihte E. M. ve Ermeniler, s. 735-736
(12) Türkiyenin S. T. E. ve E. O. s. 146-147
(13) Tarihte E. M. ve Ermeniler, s. 764
(14) Tarihte E. M. ve Ermeniler, s. 704
(15) Türkiyenin S. T. E. ve E. O. s. 28, 157



Dervişân | Katliam Fotoğrafları