22 Ekim 2008 Çarşamba

CUMHURİYET YAZILARI, YAZARLARI (Alıntı)

Ergenekon’da tutuklu-tutuksuz ayrımı ve cezaevinde duruşma AİHM’den dönebilir
‘Yargılamada ihlal’
SANIK AYRIMI Prof. Dr. Ülkü Azrak, Ergenekon davasında alınan tutuklu-tutuksuz ayrımı kararının Türkiye’de bir ilk olduğunu bildirirken adil yargılanma koşullarının ortadan kalktığı gerekçesiyle şimdiden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurulabileceğini söyledi. TBB Başkanı Özok, “Tutuklu 46 sanığın öncelikle sorgularını yapıp daha sonra 40 tutuksuzun sorgusunu yapmak, adil yargılanma koşullarına aykırıdır” diye konuştu. ■
DAVAYA AİHM YORUMU
Ergenekon’da en başta hata yapıldı
İLHAN TAŞCI
ANKARA - Ergenekon davasının görülmesi için mahkeme salonunun tercih edilmesiyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) adil yargılanma ilkesine bakışına karşı ihlalin en başta yapıldığı ortaya çıktı. AİHM gö-rüştüğü bir davada, “duruşmanın halkın kolayca ulaşamayacağı hapishane gibi bir yerde yapılmasının duruşmanın kamusal niteliğine engel teşkil edeceğini” vurguladı.
Avusturya vatandaşı Oliver Reipan ülkesinden davacı oldu. Reipan duruşmasının cezaevinde yapılması nedeniyle “adil yargılanma hakkı”nın ihlal edildiğini savladı. AİHM kararında, demokratik toplumların temel prensiplerinden birisinin adil yargılanma hakkı olduğu vurgulandı.
Bir duruşmanın açık ve aleniyetinden bahsetmek için söz konusu duruşmanın tarihi, saati, yeri konusunda kamuya bilgi verilmesi gerektiğine işaret edildi.
YENİ GÖZALTILAR
Bilgisayarlar son dalgada kopyalandı!
© Evinde arama yapılan eski Cumhuriyet Savcısı Ertaç Giray gözaltına alınıp Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’ne götürüldü.
İstanbul Haber Servisi - Ergenekon davası kapsamında tutuklu olarak yargılanan emekli Binbaşı Mehmet Zekeriya Öztürk’ün avukatlığını yapan eski Cumhuriyet Savcısı Ertaç Giray İstanbul’da, özel koruması olduğu bildirilen Hüseyin Keskin ise Kars’ta gözaltına alındı. İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri, Ertaç Giray’ın Şişli Nişantaşı’da yer alan ve büro olarak da kullandığı belirtilen evinde sabah saat 08.30 sıralarında arama başlattı. Aramanın bitiminde Giray gözaltına alınarak Vatan Caddesi’ndeki İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’ne götürüldü. Ertaç G. evden çıkartılırken çevik kuvvet ekipleri de evinin çevresinde güvenlik önlemi aldı. Cumhuriyet savcısının da hazır bulunduğu aramalar sonrası evdeki bazı evraklara el konuldu. Ekiplerce evdeki bilgisayarda da inceleme yapılarak bilgiler kopyalandı. Giray’ın şubeye götürülmesi sonrası, İstanbul Barosu tarafından görevlendirilen avukat Ömer Kavili gazetecilere yaptığı açıklamada Giray’ın “terör örgütü üyesi olmak”la suçlandığını ifade etti. Kavilli, soruşturmadaki “gizlilik kararı” nedeniyle daha fazla bilgi veremeyeceğini belirtti. Ergenekon davası sanıklarından emekli Binbaşı Mehmet Zekeriya Öztürk’ün de avukatlığını yapan Giray’ın adı, Ergenekon sanıklarından emekli Yüzbaşı Muzaffer Tekin’in, Danıştay saldırısının ardından, zanlı Alparslan Aslan ile ilişkisi olduğu iddialarına karşılık intihar girişiminde bulunduğu dönemde gündeme gelmişti. Tekin kendisini bıçakla yaralayınca, Zekeriya Öztürk’ün avukat Ertaç Giray’ı arayıp, “ne yapacaklarını” sorduğuna ilişkin kayıtlar Danıştay saldırısına ilişkin dava dosyasında yer almıştı.
Türban ikinci plana düşürür’
Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararının gerekçesinde üniversitelerde türbanın serbest bırakılmasının ‘baskı’ unsuru olabileceği belirtilerek AİHM’nin kararına gönderme yapılıyor
ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - Anayasa Mahkemesi, üniversitelerde türbanın serbest bırakılmasına yönelik anayasa değişikliğinin iptalinin gerekçeli kararını tamamlayarak yayımlanmak üzere Resmi Gazete’ye gönderdi. Kararda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) İsviçre Dahlab Kararı’na gönderme yapılarak “Kadın türban taktığında erkeğin yanında ikinci plana düşer” değerlendirmesine işaret edildi.
Anayasa Mahkemesi, CHP ve DSP milletvekillerinin türbanın üniversitelerde serbest bırakılmasına ilişkin anayasa değişikliğinin “iptali veya yok hükmünde kabul edilmesi ve yürürlüğünün durdurulması” istemiyle açtığı davada, “9 Şubat 2008 günlü 5735 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 1. ve 2. maddelerini, anayasanın 2, 4 ve 148’inci maddelerini gözeterek” iptal etmiş ve yürürlüğünü durdurmuştu. Edinilen bilgiye göre gerekçeli kararda, AİHM’nin İsviçre’de derslere türbanla giren Lucia Dahlab adlı öğretmene ilişkin kararına atıfta bulunuldu. Kararda, Yüksek Mahkeme’nin daha önce bu konuda vermiş olduğu kararlara da yer verildi.
Kararda, üniversitelerde türbanın serbest bırakılmasının türban takmayanlar üzerinde baskı unsuru olabileceğine işaret edildi. Ayrıntılı olarak irdelenen İsviçre Dahlab davasında AİHM, “türban takan kadının erkeğin yanında ikinci plana düşeceğine” işaret ediyor. Anayasa Mahkemesi’nin atıfta bulunduğu AİHM kararında türbanlı kadının yalnızca dinsel varlık olarak görülmesine neden olabileceği tehlikesine vurgu yapılarak “Herkesin inancına saygı duyulmasının sağlanabilmesi için inancı dışa vurma özgürlüğü sınırlandırılabilir. Türban, okuldaki öğrencilerin ve ebeveynlerinin dinsel inancına potansiyel bir müdahaledir” denilmişti.
Polis işkencesi saklanıyor
Karakolda ve cezaevinde gördüğü işkence doktor raporuyla kanıtlanan Engin Çeber’le ilgili soruşturmada müfettişler ‘gözaltında şiddet olmadığını’ ileri sürdü
İstanbul Haber Servisi - İçişleri Bakanlığı müfettişleri, Metris Cezaevi’nde gördüğü işkence nedeniyle yaşamını yitiren Engin Çeber ve arkadaşlarının emniyette kötü muameleye maruz kalmadıklarını belirtti. Çeber ve arkadaşlarının gözaltında bulundukları süre boyunca durumlarını belirten İstinye Devlet Hastanesi ve Şişli Etfal Hastanesi’nin sağlık raporları ise müfettişleri yalanlıyor.
Bakanlığın Engin Çeber’in ölümünde polisin sorumluluğu bulunup bulunmadığıyla ilgili iki polis müfettişi tarafından yürüttüğü ilk inceleme tamamlandı. İncelemede, Çeber’in İstinye Karakolu’nda gö-zaltında bulunduğu sürede fiziksel şiddet gördüğüne dair bir izlenim elde edilmediği belirtildi. Çeber ve arkadaşlarının adli muayene raporları ise işkence izlerini belgeliyor. Öldürülen Engin Çeber ve arkadaşları Aysu Baykal, Özgür Karakaya, Cihan Gün, 28 Eylül 2008’de gözaltına alınarak İstinye Polis Merkezi’ne götürülüp, 29 Eylül’de gece geç saatlerde tutuklandılar. Bu süre içinde de birçok kez adli muayeneden geçirildiler. Bu muayenelerin ardından düzenlenen raporlarda ise kafalarında, gözlerinde, dudaklarında, omuz-
larında, sırtlarında, kollarında, bacaklarında, dizlerinde yani vücutlarının hemen her yerinde, çürük, sıyrık, morluk, ezilme, şişlik ve ödem tespit edilmiş. Çeber için İstinye Devlet Hastanesi’nde 28 Eylül’de saat 17.33’te hazırlanan ‘Genel Adli Muayene Raporu’nda, Çeber’in dudağında doku yırtılması, göz kapaklarında kızarıklık, dirseklerinde sıyrıklar, bacaklarında şişlikler tespit ediliyor. 29 Eylül’de gece 01.20 sıralarında düzenlenen raporda, Çeber’in kafasında şişlik ve ödem, göz kapaklarında kızarıklık tespit edilerek dizindeki sıyrıkların sürüklenme veya tekme sonucu olabileceği belirtiliyor.
Aysu Baykal için 28 Eylül’de düzenlenen raporlarda, dizinde, kulağında sıyrıklar ve kızarıklık, bacaklarında ezilme ve morlukların olduğu ifade edilerek, boynunda elle tutulma sonucu oluştuğu düşünülen kızarıklıkların görüldüğü kaydediliyor.
Özgür Karakaya’nın raporlarında da kafasında kızarıklık, sol kolunda morluk, sırtta, dirseklerde sıyrıklar, kulak arkasında kızarıklıklar, gözlerde şişlik ve ağız içinde yara olduğu belirtiliyor. Karakaya’nın omzunda, boynunda çürüklere rastlandığı belirtilerek, bulgular 29 Eylül’de 01.10’daki raporda tekrarlanıyor.
Cihan Gün için de İstinye Devlet Hastanesi ve Şişli Etfal’de birden fazla adli muayene raporu düzenlenmiş. Raporlarda, Gün’ün alnında, boynunda kızarıklıklara, dudaklarında şişlik ve kafasında hassasiyet olduğu tespit edildiği belirtiliyor. Darp, kafa bölgesinde ve sırtta ağrı, eklemlerde ağrı, duyma bozukluğu gibi şikâyetlerini belirten şüphelilerin muayene raporlarında, kollarındaki kelepçe izleri de yer alıyor.
BAHÇELİ AÇIKLADI
Erdoğan’ın raporu
MHP lideri, Erdoğan’ın 1991’de RP İstanbul İl Başkanlığı döneminde hazırladığı terör raporunu açıkladı. Raporda “Kemalist devletin geleneksel zora ve silaha başvuru yöntemi artık iflas etmiştir” deniliyor. ■
Bahçeli, PKK’nin taleplerine sahip çıkmakla suçladığı Erdoğan’ın 1991’de hazırladığı raporu açıkladı
‘Bölücülerin cesaret kaynağı’
© Erdoğan’ın çizgisinin değişmediğini belirten MHP lideri Devlet Bahçeli, Erdoğan’ın RP İstanbul İl Başkanlığı döneminde hazırladığı bir raporu açıkladı. Raporda “Biz siyasi parti olarak, resmi ideolojiyi sorgulamalıyız. Kemalist devletin geleneksel zora ve silaha başvuru yöntemi artık iflas etmiştir. Devlet terörünü de kınamalıyız. Bunun için devletin PKK’yi bölücü, terörist ve ayrılıkçı olarak nitelendiren söyleminden uzak durmalıyız” deniliyor.
ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın reform adı altında PKK’nin taleplerine sahip çıktığını, bu nedenle “aile fotoğrafında Mehmetçiğe yer olmadığını” belirterek, “Sağınızda kardeşim dediğiniz Barzani ve Talabani, solunuzda konutlarda ağırladığınız bölücüler ve pazarlık yaptığınız Kandilciler, hemen arkanızda ise boyun eğdiğiniz çuvalcılar yer almaktadır” dedi. Bahçeli, Erdoğan tarafından hazırlanan bir raporu da grup toplantısında açıkladı.
Bahçeli, partisinin grup toplantısında terör saldırılarının tırmandığı ve “İmralı canisi” lehine gövde gösterileri yapıldığı bir dönemde, güvenlik güçlerini hedef alan “yıpratma kampanyası” başlatıldığını söyledi. Bahçeli, “siyasi çözüm çığırtkanlarının yeniden sahneye çıkarak, olayı PKK’nin siyasi hedeflerinin zeminine çekmeye çalıştığını” vurguladı. Bahçeli, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Der Spiegel dergisine verdiği ve “geçmişte Kürtlere ayrımcılık yapıldığı” yönündeki sözlerinin ibretlik olduğunu söyledi.
Gül’e sert eleştiri
Bahçeli, “Biz Cumhurbaşkanı’ndan kendi geçmişimizi şikâyet etmek yerine, açılışını yaptığı kitap fuarının alt katında açıkça sergilenen bölünmüş Türkiye haritalarına müdahale edecek cesaret ve iradeyi göstermesini beklerdik” dedi. MHP lideri, Erdoğan ve arkadaşlarının bölücülüğün en büyük “ümit ve cesaret kaynağı” olduğunu belirtti.
Bahçeli, Erdoğan’ın “geçmişten geleceğe çizgisinin değişmediğinden” bahsettiğine dikkat çekerek, Başbakan’ın RP İstanbul İl Başkanlığı döneminde hazırladığı 18 Aralık 1991 tarihli terörle mücadele konusundaki çözüm önerilerini içeren bir raporu açıkladı. Bahçeli’nin verdiği bilgiye göre Erdoğan, hazırladığı raporda şu görüşleri dile getirdi:
“Güneydoğu Anadolu sorunu gerçekte ulusal bir sorundur. İstenilen Kürt ulusal kimliğinin tanınması ve eşit ve gönüllü bir birliktelik oluşturulmasıdır. Bu makul bir taleptir. Biz siyasi parti olarak, resmi ideolojiyi sorgulamalıyız. Kemalist devletin geleneksel zora ve silaha başvuru yöntemi artık iflas etmiştir. Devlet terörünü de kınamalıyız. PKK ile devlet çatışmasında devlet safında görünmemeliyiz. Bunun için devletin PKK’yi bölücü, terörist ve ayrılıkçı olarak nitelendiren söyleminden uzak durmalıyız. Kürtçe serbest olmalıdır. Yerel parlamentolar oluşturulmalı, merkezi devlet küçültülmelidir.”
Özellikle iktidar zihniyetinin beslediği ve alkışladığı işbirlikçi çevrelerin önce milliyetçilik, daha sonra TSK’ye yönelik “örtülü bir operasyon başlattıkları”nı belirten Bahçeli, geçen hafta Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un yaptığı açıklamayı da bu kapsamda değerlendirmek gerektiğini ifade etti. Bahçeli, Başbakan Erdoğan’ın daha sonra yaptığı “Biz doğru yerdeyiz” açıklamasının ise “inandırıcılıktan uzak sözler” olduğunu ifade etti. Erdoğan’ın aile fotoğrafında Barzani, Talabani, Kandilciler ile çuvalcıların bulunduğunu belirten Bahçeli, “Bulunduğunuz yer burası” dedi.
Üzümcülere kızdı
Manisa örgütü ile birlikte gelen bir grup üzüm üreticisi, sorunlarını anlatan bir raporla birlikte, yanlarında getirdikleri üzümlerden Bahçeli’ye ve gruba ikram etmek istedi. Bahçeli, “Diğer partiler gibi buraya üzüm getirmeyin. O üzümleri müstahdemlere dağıtın, sadece raporu verin” diyerek tepki gösterdi.
GÜNCEL
CÜNEYT ARCAYÜREK
Açmaz
Toplumsal huzur ve refahtan sağda solda, partinin Meclis grubunda, örgüt toplantılarında, her fırsatta herhangi bir ekranda, halk karşısında söz etmek kolay.
Oysa ülkenin genel manzarası şöyle:
Diyarbakır’a çıkarma yaptığı gün kentin hemen her semtinde kepenkler indirildi.
Başbakanlık otobüsü yerine zırhlı makam aracını kullanmak zorunda kaldı.
Yerel seçimde Diyarbakır’ı teslim alacağını ilan etti. Terör örgütü bir bildiri ile kenti teslim aldı.
Diyarbakır’daki manzarayı değerlendirdi: “Terör örgütü panik yaşıyor” dedi. Acayip bir panik? Kepenklerin kapatılmasını sağlayan, halkın karşılamasını engelleyen bir panik!
Devletin bütün güçleri elinde olan Başbakan’ın, olaylar karşısında herhalde aklı karışıyor.
Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı anarken ünlü şairin “Sanat” adlı şiirini okuyacağı yerde Faruk Nafiz Çamlıbel’in aynı adlı şiirini okuyor.
Kürt’ü Türk’le karşı karşıya getirme çabası, kanser illeti gibi giderek yayılıyor.
Olayların gerçek nedeni açıklanmıyor. Görünürdeki gerekçe terörist başına İmralı’da dayak atıldığı iddiası.
İktidarın devlet anlayışı: Ört gerçeğin üstünü. Halkın bildiğini halktan sakla. Ama olmuyor.
Terör örgütüne karşı başarısızlık, örneğin Diyarbakır’da halkı ve kepenk indiren esnafı örgütün isteklerine uymak zorunda bırakıyor.
Başbakan, Diyarbakır’daki tepkileri terör örgütüne bağlıyor; örgütün halk üzerindeki sonuç alan baskısını kabul ediyor.
***
Aynı gün Ergenekon davası başlıyor. Mahkeme salonu ve dışarısı Ergenekon davasının adli bir olay olmaktan çıktığını, iktidarın yadsımalarına karşın siyasal bir kimlik kazandığını kanıtlıyor.
Duruşma açılıyor, kapanıyor. Sadece yer yetersizliği değil sorun. Düzensizlik hemen her şeye egemen.
Bu keşmekeşten, düzensizlikten, daha ilk gün skandal diye nitelenen gelişmelerden kim sorumlu? Adalet Bakanlığı!
Hayır, değil.. Sorumlu bakan düzensizliği, keşmekeşi savunuyor. Mahkeme heyeti dava başlamadan önce Silivri’ye gidip duruşmaların yapılacağı salonu görmüş. Kimi isteklerde bulunmuş. Bakanlık bu istekleri şu kadar milyon ödeyerek karşılamış…
Yumuşak ses tonuyla Bakan Şahin, kargaşanın, düzensizliğin sorumluluğunu mahkeme heyetine yüklüyor.
Başka salon yokmuş. İstanbul’da en büyük salon 100 kişilikmiş. Yeni ve elverişli bir bina ancak üç ayda yapılabilirmiş ve dava daha sonraki aylarda başlayabilirmiş.
Sayın Bakan; dava ekim ayında değil de kasımda hatta aralıkta başlayabilirdi.
Fark etmezdi. Zira bu ülkede iktidar partisinin ağırlığını koyduğu bir soruşturmanın iddianamesi ancak yedi-sekiz ayda çıkabildi.
Sayın Bakan; Almanya’da Deniz Feneri soygunu nedeniyle hapis yatan üç kişinin daha ne kadar tutuklu kalacaklarını Alman büyükelçisini sorgulayarak öğrenme çabası içinde olan; ne ki suçunu, olaylar içindeki sorumluluğunun ne olduğunu bilmeden yedi-sekiz aydır tutukevlerinde yatan insanların, hâlâ ek iddianame çıkmadığı için savcı Zekeriya Öz ve ekibi tarafından neyle suçlandığını aylardır bilmeyen insanların ıstıraplarına ortak olmayan bir iktidarsınız.
Türkiye’nin açmazı bu iktidar!
***
Kargaşayı önleyecek yolda herhangi bir girişim işareti vermedi Bakan Şahin.
Hiç değilse kargaşayı asgari düzeye indirecek çalışmalar başlatacağını söyleyebilirdi.
Bakan, haklı çıkma çabasıyla olaylar karşısında gereğini bile düşünemiyor.
O hallerdeyiz.
İddiaları, herkesin hükümeti olmak…
Herkesin hükümeti olmayı kim yitirdi ki AKP iktidarı bulmuş olsun!
Selanik’te ‘Rebetiko’...
MURAT İLEM
ATİNA - Türkiye ile Yunanistan arasında son on yılda giderek iyileşen ilişkiler iki ülke arasında bir ilke neden oldu. Yunanistanlı yazar Kostas Ferris’in yazdığı ve Devlet Tiyatrolarımız tarafından sergilenen “Rebetiko” adlı müzikal, Yunanistan’ın ikinci büyük kenti Selanik’i adeta salladı. Burada ilk kez bir Türkçe müzikal sergilenirken, bugüne kadarki en büyük sanatsal katılımın Yunancası barkovizyondan yansıtıldı.
YUNANLILARDAN BÜYÜK İLGİ
Türkiye’nin Selanik Başkonsolosu Hakan Abacı’nın girişimleri ile Selanik’te sergilenen oyuna Yunanlılar büyük ilgi gösterdiler. Dört gün boyunca sergilenen müzikale gelen seyirciler, sekiz yüz kişilik Kraliyet Tiyatrosu’nu her gece doldurdu. 22 Avro’dan satılan ve hemen tükenen biletler, son gece 150 Avro’ya kadar alıcı buldu. Esas olarak Anadolu, ancak genelde İzmir kökenli Rumların halk oyunu olan “Rebetiko” müzikali, 1922’de yaşanan (Türkiye’den Yunanistan’a) göç ve sonrasını konu ediyor. Kuzey Yunanistan Devlet Tiyatroları ile Ankara Devlet Tiyatrosu’nun işbirliği sonucu Selanik’e gelen müzikal, geçen yıl Türkiye’de sergilenmişti.
Bugüne kadar Yunanistan’a gelen en büyük yapım olarak kabul edilen oyunda, 68 kişilik Devlet Tiyatroları oyuncuları yer alırken, sahne, kostüm, ışık gibi yan kadrolarla bu rakam yüz olarak belirtildi. Müzikalin Yunanistanlı yazarı Kostas Ferris, geçen yıl Türkiye’de sergilenen oyunun prömiyerine de katılmıştı. Selanik’teki oyunu da izleyen Ferris, kendi yazdığı bir oyunun Türk sanatçıları tarafından sergilenmesinden duyduğu memnuniyeti dile getirdi.
Yunanistanlı yazar, Ankara Devlet Tiyatrosu oyuncularını tek tek kutlayarak bu gibi kültürel etkinliklerin daha fazla desteklenmesi gerektiğini söyledi.
AÇI
MÜMTAZ SOYSAL
Pembeleşen Çizgiler
DİPLOMASİ, bir ülkede “kırmızı çizgi” diye ilan edilen ve halkının da böyle bilip bellediği kırmızı çizgilerden vazgeçerek uzlaşmanın değil, savaş yoluna gitmeden o çizgileri korumanın sanatı olsa gerek.
Kırmızı çizgi ise, vazgeçilmez, olmazsa olmaz, gerisine düşülmez, uğruna her şeyin göze alınabileceği ilkelerin ya da inançların çizgisi diye bilinir.
Türk diplomasisini yönetmekten sorumlu bakanın kolay kül yutmayan ve konuları bilerek iyi hazırlanan bir televizyon muhabiriyle dünkü konuşmasını izlerken bunları düşünmeden edemiyor insan.
Kırmızı çizgilerimizden biri, güneydoğu sınırımızın hemen yanı başında bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasını kabul etmemek değil mi? Böyle bir çizgi, ilk bakışta, başkalarının içişlerine, devlet kurmak isteyip istemeyişlerine karışmak gibi algılanırsa da, eğer kurulmak istenen o devletin nüfusunu oluşturacak insanlar uzantısı sizin kendi sınırlarınız içinde yaşayanların uzantısı ise ya da başka açıdan bakıldığında, sizin insanlarınızın bir bölümü vaktiyle sizden zorla koparılıp başkalarının hükmü altına sokulmuşsa, iş değişir. “Musul meselesi” denen konunun Misak-ı Milli’ye ve Ankara hükümetinin bütün çabalarına karşın sonuçta yarattığı durum budur. Üstelik, böyle bir “çözüm”, o coğrafyaya göz koymuş ve Irak petrolünü gasp etmiş yabancı devletlerin çıkarlarına hizmet etmekteyse ve o topraklar Türkiye Cumhuriyeti’nin ülke ve ulus bütünlüğüne göz dikmiş olanların tedhiş girişimlerine sığınak olmaktaysa, durum büsbütün ciddileşmiş demektir.
Dolayısıyla, orada bağımsız bir Kürt devletinin kurulması, çok da uzak olmayacak bir gelecekte Türkiye’nin başına çeşitli çorapların örülmesi için zemin hazırlamaktan başka bir anlama gelmez. Bu bakımdan, olsa olsa, komşu Irak devletinin yapısı içine sağlamca yerleştirilmiş bir “federe” devlete tahammül edilebilir. Daha ötesi, kırmızı çizgiyi geçer.
Oysa, Ankara diplomasisi şimdiden oradaki Kürt devletinin kendini “bağımsız” ilan etmesini kolaylaştıracak adımları resmen atmaya başlamıştır.
Barzani’yle konuşarak PKK’yi tecrit edip yalnızlaştırmak uğruna.
Bu örgütün, şimdiki bölge yönetimiyle aynı sosyo-ekonomik ideolojiyi paylaşmasa da, aynı ırkçı ulusalcılık peşinde koştuğunu unutarak.
Daha da önemlisi, Profesör Erol Manisalı’nın geçen gün Cumhuriyet’te olanca ayrıntılarıyla açıkça belirttiği gibi, işgalci ve petrolcü Batı’nın aynı bölgede kendine hizmet edecek bir Kürt devleti kurmak için yüz yıldır çevirdiği bütün oyunları bile bile.
Birazcık dikkat edilirse, Kıbrıs ve Ermeni soykırımı gibi başka kırmızı çizgi konularındaki kırmızı çizgilerin pembeleştirilmesinde de buna benzer “diplomatik başarı”larla övünme heveslerini sezmek işten değildir.
mumtazsoysal@gmail.com
Ekonomide Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak
Kredi kartlarında borçlanmanın -taksitlendirmenin üretici- satıcı firma yerine, bankaya yapılmasıdır. Dolayısıyla bu borçlar bankaların alacakları-riskleridir. Bankalar bu yolla tüketicilerle karşı karşıya kalmaktadırlar. Eğer çalışanlar işsiz kalırlar ve gelirlerini kaybederlerse, bankalar ile karşı karşıya kalacaklardır. İşten çıkarmalar yaşanırsa, önce bankalar zora girecek, bu gelişmeler hem ekonomiyi hem de reel sektörü darboğazla karşı karşıya bırakacaktır. Türk halkı, borcunu namus borcu olarak görse de, borcunu ödeyebilmesi için işinin ve gelirinin güvence altında olması gerekir.
Bülent TANLA 22. Dönem CHP Milletvekili
Küresel mali kriz Türkiye’yi de tehdit etmektedir. “Türkiye ekonomisi sağlamdır” diyerek toplumu yatıştırmaya çalışmak, yaşanmakta olan krizin boyutunu arttıracaktır. Bu nedenle başta hükümet olmak üzere, ilgili kamu kurumları, şirketler, çalışanlar, işçi ve işveren örgütleri, krize gerçekçi biçimde yaklaşmalı; açık davranışlarla, bilgi gizlemeden, birbirlerini rakip olarak görmeden, aynı gemide olduğumuzu bilerek, hep birlikte ellerini taşın altına koymalıdırlar. Ekonomide derin bir kriz yaşanmaması için alınması gereken acil tedbirler bulunmaktadır.
Öncelikle, bugüne kadar uygulanan makro ekonomik kararların artık geçerli olmadığı anlaşılmıştır. Son 6-7 yıldır, üretime dayalı olmayan, dış açık finansmanına yönelik düşük kur ve yüksek faiz politikasının ithalata dayalı büyümeyi körüklediği, bunun da sonuçta yüksek cari açık ve yüksek borçlanmaya yol açtığı; yeniden bu açığın finansmanı için dışarıdan borçlanıldığı; bu arada bireylerin de daha fazla tüketmek amacıyla ciddi bir borç yükü altına girdiği; kısacası bu kısırdöngünün ekonomiyi bir darboğaza sürüklediği görülmektedir.
Bir başka deyişle, ekonomideki makro hedefler ve buna dayalı oluşturulan kararlar sonucu, piyasanın, bireyleri ucuz ithalata dayalı daha fazla tüketime ve daha fazla borçlanmaya, yani kötü yola sürüklediği görülmüştür. Bu nedenle bugün, yıllardan bu yana yapılanların aksine mikro kararlardan makro hedeflere varılmalıdır. Mikro kararlar alırken ise basit ortalamalardan yararlanmak aldatıcı olmaktadır.
Bunun en tipik göstergesi enflasyon tahmininin dayandığı hane halkı tüketim harcamaları dağılımıdır. Hem milli gelirden alınan payın, hem de yerleşim yeri farklılığının, yani kent ve kırın, ailelerin tüketim harcamalarını ciddi ölçüde farklılaştırdığını görmekteyiz. TÜİK’in 2007 hane halkı tüketim anketine göre, toplam tüketiciler bazında gıda, konut-kira ve ulaştırmanın, yani bu üç kalemin harcamalar içindeki payı yüzde ortalama 64 iken, bu üç kalemin en yoksul yüzde 20’lik dilim içindeki payı yüzde 75, en zengin yüzde 20’lik dilim içindeki payı ise yüzde 57’dir.
Gelir dilimlerinin yanı sıra kent ve kır olarak bakıldığında da, pek çok harcama kaleminde ciddi farklar olduğu gözükmektedir. Örneğin, eğitim harcamalarının payı kentli tüketicilerde yüzde 3 iken, kırda bu oran yüzde 1.7’dir. En zengin yüzde 20 içindeki kentli tüketicilerin eğitim harcaması payı yüzde 5.3 iken, en yoksul yüzde 20’lik dilim içinde kırdaki tüketicilerde ise oran yüzde 0.1’dir, yani nerdeyse sıfırdır. Eğlence ve kültür, giyim ve ayakkabı vb. harcama kalemlerinde de ciddi çarpıklıklar göze çarpmaktadır.
Bu tip çarpıklıklar dünya ekonomilerinde de görülmektedir. Dünyanın en zengin 20 ülkesinin yıllık geliri 48 trilyon dolardır. Dünyadaki toplam gelirin yüzde 80’ini elinde tutan bu ülkelerin, dünya nüfusu içindeki payı ise yüzde 30’dur. Geri kalan 200’ü aşkın ülkenin gelirden aldıkları pay sadece yüzde 20’dir.
Dünyadaki en zengin 200 kişinin yıllık geliri 1 trilyon dolardır. 60 ülkede yaşayan 1 milyar 200 milyon insanın da toplam geliri 1 trilyon dolardır. Bu zenginleri sokakta, caddede göremezsiniz. Bu kesimin yaşantısını ancak medyada, sinemada, hikâyelerde görebilir ve masallar yoluyla izleyebilirsiniz.
Krizin nedeni, insanların servet, gelir ve tüketim arzusu ile yaşamda güç ve iktidar isteği arasındaki çelişkiden kaynaklanmaktadır. Bu, dünyada da Türkiye’de de böyledir. Türkiye’de de nüfusun yüzde 25’i yaşamakta, yüzde 75’i ise yaşamaya çalışmaktadır.
Siyaset kimden ne kadar, ne zaman ve nasıl alınıp, kime ne kadar, ne zaman ve nasıl verileceğine dair kararların verildiği bir alandır. Sosyal demokratlar bu noktada, soruna sosyal devlet ve emek odaklı yaklaşmalı, çözümün ise basit ortalamalardan hareketle verilecek makro kararlardan değil, farklı toplumsal kesimlere özgü politikalardan, birey ve insan odaklı mikro kararlardan geçtiğini bilmelidirler. Yaşanan çelişkinin böyle çözülmesini savunmalıdırlar.
Acil tedbirler
Kriz tehdidi karşısında alınması gereken iki acil tedbir bulunmaktadır: Birincisi, mevcut çalışanların 6-8 aylık bir dönem için, hiçbir koşulda işten çıkarılmamasına yönelik olarak, devletin işverenlerle birlikte alacağı karardır. İkincisi ise, yine 6-8 aylık bir dönem için, bütün mevduatlara devlet garantisinin sağlanmasıdır. İlk olarak, belli bir süre, hiçbir firmanın kriz nedeniyle çalışanlarını işten çıkarmaması sağlanmalıdır. Kriz, işçi çıkarma nedeni ve gerekçesi olarak gösterilmemelidir. Elbette, bu, bizim sosyal devletten ve emekten yana sosyal demokrat siyasetçi olarak savunduğumuz bir politikadır. Ama ondan da öte, bugünün ekonomik gerçekliği bu tedbiri zorunlu kılmaktadır. Bu konuya dikkat edilmediği takdirde, Türkiye’de kriz bir anda mali krize dönüşebilir. Açmak gerekirse: Bugün Türk bankalarının, Amerika ve Avrupa’daki gibi bir finansal darboğazda olmadığı iddia edilebilir. Türk halkı, işi ve geliri devam ettiği sürece borcuna sadıktır. Türk halkı borcunu namus borcu olarak görmektedir. Ancak, iş ve gelir kaybı nedeniyle bireylerin bankalara borçlarından kaynaklanan bir geri ödeme sorunu yaşanırsa, bunun olumsuz etkileyeceği kurumların başında bankalar gelmektedir.
Ağustos ayı itibarıyla, bankalardaki sorunlu bireysel kredi oranı yüzde 1.8’dir; kredi kartlarında da bu oran yüzde 5-6 civarındadır. Ancak bu rakamlar kriz öncesine aittir ve dikkatli olmak gerekmektedir. Bugün Türkiye’de kredi kartı sahibi olanların sayısı yaklaşık 20 milyondur. Toplam kart sayısı ise yaklaşık 41 milyondur. Yani ortalama her kart sahibinin 2 kartı vardır. Bir başka deyişle, kaba bir hesapla gelir dağılımı dilimlerine göre, en zengin yüzde 20’nin tamamının, ikinci yüzde 20’nin de yarısının kart sahibi olduğu söylenebilir. Ama çalışan her insanın kredi kartı olduğu kesin olarak belirtilebilir. Son verilere göre 8 milyon 350 bin kişinin bireysel kredi borcu bulunmaktadır. Bireysel kredilerin yüzde 40’ı konut, yüzde 17’si taşıt ve yüzde 43’ü nakit ihtiyaç kredisidir. Bugün itibarıyla bireysel kredi riski 80 milyar dolar, kredi kartı riski ise 40 milyar dolardır. Yani, tüketici kredilerindeki toplam risk 120 milyar dolardır.
Dikkat edilmesi gereken önemli nokta, kredi kartlarında borçlanmanın -taksitlendirmenin üretici- satıcı firma yerine, bankaya yapılmasıdır. Dolayısıyla bu borçlar bankaların alacakları-riskleridir. Bankalar bu yolla tüketicilerle karşı karşıya kalmaktadırlar. Eğer çalışanlar işsiz kalırlar ve gelirlerini kaybederlerse, bankalar ile karşı karşıya kalacaklardır. İşten çıkarmalar yaşanırsa, önce bankalar zora girecek, bu gelişmeler hem ekonomiyi hem de reel sektörü darboğazla karşı karşıya bırakacaktır. Türk halkı, borcunu namus borcu olarak görse de, borcunu ödeyebilmesi için işinin ve gelirinin güvence altında olması gerekir. İkinci tedbir, yine belli bir süreliğine de olsa tüm mevduatlara devlet güvencesi verilmesidir. 2001 krizinde de gördüğümüz gibi, bankaların önünde kuyruk oluşması, güven erozyonuna yol açmaktadır. Bunu önlemenin yolu başka ülkelerin de uyguladığı, mevduatlara devlet güvencesinin yürürlüğe sokulmasıdır.
Elbette bu iki tedbir, bugüne kadar izlenen yanlış politikaların sonucunda ortaya çıkan krizin farklı şekilde algılanmaması ve büyümemesi için gerekli acil tedbirlerdir. Esas olarak yapılması gereken, hükümetin; izlediği politikaları gözden geçirerek ülke ve halk yararına değiştirmesidir.
Zaman kâr, aşırı kâr ve moda peşinde koşma zamanı değildir. Zaman, mevcudu muhafaza etme ve krizi en az hasarla atlatabilme zamanıdır. Yukarıdaki iki tedbir, hastayı acil serviste yaşatabilmek ve sonra gerekli tedavinin yapılabilmesine imkân sağlamak için önerilmektedir.
PENCERE
İLHAN SELÇUK
Esin Perisi...
Başbakan RTE’nin şiire meraklı olduğu anlaşılıyor, bu yüzden de başı derde giriyor...
Bu köşede sık sık anımsattığımız gibi Recep Tayyip Erdoğan, siyasal yaşamının hızlandığı günlerde şu ‘manzume’yi okumuştu:
“Minareler süngümüz, Kubbeler miğferimiz.. Camiler kışlamız, Müminler asker...”
RTE bu dünya görüşüyle palazlanarak ve ABD’nin Ortadoğu projesiyle kanatlanarak başbakanlığa dek yükseldi...
*
Gazetelerin yazdığına göre Recep Tayyip Erdoğan, Uluslararası Türk Dil Kurultayı’nda da şiir okumuş...
“Sanat” adlı şiirin ilk dörtlüğü şöyle:
“Yalnız senin gezdiğin bahçede açmaz çiçek
Bizim diyarımız da binbir baharı saklar
Kolumuzdan tutarak sen istersen bizi çek
İncinir düz caddede dağda gezen ayaklar.”
Ne var ki Başbakan bu şiiri, Dağlarca’dan bahsederken, Fazıl Hüsnü’nün zannederek okumuş...
*
Faruk Nafiz Çamlıbel’in şiiri, bizim zamanımızda okul edebiyat kitaplarında bulunurdu...
Bildiğiniz gibi Faruk Nafiz ‘Hececiler’dendir..
Halit Fahri, Yusuf Ziya, Enis Behiç’le birlikte Faruk Nafiz vezne ve kafiyeye pek bağlıydı...
Nitekim şiirin ilk dörtlüğüne bakıldığında dizelerde eşit hece bulunduğu görülür...
Kafiyeler de çarpıcıdır:
Çiçek-çek..
Saklar-ayaklar...
Biraz takır tukur bir yaklaşım bu..
*
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şiiri ise bu anlayıştan çok uzakta, olağanüstü bir ses ve anlam güzelliğiyle donanır...
Öyle ki, sıradan bir kişi bile eline verilen “Sanat” adlı şiirin Dağlarca’ya yakışmadığını anlayabilir...
Ne var ki RTE’nin bu duyarlılıktan çok uzak bir kimlikte ve yerde olduğu görülüyor...
Buna karşın Türk Dili Kurultayı’nda Dağlarca’yı “Şiir çağlayanı, Türkçemizin abideleşmiş şairi” diye niteledikten sonra, Türkçe ve edebiyat üzerine sıkı bir nutuk çekmiş, tarihsel yaklaşımlarda bulunmuş...
*
Olabilir...
Erdoğan konuşmayı çok seviyor, kadrosundaki danışmanları Başbakan kürsüye çıkmadan önce anlaşılan hazırlık yapıyorlar, konuya ilişkin metinler oluşturuyorlar...
RTE de imamlık öğretiminden gelen vaaz göreneğiyle kürsüden rahatça atıp tutuyor...
Ancak Recep Tayyip Türkçeyi, Cumhuriyeti, edebiyatı, dil devrimini, şiiri birazcık duyumsayabilseydi, Faruk Nafiz ile Dağlarca arasındaki farkı fark ederdi...
*
Haydi, diyelim ki Başbakan RTE, Dağlarca ile Faruk Nafiz arasındaki farkı çakabilecek düzeyde değil...
Peki, iş şiirden siyasete dönüştüğünde ne oluyor?.. Başbakan eline verilen her metni, üstünde hiç düşünmeden mi yineliyor?..
Eğer böyleyse yandık...
Çünkü bu metinlerin kimler tarafından, nerelerde, hangi esin perisinin telkiniyle yazıldığını kestirmek çok güç değil...
GLOBALPOLİTİKÜLTÜR
ERGİN YILDIZOĞLU
‘Bırakınız Yapsınlar Bırakınız Geçsinler’ Ya Sonra?
Yirmi beş yıldır, insana son derecede uzak, acımasız ve bir o kadar da saçma bir ekonomik teoriyle “yönetiliyoruz”. Ufak bir azınlık, bu dönemde büyük servetler yaptı. Geri kalan “büyük insanlık” durumunu koruyabildiyse kendini şanslı saydı. Şimdi, 80 yılın en derin mali krizi, en derin resesyonu, belki de depresyonu, kapımıza dayandı. Ama birileri hâlâ eski anlayışlarda ısrarlı, şimdi tükenmiş olan modeli bir biçimde kurtarmanın yollarını arıyorlar. Israr ettikçe modelin saçmalığı, daha da belirginleşiyor.
Anna Scwartz’ın saçmalıkları
Friedman öldü, ama çalışma arkadaşı Schwartz (92) hâlâ yaşıyor. Wall Street Journal kendisiyle bir söyleşi yapmış, halen yaşamakta olduğumuz kriz ve Fed Başkanı Bernanke’yle Hazine Bakanı Paulson’un politikaları üzerine. Schwartz, Paulson ve Bernanke’nin “kurtarma paketinden” hoşnut değil. Yanlış yaptıklarını düşünüyor. Ona göre kriz, ancak güvenin restore edilmesiyle çözülebilirmiş; batık bankaları kurtararak, devletleştirerek değil, kapatarak. Schwatrz’a göre “Kötü kararlarınız cezalandırıldığında, iyi kararlar sizi zengin ettiğinde her şey daha iyi işliyor”. Diğer bir deyişle, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler, kötü karar verirlerse bırakınız batsınlar.”
Belli ki Schwartz, yalnızca, piyasanın bir toplumun içinde var olduğunu unutmakla kalmamış, aynı zamanda, kafasında serbest piyasaya kadiri mutlak, mükemmel ve ilahi bir anlam yüklemiş. Hamas lideri Haniya da geçen hafta Gazze’de yaptığı bir konuşmada, tanrının mali krizi Batılıları cezalandırmak için gönderdiğini (Le Monde, 18/10) söylüyordu. Yanlış kararları (günahları) birinde piyasa cezalandırıyor, diğerinde tanrı.
Schwartz’ın, piyasadan, adeta iradesi olan bir özne gibi söz edişi de Haniya’nın mantığına ne kadar yakın olduğunu gösteriyor. “Eğer ilkeleriniz varsa, ne yaptığınızı biliyorsanız, piyasa size cevap verir”… “Piyasa, yönetim kademesindeki, ne yaptığını bilen insanlara saygı duyar. Akılsızca yatırım yapmış firmalara karşı katı tutumunuzdan dolayı piyasa sizi suçlamaz”… FED başkanı Greenspan’ın hatalı yaklaşımını özetlerken: “piyasalar çok hoşnutsuz olurdu” (vurgular bana ait). Bir tarafta biz zavallı insanlar, diğer tarafta, mutlak bir mükemmellik olarak piyasa: Kurallarına uymayanları cezalandıran bir irade… Bu yüzden ya bırakacağız, günahkârlar batacak. Ya da onları kurtarmaya çalışırsak, piyasa bizi toptan cezalandıracak. Sizi bilmem ama bu noktada, benim aklıma Sodom ve Gomora geliyor. Bir an bu teleolojik dünyayı terk ederek yeryüzüne inersek, Schwartz’ın modeli, bilginin piyasada (neyse bu) herkese eşit dağıldığını, herkesin bu bilgiler ışığında kararlarını, bilerek aldığı varsayımına dayanıyor. Diğer bir deyişle bir başka fanteziye…
Piyasa ve toplum
Bu noktada Polanyi’nin “ikili hareket” (double movement) kavramı yeryüzüne inmemize yardımcı olabilir. İki dünya savaşının ve büyük depresyonun yıkıntıları üzerinde ürettiği çalışmasında (Büyük Dönüşüm) Polanyi, 19. yüzyılın ortalarında, kendi kendini düzenleyen piyasa kurumunu toprağı, emeği ve parayı metalaştırma hareketi olarak betimliyordu. Korumacılığı da bu toplumsal varlıkları düzenleme çabası. 20. yüzyılda bu ikili hareket, “refah devleti” yardımıyla piyasayı toplumun içine gömme hareketi olarak kendini gösterdi. Polanyi piyasa düzenlenmezse kendini çevreleyen toplumu ve doğayı yok eder diyordu.
Marx kapitalizmin krizini, yalnızca yok oluş olasılığının ortaya çıktığı an değil, aynı zamanda sermayenin yenilenme, temizlenme süreci olarak görür (Kapital, Cilt I, sf. 625; Cilt III, sf. 249). Bu süreçte, verimsiz yapılar, fazla kapasite, fazla mallar ve fazla iş gücü tasfiye (devalüe) olur. Sermaye daha da merkezileşir, emek süreçleri yeniden düzenlenir. Ama, bu maddi ve manevi anlamda çok sancılı bir yenilenmedir. İnsanlar buna katlanmak istemezler, devlet yoluyla korunmak isterler. Polanyi’nin değindiği “ikili hareketinin” temelinde istek bu var.
Tam bu noktada kapitalizmin çok önemli bir özelliğini anımsamakta yarar var. Sermayenin yenilenme sürecinde, kendilerini korumak isteyen “insanlar” çeşitli sınıflardan oluşurlar. Bunlardan ekonomik ve siyasi olarak ayrıcalıklı noktalardakiler, devleti kullanarak bu ayrıcalıklarını korumak amacıyla “yenilenmenin” maliyetini tüm toplumun üzerine yıkmaya çalışırlar; en azından sosyal demokrat, halkçı bir siyasi oluşum yoksa sonunda başarılı da olurlar.
Bu noktaya kadar, ulus devlet düzeyinde düşündüğümüz bu resim, emperyalist ilişkilerin egemen olduğu uluslararası düzeyi de göz önüne aldığımızda daha da karmaşıklaşır.
Ama yeniden vurgularsak, “kriz bir yenilenme anıdır”, ama salt sermaye için değil, toplum ve sınıflar arası ilişkiler açısından da…
erginy@tr.net
http://erginyildizoglu.blogspot.com
DIŞİŞLERİ BAKANI BABACAN
‘Sessiz diplomasi yürütüyoruz’
ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - Dışişleri Bakanı Ali Babacan Türkiye’nin artık Kuzey Irak’taki bölgesel yönetimle direkt diyaloğa geçtiğini belirterek “Yoğun ama sessiz diplomasi yapacağız. Her seviyede görüşme olacak. İlişkilerin gidişatı onların yaptıklarına bağlı” dedi. Babacan, dün NTV’ye son gelişmeleri değerlendirdi. Babacan, Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’nin geçici üyeliğine seçilmesi konusunda “Üye olmadan 1,5 aylık izleme süreci olacak, güvenlik konuları, küresel ısınma gibi konuları takip edeceğiz. 1 Ocak’ta üyeliğimiz başlıyor. Bu gerçekten Türkiye’yi küresel sorunlarla bizzat ilgilenen ülke konumuna getirecek” dedi.
Babacan, ABD’de demokrat başkan adayı Obama’nın Kıbrıs’ta Türkiye’nin işgalci olduğu yönündeki sözlerine ilişkin de “Daha önce de yaşadık. Seçime giden bir ülkede seçim kampanyasında yapılan beyanlarla işbaşındaki tutum arasında farklılıklar olur. Yeni başkan kim olursa olsun Türk-ABD ilişkleri için çalışacağız” diye konuştu. Babacan, PKK’yi yalnız bıraktırma politikasında geriye kalan unsurun kuzeydeki yönetim olduğunu belirterek, son dönemde buradan alınan sinyallerin aslında bunlardan çok da memnun olmadıkları ve bir şeyler yapabilecekleri yönünde olduğunu, bu mesajları değerlendirdiklerini, arazide çok somut bir adımın ise henüz görülmediğini bildirdi.
TERÖRLE MÜCADELEDE DİPLOMASİ
Ankara yeni arayış içerisinde
BAHADIR SELİM DİLEK
ANKARA - PKK’nin Aktütün sınır karakoluna yaptığı saldırı sonrasında terörle mücadelede diplomatik çabaları öne çıkaran Ankara, Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin üçlü mekanizma önerisini değerlendirmeye alıp bu mekanizmaya bölgesel Kürt yönetiminin eklemlenmesi formülünü geliştirdi. Üç artı bir olarak öngörülen yeni yapının temel amacı ise terörle mücadelede askeri koordinasyonun sağlanması ve istihbarat paylaşımı olarak belirlendi. Edinilen bilgilere göre söz konusu mekanizmanın terörle mücadelede görüş alışverişinden çok, alandaki uygulamaların hızlandırılması ve etkinliğinin arttırılması yönünde bir işlevinin bulunması öngörüldü.
ABD ile halen sürmekte olan istihbarat paylaşımının bu mekanizma ile güçlendirilmesi söz konusu olacak. Türkiye’nin Irak Özel Temsilcisi Murat Özçelik’in 14 Ekim’de Bağdat’ta yaptığı temaslar sırasında bu formulün ayrıntıları bölgesel Kürt yönetimi lideri Mesut Barzani’ye anlatılarak Barzani’nin bu mekanizma içinde nasıl ve hangi koşullarda yer alması gerektiği üzerinde duruldu. Barzani’ye, “Terörle mücadelede ortak çalışma yaparsak, bu diğer alanlarda da işbirliğinin önünü açacaktır” mesajı verildi. Ankara’nın aynı çerçevede kısa bir süre içinde ABD ile de temasa geçeceği öğrenildi. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Dan Fried de dün Ankara’da temaslarda bulundu.
AİHM Türkiye’yi 13 davada haksız buldu
■ STRASBOURG (ANKA) – Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), sonuçlandırdığı 13 davada Türkiye’yi haksız bularak tazminat ve mahkeme masrafları olarak toplam 150 bin 248 Avro (yaklaşık 303 bin YTL) ödenmesine hükmetti. AİHM, işkence, ifade özgürlüğü, adil yargılama ve yaşam hakkı gibi konulara ilişkin çok sayıda davayı karara bağladı. AİHM’nin sonuçlandırdığı davalar arasında, 17 yaşında iken jandarma tarafından gözaltına alındıktan sonra kaybolan Deham Günay’a ilişkin dava da bulunuyor. Mahkeme, Günay’ın yakınlarında 60 bini tazminat olmak üzere, toplam 62 bin Avro’nun ödenmesini kararlaştırdı. Bu arada, Türkiye, cezaevindeki kötü muameleden dolayı, Gülbahar davasında toplam 38 bin, cezaevindeyken ölen Baybars Geren’in annesine de 14 bin Avro’yu ödeyecek. İfade özgürlüğünün ihlal edildiği gerekçesiyle Yeni Evrensel gazetesinin sahibi ve editörüne toplam 3 bin 998, işkence yapıldığı belirtilen KESK üyesi Erol Çağlayan’a da 6 bin 700 Avro’luk ödeme yapılacak.
Baykal, salona sığmadı denilen Ergenekon davasının asıl vicdana sığmadığını söyledi
‘Hukuk yargılanıyor’
© Ergenekon davasında yargılananın 86 sanık değil Türkiye’nin hukuk sistemi olduğunu belirten Baykal, ‘‘Hukuk sistemindeki zafiyetlerin bedelini oradaki insanlar ödüyor. Bu, büyük bir trajedidir. Ergenekon davası, Türkiye’yi çok ciddi bir iç sorgulamaya sürüklemelidir’’ dedi. Baykal, 1 Mayıs’ta emekçiye zorbalığın önünü açan Erdoğan’ın Diyarbakır’daki olaylar karşısında ‘kedi’ gibi olduğunu söyledi.
ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Ergenekon davasıyla ilgili olarak “Dava salona sığmamış. O dava hukuka, vicdana sığıyor mu? Salonun şartlarına göre dava şekillenir mi? Siyasetin şartlarına göre hukuk şekillenir mi? Ergenekon’da 86 sanık yargılanmıyor, yargılanan Türkiye’nin hukuk sistemidir” değerlendirmesini yaptı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır gezisi sırasında “bir ayaklanma provası, kalkışma” yaşandığını kaydeden Baykal, “1 Mayıs’ta meşru, sivil taleplere karşı zorbalık yapılacak, Diyarbakır’da kedi gibi olacaksın” dedi.
Baykal’ın grup toplantısında yaptığı değerlendirmeler özetle şöyle:
Vicdana sığmıyor: Bu davanın (Ergenekon davası) siyasi olduğunu en başından beri söyledik. Türkiye’ye onur kazandıran bir dava olmamıştır. İnsanlar bir yıldan fazla bir süre iddianameyi bilmeden tutuklu kalıyor, kasa olarak nitelendirilen kişi yaşamını yitiriyor, cenazesini Edirne Belediyemiz kaldırıyor. Birçok saygıdeğer insan ipe sapa gelmez iddialarla gözaltına alınıyor, bir kuvvet komutanı felç durumuna geliyor... İddianamede ne yok ki?... Her şey varsa, olması gereken yok demektir. Bağlantılar kurulmamış, iddialar birbiriyle irtibatlandırılmamış. Başbakan’dan ana muhalefet liderine kadar pek çok kişinin adı geçiyor. Ne varsa, koy gitsin. Birisi “toplayalım” diyecek, sonra insanları toplayıverecekler, hepsini aynı kefeye koyacaklar, hukuk da buna alet olacak. Kabul etmiyorum bunu. Ergenekon öyle büyükmüş gibi salona sığmamış... Siz bunu bırakın da; o dava hukuka, vicdana sığıyor mu? Yabancı basında “Da Vinci Şifresi” deniyor. Yani roman gibi, üstelik hayattan değil, efsaneden kaynaklanan bir roman.
Salona göre dava: Tutuklu sanıklarla tutuksuz sanıklar ayrılıyor... Biz hukuk fakültesinde yanlış şeyler mi öğrendik? Hukuk bir bütün değil mi? Dava, suçlama bir bütün değil mi? Sanıklar zaten birbirini tanımıyor, yer yer görmemişler bile... Salonun sartlarına göre dava şekillenir mi? Siyasetin şartlarına göre hukuk şekillenir mi? Bir büyük hukuk ve yargı krizi yaşanıyor. Ergenekon’da 86 sanık yargılanmıyor. Yargılanan Türkiye’nin hukuk, yargı sistemidir. Hukuk sistemindeki zafiyetlerin bedelini oradaki insanlar ödüyor. Bu, büyük bir trajedidir. Ergenekon davası, Türkiye’yi çok ciddi bir iç sorgulamaya sürüklemelidir. Umarım, mahkeme bu sorgulamayı yapar. Adaletin varlığını ortaya koyabilecek son şansın bu mahkeme olacağına inanıyorum.
Ayaklanma provası: Başbakan bir kentimize gidiyor, kepenkler kapalı, sokaklarda sadece çocuklar ve polisler var. Diyarbakır’da yaşanan bir ayaklanma provasıdır, bir kalkışmadır. Başbakan, tehditle kepenklerin indirildiğini söylüyor. Bu birikim, sen iş başındayken ortaya çıkmış. Bu olay bir kez daha ortaya koydu ki, terör bu iktidarın kolu kanadı altında serpilmiş, hayatın akışını kesintiye uğratma noktasına gelmiştir. Başbakan şikâyet etme değil, o tehdidi etkisiz kılacak bir kararlılığı sergileme noktasında olmalıdır. Bir yandan kanıyoruz, şehitler veriyoruz. Öte yandan Kuzey Irak’la ilişki kurun diye baskı yapanlar bizi ikna etme noktasına geliyor. Başbakan bu konularda Türkiye’de muhatap kabul etmiyor. İçine sindirebildiği tek muhatap Barzani. Biz, bu sınırı değiştirin, dedik. Sonra, K.Irak Genelkurmay Başkanı, sınırın değiştirilmesi konuşulabilir, dedi. Önerilerimizi Başbakan’ın dikkatine sunmak için K.Irak, Barzani üzerinden mi yapmamız gerekiyor? 1 Mayıs’ta İstanbul’da yaşanan manzarayı unutmadık. Sis bombaları atıldı, genç kızlar yerlerde tekmelendi. Devletin otoritesini Diyarbakır’da niye sağlayamıyorsunuz? 1 Mayıs’ta zorbalık yapılacak, Diyarbakır’da kedi gibi olacaksın.
Deniz Feneri: Başbakan, yolsuzluklara izin vermediklerini, karışanları ihraç ettiklerini söylüyor. Ali Dibo olayında adı geçen milletvekili ihraç edildi mi? Amasya, Balıkesir milletvekilleri yolsuzluktan şikâyet etmişti, ne oldu? Deniz Feneri’nde dut yemiş bülbül gibi. Her konuda aslan gibi kükreyeceksin, bu konuda süt dökmüş kedi gibi olacaksın...
29 DERNEK
Kadınlar ‘kota’ için Meclis’te
ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - İzmir Kadın Kuruluşları Birliği, siyasette kadının daha fazla temsilini sağlamak için siyasi partilerin “kota” uygulaması başlatmasına dönük yasa değişikliği için topladıkları 24 bin 159 imzalı dilekçeyi, TBMM Başkanvekili Güldal Mumcu’ya teslim etti.
29 kadın derneğinden oluşan İzmir Kadın Kuruluşları Birliği Başkanı Engin Demir başkanlığındaki heyet, dün TBMM Başkanvekili Güldal Mumcu’yu makamında ziyaret ederek, dilekçeleri ve dileklerini iletti. Demir, siyasi partiler ve seçim yasalarında gerekli değişikliklerin yapılması, bu değişikliklerin sözde kalmayıp, uygulanması için “cinsiyet kotası” uygulanmasını istedi. Demir, “Kadınların her alanda eşit biçimde söz sahibi olmaları, demokrasi ve laik cumhuriyetin de güvencesidir” dedi.
‘En az yüzde 35’
Kampanyayı İzmir’den başlattıklarını ifade eden Engin Demir, yaklaşmakta olan yerel seçimlerde daha fazla kadının ve kadın bakış açısını taşıyan erkeklerin, başkan adayı gösterilmesi gerektiğini söyledi. Demir, kadınlar için siyasi kota getirilmesini isteyerek, AB kritik eşiğinin yüzde 33 olduğunu, bunun en az yüzde 35 olması gerektiğini belirtti.
Mumcu: Eşitlik sağlanmalı
TBMM Başkanvekili Mumcu da dünyada ve Türkiye’de kadın-erkek nüfusunun eşit olduğuna işaret ederek, “Yüzde 33 azdır. Yaşamı ve dünyayı, eşit sayıda paylaşan kadın ve erkeğin, siyasette de eşit sayıda olmasından yanayım” dedi. Mumcu, imza kampanyasını desteklediğini, kampanyanın İzmir’den başlamasının ise onur kaynağı olduğunu belirterek, heyete “Sizleri de daha ileriki aşamalarda siyasette görmekten mutlu olacağım” dedi.
POLİTİKA GÜNLÜĞÜ
HİKMET ÇETİNKAYA
Yüzleşme...
Abdullah Öcalan’a İmralı’da kötü muamele yapıldığı savıyla Güneydoğu’da DTP milletvekillerinin önderliğinde yapılan eylemler bir hayli düşündürücü.
Doğubeyazıt’ta düzenlenen izinsiz gösterilerde bir kişi öldürülürken, İstanbul’da da PKK sempatizanları eylemler yaptı.
Önceki gün Başbakan Tayyip Bey Diyarbakır’daydı. Dükkânlar ve mağazalar kepenk indirdi, belediye hizmetleri durdu, otobüsler çalışmadı, çöpler toplanmadı.
Yıllardır merak ederim: Güneydoğu’da feodal baskıya, dinci kuşatmaya, Tunceli Ovacık’ta siyanürlü altıncılara karşı bir eylem neden yapılmaz? Ağa, şeyh, şıh baskısına karşı neden gösteri düzenlenmez?
Güneydoğu halkı salt “PKK-Devlet” arasında sıkışıp kalmamıştır...
Tarikat şeyhlerinin, şıhların, ağaların da baskısı altındadır...
Diyarbakır’dan Hakkâri’ye dek uzanan coğrafyada yoksulluk kol gezmiyor mu?
Geziyor!
Peki niçin bir tepki koymuyor DTP milletvekileri, yöneticileri ve belediye başkanları?
Nakşilerin, Fethullahçıların ekonomik sistemi ele geçirdikleri bölgede töre adı verilen o “çağdışı” cinayetler, on beş yaşındaki kızların dedeleri yaşındaki adamlarla evlendirilmesi hiç mi önemli değil DTP’lilerce?
AKP’nin Güneydoğu’da Nakşi ve Fethullahçıları yanına aldığı, Hizbullah adlı terör örgütünün “Menzil kanadı”yla ilişkisi olduğu kesin.
DTP bu nedenle panikledi...
Barzani’nin parasal gücü yerel seçimlerde AKP’ye büyük oranda oy getirecek, büyük olasılıkla “Diyarbakır kalesi” DTP’nin elinden alınacak.
***
DTP’nin Ankara’da yaptığı mitingi gazetelerden okudum...
Ne diyor DTP:
“Ne Ergenekon ne AKP, Çözüm Demokratik Cumhuriyet”
Benim bu sloganda kafama takılan soru şu:
“Demokratik Cumhuriyet ne anlama geliyor DTP’liler için?”
Hep bu sloganı atıyorlar, anadilde eğitimden söz edip, gündeme “genel af”ı getiriyorlar...
İşin özeti şu:
“Apo özgür bırakılsın, partinin başına geçsin!”
DTP önce Türkiye’nin partisi olmalı...
Aslında bu sorunun çözümü, ayakları yere basan bir sosyalist partinin, Türk-Kürt emekçilerinin birlikteliğinden geçer...
Etnik söylemlerle bir yere varılmaz!
Gelmiş geçmiş sağ iktidarlar Türkiye’de sosyalizmi “öcü” olarak gösterdi, sermaye-emek çelişkisini perdeledi.
Bugün demokrasiden, özgürlüklerden, insan haklarından söz eden tarikat şeyhleri, din bezirgânları yoksulluğa ve yolsuzluğa karşı çıkan yazarları, bilim insanlarını, sendikacıları, gençleri dün “Komünistler Moskova’ya” diye aşağılamıyorlar mıydı?
Yalanla, dolanla, Kenan Paşa’yla halkı kandıran dinciler ve faşistler, emeğe karşı patronların yanındaydı...
Yıllar yılları kovaladı...
Kurulu düzenin maskaraları iktidar oldu, kendi düzenlerini korumak için dini siyasette araç olarak kullandı.
Şimdi de Güneydoğu’da aynı tezgâh kuruluyor...
DTP bir türlü uyanamıyor. Etnik milliyetçilik solculuk olarak kullanılıyor.
***
2008 yılı yüzleşme zamanıdır ve bazı gerçeklerin açık bir biçimde tartışılması kaçınılmazdır.
PKK terör örgütünü örtülü ya da örtüsüz savunup kolaycılık yapmak siyaset etiğiyle bağdaşmaz.
Türk ve Kürt sosyalistlerinin, aydınlarının, yazarlarının, emekçilerinin oturup bir araya gelme zamanları çoktan geldi.
Sözüm DTP dışındaki kesime!
Sermaye-emek çelişkisini ortaya koymadan “Kürt sorunu” çözümlenemez!
2007 seçimlerinde Güneydoğu’da bağımsız olarak seçimlere giren, daha sonra DTP çatısı altında toplanan DTP milletvekillerine bir bakın, ne göreceksiniz?
Ya ağa çocuğu, ya şeyh ya şıh torunu...
AKP’ye bakın, aynı fotoğraf...
Geçmiş yıllarda CHP’ye, AP’ye, MHP’ye, DSP’ye ve MSP’ye bakın, aynı fotoğraf!
Yüzleşmeye var mısınız, yok musunuz?
hikmet.cetinkaya@cumhuriyet.com.tr
Faks numaramız: 0212 343 72 69
MUHALEFETTEKİ KENTLERİ ALMAK İÇİN ÇALIŞMALARA HEMEN BAŞLAMAK İSTİYOR
AKP’nin erken aday stratejisi
EMİNE KAPLAN
ANKARA - Yerel seçim hazırlıklarını erken başlatan AKP, İzmir, Diyarbakır, Çankaya ve Mersin gibi diğer partilerin elinde olan belediyeleri alabilmek için bu kentlerde adayları erken açıklamayı planlıyor. 1 Aralık’ta bu kentlerin adaylarının netleştirilmesi beklenirken; AKP bu yöntemle diğer partilerden önce adaylarla birlikte çalışmalara hız vererek avantaj sağlamayı hedefliyor. AKP yönetimi, mevcut belediye başkanları için ise kamuoyu yoklamalarıyla karne oluşturuyor.
AKP, yerel seçimler için parti takvimini büyük ölçüde netleştirdi. Buna göre, belediye başkanı aday adayları 1 Kasım’dan itibaren il başkanlıklarına başvuruda bulunabilecek. 15 günlük bir başvuru süresi öngörülürken, bu sürenin bitiminin ardından aday sayısına göre il ve ilçelerde kamuoyu anketleri yapılacak. Kamuoyu anketlerinden çıkacak sonuca göre Başbakan Tayyip Erdoğan, adayları kesinleştirecek. Parti yönetimi, AKP’nin elinde bulunan il ve ilçelerin adaylarını açıklamakta çok aceleci davranmayı düşünmüyor. Diğer partilerin elinde olan kentlerin adaylarının ise aralık ayı başında açıklanması bekleniyor.
Partili belediye başkanlarının yeniden aday gösterilip gösterilmeyeceği konusunda ise parti yönetiminin hazırladığı karneler etkili olacak. Adı yolsuzluk iddialarına karışmış olan belediye başkanlarının yeniden aday gösterilmeyeceği belirtiliyor.
Diyarbakır’a Kürt aday
AKP, Diyarbakır’a özel önem gösteriyor. Diyarbakır adayının Kürt kökenli olmasına ise kesin gözüyle bakılıyor. Diyarbakır için ilahiyatçı Nihat Hatipoğlu, İslamcı yazar Altan Tan, TİGEM Genel Müdürü Halis Bilden, eski milletvekili Haşim Haşimi, AKP’nin anayasa taslağını hazırlayan komisyon üyesi ve Dicle Üniversitesi rektör adayı Prof. Dr. Fazıl Hüsnü Erdem ile avukat Ömer Serdar Kaplan’ın isimleri geçiyor.
AVRUPA
GÜRAY ÖZ
Aşkın Durumların Şairi
Kalabalık bir gruptuk. Şairi ziyarete, ondan şiirlerini Cumhuriyet’te yayımlamak için izin istemeye gitmiştik.
Koltuğunda bir dev gibi oturuyordu.
Epeyce uzun kaldık orada, şairi dinledik.
Başımızda İlhan Abi vardı. Yazının ustası ile Türk şiirinin yaşayan ustası derin bir söyleşinin içinde aşkın bir durum yarattılar.
Biz dinledik.
Arada lafa karıştık mı hatırlamıyorum, karıştıksa da önemsizdir.
O söyleşinin metni Cumhuriyet’te yayımlandı.
***
Aksaray’daki kitabevinin vitrininde asılı KARŞI duvar gazetesini, burnumu cama dayayıp okuduğumda gençliğinin ilkbaharında bir delikanlıydım ben.
Hakkında dava açmış olan, şimdi kimsenin bilmediği bir savcıya seslendiği o unutulmaz şiir bugün Türk şiirinin en önemli, en derin, en aşkın şiirlerinden birisi olarak kâğıtlarda, belleklerde, insanlığın içinde, sokakta, günde, güncede tıpkı o günkü gibi öylece duruyor.
Geçen pazar günü yeri geldi, yeniden yayımladık onu.
Türkçenin bu aşkın şairi, onun şiirleri belleklerde duruyor, ama tüm belleklerde değil.
Okuduğu manzumeleri şiir zannedenlerin hafızaları derin şiire değil, basit manzumeye ayarlıdır. Ezber başka, şiir okumak başka.
Onlar unuturlar ve karıştırırlar.
Başbakan da karıştırdı. Başbakan’ın konuşmalarını hazırlayanlar herhalde şiiri, şairi, hele hele aşkın şiiri hiç bilmiyorlar.
Faruk Nafiz Çamlıbel’le Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı karıştırmışlar.
Hiç ilgileri yoktur.
Hiç benzemezler.
Hem zaten her şiir her okuyana yakışmaz.
Başbakan geçen günlerde beğenmediği birilerine “Komünistler gibi çamur atıyorlar” diye veryansın ediyordu. Sosyalistleri, komünistleri tanımadığından mı, işine öylesi geldiği için mi, işe yarar diye mi, “antikomünizm her zaman, her derde devadır” diye düşündüğünden mi bilmem.
Fazıl Hüsnü ise bize “Ben komünistim” demişti o unutulmaz söyleşide.
Gazetede duruyor, isteyen açıp bakabilir.
Öyle sıradan, herkesin olabileceği gibi değil, aşkın bir komünistti Fazıl Hüsnü Dağlarca.
Çağların ötesinden gelip çağların ötesine uzanan cinsinden.
***
Zaman geçiyor.
Fazıl Hüsnü de gitti.
Hiç kimseye, hiçbir şaire benzemezdi.
Şiirin sözcüklerle yazıldığını, ama sözcüklerin şairin kaleminde kendilerinden vazgeçebildiklerini, şaire tabi olduklarını da ondan öğrendim ben.
Harfin, hecenin, sözcüğün, sözün şairin aklına girip bambaşka bir şey olarak çıktığını gördüm.
Onun için o gün, “Bana bir sözcük verin, size bir şiir vereyim” demişti.
***
Ergenekon davası başladı. Fazıl Hüsnü yıllar önce “Savcıya” şiir yazmıştı. İlhan Abi de “savcıya” yazılar yazıyor. Biz şairi uğurladık. Davanın kaotik havasıyla meşgulüz hepimiz, ama o şiirler, o yazılar aşkındır. Öylece duracaklar.
Tıpkı o unutulmaz söyleşi gibi.
Türkçenin aşkın yazarı ile şairi söyleştiler, biz dinledik, zaman geçti. Sonra şair gitti.
Nereye gitti? Kimisi “gökyüzüne” der, ben “ıssız mavi bir karanlığa” derim, hepsi aynıdır.
Aynılıkları, aşkın olanın hiçbir yere gitmemesindendir.
İşte orda duruyorlar zaten...
e-posta: guray@cumhuriyet.com.tr
Eski özel harekâtçı, katıldığı televizyon programında ‘Terörle mücadelede bin kişiyi öldürmüş olabilirim’ dedi
Çarkın’dan katliam itirafı
© Susurluk sanıklarından Ayhan Çarkın, katıldığı televizyon programında ‘terörle mücadele’ kapsamında bin kişiyi öldürdüğünü söyledi. Çarkın, Susurluk kazasının Ergenekon’u aydınlatan bir ‘lamba’ olduğunu iddia ederek, “Kullanıldığımızı kazanın olduğu sırada fark ettik ama hep sustuk” dedi.
İstanbul Haber Servisi - Susurluk sanıklarından eski Özel Harekâtçı Ayhan Çarkın, Susurluk kazasının Ergenekon’u aydınlatan “lamba” olduğunu iddia ederek “Terörle mücadele sırasında bin kişi öldürmüş olabilirim” dedi. Çarkın, Abdullah Çatlı’nın da Ergenekon örgütü tarafından öldürüldüğünü iddia etti.
Star TV’de yayımlanan Arena programında Uğur Dündar’ın sorularını yanıtlayan Ayhan Çarkın, çarpıcı açıklamalarda bulundu. Uğur Dündar için de “ölüm emri” verildiğini, ancak Çatlı’nın buna karşı çıktığını açıklayan Çarkın, öldürdüğü kişilerin kimlikleri hakkında bilgi vermedi. Çarkın, “Dündar için de ölüm emri verildi. Ama Abdullah Çatlı, ‘Uğur Dündar vatanını sever’ diyerek bu suikasta karşı çıktı. Yani Dündar’ı Allah korudu. Suikast emrini veren de bir siyasetçiydi” diye konuştu. Çarkın, “Çatlı’nın sonunu Ergenekon mu hazırladı?” sorusuna da “Evet. Çatlı’nın mert bir insan olduğunu anladılar ve onu öldürdüler. Büyük bir açık yüreklilikle kullanıldığımızı da itiraf ediyorum. Kullanıldığımızı, kazanın olduğu sırada fark ettik ama hep sustuk” yanıtını verdi.
Özel Harekâtçı Çarkın, meslektaşlarına da “Gözlerini açsınlar ve Genelkurmay Başkanlığı’nın ve sivil unsurların dik duruşunu izlesinler. Türkiye Cumhuriyeti’ni savunacak zihniyetin karşılarında durduklarına inansınlar. Başkalarının sözlerine alet olmasınlar” uyarısında bulundu. Kullanıldıklarını çok geç “gördüklerini” anlatan Çarkın, “O zaman fark ettim. Kamyon çarptığı anda gördüm” dedi. Ergenekon örgütüne ilişkin de iddialarda bulunan Çarkın, PKK’nin de Ergenekon’un bir kolu olduğunu öne sürdü. Çarkın, kaçırılan ve öldürüldüğü öne sürülen MİT çalışan Tarık Ümit’in de halen yaşadığını söyledi.
Çarkın, öldürülen Susurluk davası hükümlülerinden Oğuz Yorulmaz’ın annesi Nurhan Yorulmaz’ın, oğlunun öldürülmeden önce kendisine söylediği “Yaklaşık 100 kişiyi öldürdüklerini itiraf ettiği” açıklamasını da doğruladı. Özel Harekât eski polisi Oğuz Yorulmaz’ın annesi Nurhan Yorulmaz bir süre önce benzer açıklamalarda bulunmuş, oğlu Oğuz Yorulmaz’ın devlet tarafından kullanıldığını söylemişti. Anne Yorulmaz, “Devlet tüm faili meçhul cinayetleri oğlum ve arkadaşlarına işletti. Ergenekon’da sadece paşalar değil siyasetçiler de var. Ben evladımı devlete memur verdim, çeteci vermedim. Ortalama 93-94 kişiyi öldürmüşler” demişti.
Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı, Çarkın’ın, “geçmişte terörle mücadele adı altında çok sayıda insanın öldürülmesine” ilişkin açıklamaları üzerine soruşturma başlattı. Programın bant kayıtlarının temin edilmesi amacıyla RTÜK’e yazı gönderildi. Bantların incelenmesi sonucunda, Çarkın ile Dündar’ın ifadelerine başvurulabileceği kaydedildi.
Yeni kurumsal yapılanmaya onay
MGK toplantısında güvenlik güçlerine haksız ithamların bölücü örgütün amaçlarına hizmet edeceği vurgulandı, PKK’nin ses getirecek eylem arayışında olduğu belirtildi
ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - Milli Güvenlik Kurulu, Terörle Mücadele Yüksek Kurulu’nda (TMYK) alınan terörle mücadelede eşgüdümü arttırmak amacıyla yeni kurumsal yapılanmaya gidilmesi kararını onayladı. MGK, güvenlik güçlerine haksız ithamların terör örgütünün amaçlarına hizmet edeceği vurguladı.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül başkanlığında Çankaya Köşkü’nde yapılan ekim ayı MGK’sinde güvenlik güçleri ve Dışişleri bürok-ratları terör örgütünün yurtiçi ve yurtdışı faaliyetleri, hedefleri ve gelişmeler konusunda güncellenmiş raporlarını sundular. Dışişleri bürokratları, özellikle PKK’nin Irak’ın kuzeyindeki durumunu kurula aktardı. Irak sınırındaki Aktütün Karakolu’na terörist saldırının gerçekleştirilmesinden bu yana hükümetin ilgili kurum temsilcileriyle iki kere yaptığı TMYK toplantılarından çıkan sonuçlar MGK’de de değerlendirildi. TMYK’de terörle mücadelede eşgüdümü sağlamak amacıyla yeni kurumsal yapılanma yönünde alınan kararı MGK onayladı. Toplantı sonrası yayımlanan bildiride ülke güvenliğini ilgilendiren iç ve dış gelişmelerin ele alındığı belirtilen bildiride şu değerlendirme yapıldı: “... (Bölücü terör) Tehdidin demokrasi ve hukukun üstünlüğü temelinde bertaraf edileceği ve terorizmle mücadelenin devletimizin tüm kurumlarının etkin işbirliğiyle her koşulda sürdürüleceği belirtilmiştir. Bu amaçla terörle mücadelede koordinasyonu güçlendirmek üzere yeni bir kurumsal yapılanmaya gidilmesi benimsenmiştir.”
MGK, Aktünün saldırısı sonrasında TSK’ye yönelik saldırıları da gündemine alarak görüştü. Konuya ilişkin bildiride şu ifadelere yer verildi:“Toplantıda, terörle büyük bir özveri ve başarıyla mücadele eden güvenlik güçlerimize yönelik haksız ithamların bölücü terör örgütü ve yandaşlarının amaçlarına hizmet ettiği hatırlatılarak, herkesin sorumluluk duygusuyla hareket etmesi gerektiği vurgulanmıştır.”
MGK’de, güvenlik birimlerince hazırlanan raporlarda PKK’nin özellikle Irak’ın kuzeyindeki operasyonlarda yaşadığı kayıpları örtmek için ses getirecek eylem arayışında olduğuna dikkat çekildi. Toplantıda dışişleri bürok-ratlarının Kuzey Irak’taki bölgesel yönetimle yapılan görüşmelere ilişkin sunum yaptığı ve Irak tarafından atılması istenen adımların yakından takip edilmesinin kararlaştırıldığı bildirildi.
DÜZ YAZI
ORHAN BİRGİT
Sorumlusu Adalet Bakanı’dır
İlk günkü salon karmaşası yüzünden Batılı basının da eleştiri konusu olan Ergenekon Davası’nın yarına ertelenen ikinci duruşmasında, sıkıntıyı azaltan önlemler alınmış olabilecek mi?
Karmaşanın asıl sorumlusu olması gereken kimse Adalet Bakanı’nın bu konudaki tepkisi ilginçtir. Sayın Mehmet Ali Şahin, “ilk duruşmada yaşanan sorunların ileriki günlerde aşılacağını” söyleyerek kılını bile kıpırdatmıyor.
Dahası topu, “Bir davanın nerede görüleceğine mahkeme heyeti karar verir” gerekçesi ile yargıçlara atıyor.
Davanın görüldüğü Ağır Ceza Mahkemesi’nin önündeki dosya, sadece iddianame ve sanık ifadeleri ile 2 bin 500 sayfayı buluyor. Duruşmaya hazırlanan hâkimlerden, tüm ayrıntıları ile bu dosyayı okumaları için zamanla yarışırken bir de duruşma salonu sorununu çözmelerini bekleyen Bakan Şahin, haksızlık bir yana, insafsızlık da ediyor.
Üstelik mahkemelerin ne bütçesi ne de lojistik önlemlerle uğraşacak personeli bile olmadığını unutmuş görünüyor.
Kargaşa, Batılı basının da gündemine yansıyınca, Bakan, dün alelacele, bir Müsteşar Yardımcısı ile Ceza İşleri Genel Müdürü’nü Silivri’ye göndereceğini açıklamak gereğini duyuyor. Hani, bu görev Mahkeme Başkanı’nındı?
İlk günkü duruşma ile ilgili haberi veren Hürriyet gazetesi, önceden hazırlanan 130 metrekarelik duruşma salonuna, herhalde gecekondu çağrışımı nedeniyle “Ergenekondu” adını vermiş. Silivri Cezaevi’ni yaptıran Adalet Bakanlığı’nın, 10 bin kişilik bir yerleşkeye, Batı’daki benzerleri gibi yargılama salonlarını da yakın bir mesafede ekleme isteğini anlayışla karşılamak olasıdır.
Gelin görün ki, Silivri’de ülkenin en büyük cezaevine bu amaçla ayrılan yer, baraka ya da gecekondu bozuntusu tek bir binadır. ABD ve çoğu Avrupa ülkelerinde, bu tür yargılama salonlarının tutukevleri ile yeraltı geçitleri şeklinde bağlantıları bulunuyor. Duruşmaların sağlıklı yapılabilmesi için her türlü önlem, Adalet Bakanlıkları tarafından önceden düşünülerek yerine getiriliyor. Görkemli olmalarına da ayrıca özen gösteriliyor.
Silivri’deki görüntünün, hele o karmaşanın, birbirini çiğnemek zorunda kalan sanık, avukat, gazeteci yığınının, salondaki ses düzeninin, yabancı basın ve televizyonlardaki yansımaları, altı yıllık AKP iktidarı için yüz karası olmuştur.
Çaresizlik içinde bir yargı heyeti
Pazartesi günkü ilk duruşmada, bu nedenle mahkeme heyetinin de çaresizlik içinde kaldığı açıktır. Öyle bir ortamda yeni bir salon arama amacıyla erteleme talepleri, zaten bir yılı aşkın bir süreden beri tutuklu bulunan sanıkların daha fazla mağdur olmaları ile sonuçlanabileceği için, dikkate alınmamıştır. Ancak duruşmaların bundan böyle, yasalara aykırı bulunmasa da tutuklu ve tutuksuz sanıkların “fiziki koşulların elvermeyişi” gerekçesi ile ayrı zamanlarda ve birbirlerinin gıyaplarında yargılanması için verilen ara kararın gölgesinde sürecek olmasının neden olabileceği sakıncanın altı şimdiden kalın çizgilerle çizilmelidir.
Adil yargılama hakkına aykırılık savları
Öyle bir ortamda, tutuklu sanık “a”nın, tutuksuz yargılanan “b” için yapabileceği suçlamalardan ilgilinin anında haberdar olamayacağı unutulmamalıdır. Bu ara karar, daha birinci günden yargının bütünlüğü ilkesinin Ergenekon duruşmalarında zedelemesine yol açmıştır. Dünkü gazetelerde ceza hukuku otoritelerinin adil yargılama hakkına aykırı olduğu yorumlarına da yol açan bu durum, davanın Yargıtay ve özellikle AİHM aşamalarını da etkileyebilir.
Vakit ayırabilirlerse, böylesine çetrefil ama önemli bir davayı sonuçlandırma sorumluluğunu yüklenen yargıç ve savcıların, daha ilk günkü duruşma için Batılı basında yapılan yorum ve yakıştırmaları dikkatle izlemelerinin, mesleki gelecekleri açısından da yararlı olacağını söylemek isterim.
Öncelikle politikacıların, daha açıkçası Adalet Bakanı’nın, kargaşa yaratan salon sıkıntısı için sorumluluk topunu pervasızca kendilerine attığına baksınlar. Daha sonra meslek yaşamlarında kilometre taşı olacak Ergenekon Davası ile hem adalet hem de politika tarihimizin sayfalarına taşınacaklarını unutmasınlar.
Pazar gecesi belki de onlar bir gün sonrasının omuzlarına yüklediği sorumluluk nedeniyle uykusuz kalırken Bakan Şahin, misafir Antalya Milletvekili kimliği ile Altın Portakal Festivali’nde ödül dağıtıyordu.
Faks: 0 216 302 82 08 obirgit@e-kolay.net
Ergenekon davasında tutuklu-tutuksuz ayrımı kararı hukukçular arasında tartışmaya yol açtı
‘AİHM’ye başvurulmalı’
© TBB Başkanı Özok, ‘Tutuklu 46 sanığın öncelikle sorgularının yapılıp daha sonra 40 tutuksuzun sorgusunu yapmak, adil yargılanma koşullarına aykırıdır’ dedi.
ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - Prof. Dr. Ülkü Azrak, Ergenekon davasında alınan tutuklu-tutuksuz ayrımı kararının Türkiye’de bir ilk olduğunu bildirirken adil yargılanma koşullarının ortadan kalktığı gerekçesiyle şimdiden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvurulabileceğini söyledi.
Ergenekon davasında mahkeme heyetinin tutukluların sorgusunu önce, tutuksuz sanıkların sorgusunu ise sonraya bırakması hukukçular arasında tartışmaya yol açtı.
Prof. Dr. Azrak, mahkemenin tutuklu-tutuksuz ayrımı yapma gerekçesine dayanak gösterdiği CMK’nin 252. maddesinin esprisinin başka olduğunu belirterek “O maddeye göre doğrudan ilgili olanlarla dolaylı ayrımı yapılabilir. Ama mahkeme bunun yerine tutuklu-tutuksuz ayrımı yaptı. Tutuklu olmayanların çıkarıldığı celsede belki kendileriyle ilgili sorunlar gündeme gelecek. Hemen cevaplandırması lazım” diye konuştu.
Prof. Dr. Ülkü Azrak, mahkeme heyetinin duruşma salonunun darlığı ve yaşanan kargaşa nedeniyle karar için müzakereye çekildiğini anımsatarak “Mahkeme başkanı kendisinin de sıkıntıda olduğunu söylüyor. Arka odaya geçildiğinde Adalet Bakanı’na sordular, ‘Acaba biz davaya devam edelim mi, başka salon bulur musunuz’ diye. Adalet Bakanı ‘Siz devam edin’ dedi, onlar da devam ediyor. Nereden baksanız her şeyiyle sakat” değerlendirmesini yaptı.
Prof. Dr. Azrak, Türkiye tarihinde hiçbir dönemde tutuklu-tutuksuz ayrımı yapılmadığını, büyük salonlarda yargılamaların yapıldığını söyledi.
Azrak, şu değerlendirmeyi yaptı:
“Soruna karşı pek çok çözüm bulunabilirdi. Soruşturma 1.5 yıldır sürüyor. Böyle bir şeyin günün birinde ortaya çıkacağını bilmiyorlar mıydı? Fütursuz insanlar bu işleri yürütenler. Davanın niye açıldığı ve nasıl sürdürüldüğü biliniyor. Başbakan’ın savcısı olduğu bir dava bu. Başbakan’ın söylediği, hayatımda duymadığım, dünyada da duyulabilecek bir söz değil. Daha ilk başta insanları gözaltına alırken yasaları ihlal ettiler. AİHM’nin önüne gittiği zaman dava, Türkiye mahkûm olacaktır. Gözaltına alınma nedeni kişilerin yüzlerine söylenmedi. Anayasada açık hüküm var, neyle suçlandığının söylenmesi gerekiyor. Avukatların yargılamanın yasaya aykırı sürdürüldüğü gerekçesiyle şimdiden AİHM’ye başvurması bence mümkündür. ”
Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı Özdemir Özok da, “Fiili bir durum var. Yargılama bir bütündür. 86 sanıklı bir yargılamada tutuklu 46 sanığın öncelikle sorgularının yapılıp daha sonra 40 tutuksuzun sorgusunu yapmak, benim kanımca adil yargılanma koşullarına aykırıdır” dedi. Yargılamanın bir bütün olduğuna işaret eden Özok, şöyle devam etti:
“Tutuklu, tutuksuz ayrımı kişinin savunma hakkını zedeler. Aleniyet koşuları ihlal edilmiş oluyor. Şu anda tutuklu olanların sorgusunun yapıldığı aşamada tutuksuz olup çok ağır örneğin 3-4 kez müebbet hapis istenen kişiler hakkında hayati açıklama yapabilirler. Çok önemli isnatlarda bulunabilirler. Bütün bunların mutlaka yüz yüze ve aleniyete uygun biçimde yapılması yani yargılamanın bütünlüğü içerisinde bütün sanıkların sorgulamalarının tüm detaylarının sıcağı sıcağına izlemesi ve kendisiyle ilgili bölüme müdahale etmesi, zapta geçirtmesi heyete iletmek bakımından soru sorma olanağını kısıtlıyor. Tutuksuz sanıklar zabıtları, ara kararları inceleyibilir. Ama yargılama sırasındaki müdahale son derece önemlidir.”
Dinci basın dışındaki gazeteler aksaklıkları gündeme getirdi
‘Adil yargılama ihlal edildi’
İstanbul Haber Servisi - Dinci basın ve hükümet destekçisi medya dışındaki tüm gazeteler Ergenekon davasının ilk duruşmasında yaşanan aksaklıkları eleştirel bir dille manşetlerine taşıdı. Gazeteler sanıkların adil yargılanma haklarının ihlal edildiği ortak görüşünü birinci sayfalarından yansıttı; haberlerinde mahkeme salonunun yetersizliğini öne çıkardı. Dinci Anadolu’da Vakit gazetesi ise yine provokasyonlarına devam ederek CHP ve İP’e saldırmayı tercih etti. Gazete, “Çete hâlâ kaos peşinde” manşetinde, “Yasadışı sol örgütlerin yargı ve medyaya yönelik taciz ve baskılarına İP ve CHP’nin de destek vermesi dikkat çekti. Kaos peşinde koşan çete mensupları, duruşmaya sopa ve demir çubuklarla geldi, sloganlar attı” sözlerine yer verdi.
Hürriyet gazetesi, duruşma salonunu “gecekondu” benzetmesi ile manşetten verdi, tutuklu ve tutuksuz sanıkların ayrı ayrı yargılanmasının adil yargılama koşullarını sağlamayacağı görüşünü vurguladı.
Milliyet gazetesi de salonun yargılama için uygun olmamasını manşetine taşıdı. “Kargaşayla başladı” manşetiyle çıkan gazete “Kaos yaratmakla suçlanan Ergenekon’un ilk duruşmasında büyük kaos vardı” altbaşlığını kullandı.
Radikal gazetesi de, fiziki şartların yetersizliğine dikkat çekerek “panayır yeri” benzetmesi yaptı.
Taraf gazetesi “Babalarının katillerinin peşinde” başlığıyla sürmanşetten duyurduğu haberinde, Ergenekon örgütüyle bağlantısı olduğu iddia edilen Danıştay saldırısında hayatını kaybeden Danıştay 2’nci Dairesi Üyesi Mustafa Yücel Özbilgin’in oğulları Serkan ve Gökhan Özbilgin’in de duruşmayı izlediğine dikkat çekti.
Akşam gazetesi, duruşma salonunda yaşanan izdihama dikkat çekerek davayı “İlk gün fiyaskosu” başlığıyla okuyucularına duyurdu.
DAVAYA AİHM YORUMU
Ergenekon’da en başta hata yapıldı
İLHAN TAŞCI
ANKARA - Ergenekon davasının görülmesi için mahkeme salonunun tercih edilmesiyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) adil yargılanma ilkesine bakışına karşı ihlalin en başta yapıldığı ortaya çıktı. AİHM gö-rüştüğü bir davada, “duruşmanın halkın kolayca ulaşamayacağı hapishane gibi bir yerde yapılmasının duruşmanın kamusal niteliğine engel teşkil edeceğini” vurguladı.
Avusturya vatandaşı Oliver Reipan ülkesinden davacı oldu. Reipan duruşmasının cezaevinde yapılması nedeniyle “adil yargılanma hakkı”nın ihlal edildiğini savladı. AİHM kararında, demokratik toplumların temel prensiplerinden birisinin adil yargılanma hakkı olduğu vurgulandı.
Bir duruşmanın açık ve aleniyetinden bahsetmek için söz konusu duruşmanın tarihi, saati, yeri konusunda kamuya bilgi verilmesi gerektiğine işaret edildi.
GENİŞ AÇI
HİKMET BİLA
Bir ‘Belgeselci’nin
Çanakkale Yalanları
Geçen hafta sonu, Habertürk televizyonunda Balçiçek Pamir, ‘belgeselci’ Tolga Örnek ile bir söyleşi yapmış. Ben seyretmedim; ama gazetelerde ve Habertürk’ün internet sitesinde okudum (18 Ekim 2008).
Gerçekten ilginç ve ibretlik bir söyleşi. Tolga Örnek’in daha önce yaptığı Gelibolu ‘belgesel’inde Atatürk’e yeteri kadar yer verilmediği şeklindeki eleştirileri hatırlatan Balçiçek Pamir soruyor:
“Niye böyle eleştiriler gelir? Çok mu Atatürk görmek istiyoruz?”
Tolga Örnek yanıtlıyor: “Mustafa Kemal’e soruyorlar, 18 Mart’taki şeyini…18 Mart’ta benim hiçbir fonksiyonum olmadı diyor. Ben karargâhımda oturuyordum diyor. O tabyaların savaşıydı diyor.”
Balçiçek Pamir’in tepkisi: “Hiç bilmiyordum.”
Tolga Örnek devam ediyor: “Bizde anlatırken sanki 18 Mart’a Atatürk komuta etmiş gibi… O kadar yanlış bilgiler yerleşmiş ki bizde, Atatürk sanki Arıburnu cephesinde Seddülbahir’de de varmış gibi anlatılıyor.”
Bu satırları tırnak içinde Habertürk’ün sitesinden aldım. Aldım da, neresinden tutup düzelteceğimi doğrusu bilemedim.
***
18 Mart deniz savaşları sırasında Atatürk karargâhında oturmamıştır ve hiçbir zaman da “Karargâhımda oturuyordum” dememiştir. Ne demiştir? Şunu demiştir:
“18 Mart 1915 sabahı karargâhım olan Eceabat’a gelmiş bulunan Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Paşa ile birlikte, kendilerine Seddülbahir kıyı bölgesini korumak için almış bulunduğum tertipleri ve tedbirleri arazi üzerinde göstermek amacıyla Kirte’ye hareket ettik. Oraya varışımızda, açıklama ve ayrıntıları ilgili belgelerde bulunduğu üzere, düşman donanmasının yaklaşıp bombardımana başladığını gördük ve düşman donanmasının Kirte ve Alçıtepe’ye yaptığı ateşlerin altında kaldık.”
Demek ki Mustafa Kemal, o sırada karargâhında oturmuyormuş, Kirte (Alçıtepe) yakınlarında sağına soluna bombalar düşerken savunma önlemleri alıyormuş.
Yarbay Mustafa Kemal, 18 Mart saldırısı sırasında Gelibolu Yarımadası kıyılarının kara savunmasıyla görevliydi. Genelkurmay’a verdiği raporlarda da 18 Mart için “Bu tamamen bir deniz harekâtıdır. Kıyı savunması Cevat Paşa’nın emri altındaydı. Benim bu harekâtla ilgim dolayısıyladır” demiştir. Bu raporlar yayımlanmıştır. Şu anda herhangi bir kitapçıda bulunabilir. Bütün bu alıntılar, Ruşen Eşref Ünaydın’ın Mustafa Kemal’le 1918’de yaptığı, Çanakkale’nin üçüncü yıldönümü nedeniyle Yeni Mecmua’nın Olağanüstü Sayısı’nda yayımlanan söyleşisinde de vardır. Tam 90 yıl önce… 90 yıl önce tarihe kaydedilen ve bugüne kadar daha birçok kayıtta belgelenen bir gerçeği, 90 yıl sonra tersine çevirmeye çalışırken insanın biraz yüzünün kızarması gerekir. Üstelik belgeselci geçiniyorsa kıpkırmızı kesilmesi gerekir.
18 Mart’a Atatürk’ün komuta ettiğini Tolga Örnek’e hangi ciddi kaynak ‘anlatmış’ bilmiyorum ama, deniz savaşlarını eski Deniz Kuvvetleri Komutanı olan babası Sayın Oramiral Özden Örnek’e sorsaydı, doğruyu öğrenebilirdi.
Balçiçek Pamir’e de bir soru: Söyleşi sırasında hayretler içinde “Hiç bilmiyordum” diyorsunuz. Affedersiniz, neyi bilmiyordunuz? Ya da… Şimdi öğrendiniz mi?
hikmet.bila@ntv.com.tr
CHP’DEN YENİ ÖNERGE
Almanya Deniz Feneri’ne yakın takip
Haber Merkezi - CHP Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu, Deniz Feneri Derneği ile AKP arasındaki yeni bir “bağlantı” iddiasını soru önergesiyle Meclis gündemine taşıdı. Alman Sol Parti Federal Meclis (Bundestag) Grubu da Almanya’daki Deniz Feneri derneğiyle ilgili olarak hükümete bir soru önergesi sundu.
Kılıçdaroğlu, Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından yanıtlanması istemiyle TBMM Başkanlığı’na verdiği soru önergesinde, İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın Zekeriya Karaman’ın yönetim kurulu başkanı olduğu dönemde, Almanya’daki yurttaşlardan toplanan paraların aktarıldığı Kanal 7’ye danışmanlık yapıp yapmadığı konusunda bilgi istedi. Atalay’ın, İstanbul Ticaret Odası kayıtlarına göre, RTÜK Başkanı Zahid Akman ve Kanal 7 Yönetim Kurulu Başkanı Karaman’la birlikte, 5 Ocak 1999’da, “Nehir Medya Yayıncılık Filmcilik Tanıtım Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi”ni kurduğunu belirten Kılıçdaroğlu, “Almanya’daki Deniz Feneri davasında yargıcın, Karaman ve Akman’ı Deniz Feneri e.V. yolsuzluğuna karışmakla suçladığına ve bu kişileri yolsuzluğun Türkiye’deki asıl failleri olarak gösterdiğine” dikkat çekti. Kılıçdaroğlu, Erdoğan’a “Bu şahıslarla ilgili Emniyet Genel Müdürlüğü’nün yürüteceği soruşturmalarda objektif olabileceğine inanıyor musunuz?” sorusunu yöneltti.
Almanya’da da hükümete soru
Alman Sol Parti Federal Meclis (Bundestag) Grubu, Almanya’daki Deniz Feneri derneğiyle ilgili olarak hükümete soru önergesi sundu. Önergede, “Yöneticileri 18 milyon Avro’dan fazla bir miktarı zimmetine geçirmek ve bu paralardan AKP’ye yakın çevrelere dağıtmakla suçlanan Deniz Feneri gibi derneklere karşı Alman hükümetinin önlemler almayı planlayıp planlamadığı” soruldu. Alman hükümetinin, bu tür yardım kuruluşlarıyla “İslami holdingler” arasında bir ilişkinin olduğuna dair bilgisi olup olmadığının da sorulduğu önergede, Erdoğan’ın, Deniz Feneri davasında derneğin eski yöneticileriyle ilgili olarak Almanya büyükelçisiyle görüşüp görüşmediği şeklinde bir soru da yöneltildi.
24 ülke arasında gelir dağılımının en adaletsiz olduğu ikinci ülkeyiz
Adil gelirde Türkiye dipte
© Son OECD raporuna göre, OECD ülkeleri genelinde en zengin yüzde 10’luk kesim en yoksul yüzde 10’un 9 katı kadar gelir sağladı ve Türkiye zengin ve yoksullar arasındaki gelir farkıyla zirveyi zorladı.
Ekonomi Servisi - Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD) son raporuna göre, Türkiye gelir dağılımı adaletsizliğinde zirveyi zorladı. OECD’nin 24 ülkeyi kapsayan “Eşitsiz Büyüme” raporuna göre, 24 ülke arasında Türkiye, zengin ve yoksullar arasındaki uçurumun en çok arttığı ülkeler liginde Mekska’dan sonra ikinci sıraya oturdu. Danimarka gelir dağılımı açısından en adil ülke olarak gösterilirken, bu ülkenin ardından İsveç, Lüksemburg ve Avusturya geliyor.
Son 20 yılda OECD ülkelerinin dörtte üçünde zengin ve ve yoksul kesim arasındaki farkın büyüdüğü belirtilirken ekonomik büyüme yoksuldan çok zenginlere yaradı. OECD genelinde en zengin yüzde 10’luk kesimin geliri en yoksul yüzde 10’unun 9 katı düzeyinde.
Büyüme tahminleri düşüyor
Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) Küresel Görünüm Raporuna göre ise 2007’de yüzde 2 büyüyen ABD ekonomisinin büyümesi 2008’de yüzde 1.6 ve 2009’da yüzde 0.1 olacak. Raporda, ABD’de geçen yıl yüzde 2.9 olan enf-lasyonun, bu yıl yüzde 4.2’ye çıkacağı, gelecek yıl ise yüzde 1.8’e gerileyeceği tahmin ediliyor. ABD’de bu yıl yüzde 5.6 olması beklenen işsizlik oranının, 2009’da yüzde 6.9’a çıkması bekleniyor.
Avro bölgesi için de bu yıl yüzde 1.3 olan büyüme tahmini, gelecek yıl yüzde 0.2’ye düşüyor. 2008’de yüzde 7.6 olan işsizlik oranının da gelecek yıl yüzde 8.3’e çıkması öngörülüyor.
Yabancıyla birlikte yerli de dövize koştu, dolar kuru 1.60 YTL’ye kadar çıktı
En sert darbeyi YTL aldı
© Yabancıların gelişmekte olan ülkelerden çıkış telaşı en çok Türkiye’yi sarstı. 3 yabancı bankanın akşam saatlerinde yoğunlaşan alımlarıyla dolar 1.60 YTL’ye dayandı.
NECDET ÇALIŞKAN
Avrupa ve ABD piyasaları Fed’in destek paketlerine bir yenisini daha eklemesinin iyimserliğini yaşarken, yangın gelişmekte olan piyasalara sıçradı. Yabancı fonların çıkışlarıyla gelişmekte olan ülkelerin para birimleri değer kaybetti.
Yabancı bankaların son günlerdeki dolar alımlarını dengeleyen yerli bankaların da döviz piyasasında satıştan alıma geçmesi kuru bir günde yüzde 6 yükseltti. Serbest piyasada 1.56 YTL seviyesinden kapanan dolar kuru, piyasaların kapanış saatlerine yakın bankalararası piyasada artan alımlarla 1.5991 YTL’yi gördü. Yabancıların bono satıp, dolar alması da kurdaki yükselişte etkili oldu. Böylece dolar YTL karşısında son 3 yılın zirvesine çıktı.
Dolardaki iki günlük artış yüzde 8’yi bulurken, serbest piyasada Avro 2.09 YTL’ye yükseldi. Doların değer kazanmasında, bankaların fonlama ihtiyacı için dolara yönelmesi ve Fed dışındaki merkez bankalarının faiz indirmeye devam edeceği beklentisi de rol oynadı.
ABD Merkez Bankası (Fed) Başkanı Ben Bernanke’nin yatırım fonlarının elindeki hisse senetlerini alacağını açıklayarak yeni bir paketi desteklemesi, doların yükselmesinin fitili yaktı. Avro/dolar paritesi 1.31 ile son 1.5 yılın en düşük seviyesine geriledi.
İlk seansta yüzde 4.3 yükselen İMKB Ulusal 100 Endeksi, ikinci seansta artan satışlarla birlikte 40 puan düşüşle 26 bin 723 puandan kapandı. Faizler ise yüzde 21.90 ile son 3.5 ayın en yüksek noktasına çıktı. Avrupa borsaları kararsız bir seyir izlerken, ABD borsaları ise düşüşle açıldı. Arjantin’de hükümetin emeklilik fonlarını kamulaştıracağı yönündeki haberlerle Arjantin borsası yüzde 12’den fazla değer kaybetti.

BiLGi TOPLUMUNA DOGRU / ÖZLEM YÜZAK
İstanbul Barosu’nun Kadın Başkan Adayı...
Hukuka en çok ihtiyaç duyduğumuz dönemlerden birini yaşıyoruz. Ancak aynı dönem ne yazık ki insanların adalet duygusunun zedelendiği, yargının siyasi kamplaşmanın maşası gibi kullanılmaya çalışıldığı günler... 86 sanığın yargılandığı 2 bin 500 sayfa iddianameli ve asıl gündemin telefon konuşmaları ile dolu dosyalar arasında kaybolduğu bir Ergenekon davası; hâlâ dosyası Türkiye tarafından Alman hükümetinden istenememiş bir Deniz Feneri davası; suçu dergi dağıtmak olan ve Metris Cezaevi’nde işkenceden ölen Engin Çeber olayı, sürekli üstü kapatılmaya çalışılan Hrant Dink cinayeti davası; 30 yıldır sonuçlanamayan ve sonunda önceki gün zamanaşımı yüzünden düşürülen 16 Mart Katliamı’nın davası...
İşte tüm bunlar yüzünden bu pazar yapılacak olan İstanbul Barosu seçimleri daha bir önemli... “Daha adil bir yargı için yapılması gerekenler” listesi ise çok çok uzun... İstanbul Barosu dünyanın 3. büyük barosu. 24 bin avukat baroya kayıtlı. Baronun bu yıl bir kadın başkan adayı var: Avukat Mebuse Tekay. Güleryüzlü, şık ve güçlü...
Katılımcı Avukatlar’ın adayı olan Tekay, baronun 130 yıllık tarihinde beşinci kadın başkan adayı. Şayet Tekay diğer 5 adaydan daha fazla oy alıp seçilirse, İstanbul Barosu Başkanı ilk kez bir kadın olacak.
“Siyasetin gündemindeki ‘hukuksuzluk’ kötülüğü yüreklendiriyor” diyor Mebuse Tekay ve ekliyor:
“Türkiye’de iktidarlar uzun yıllardır güçlü bir yargı sistemi ve güçlü hukukçular istemediler. Yargıya ayrılan pay yüzde 1’in üstüne çıkmıyor. Bu payla yargı sorunlarının çözülmesi olanaksız. Hâkim ve savcı açığı var, avukatlar saatlerce duruşma kapılarında bekliyor, Yargıtay’da 10 binlerce bekleyen dosya var. Hükümet, açıkca Danıştay’ın yürütmeyi durdurma kararlarına uymuyor. Büyük bir direnç var.”
Mebuse Tekay’a aday olmaya nasıl karar verdiği sorusunu yöneltiyorum. Tekay “Ülkenin ve siyasetin gündeminde hukuk ve hukuksuzluk var. Hukuk, hayatın her alanını ilgilendiren önemli bir parçası. Hayatın üzerine hukukun ışığı da vurabilir, bizde olduğu gibi gölgesi de. Hukukta meydana gelen iyileşmeler bütün hayatımızı olumlu etkileyecektir. Hukuka en çok ihtiyaç duyduğumuz böyle bir dönemde İstanbul Barosu’nun sesinin hiç çıkmamasını içime sindiremediğim için çok güçlü bir ekiple birlikte adaylığımı koydum. Ne ülkede ne baroda bu duruma tesadüfen gelinmedi. Nedenleri biliyoruz. Sorun varsa çözümü de vardır...” diye anlatıyor.
Tekay’a göre İstanbul Barosu’nu güçlü bir kadro ile daha etkin çalışır hale getirmek şart. “Diğer barolarla güç birliği yapıp bir baskı grubu gibi çalışabiliriz” diyor. Katılımcı Avukatlar Grubu’nun oluşturduğu iki de Bilim Kurulu var. Biri Hukuk Bilimleri Kurulu, diğeri Toplum Bilimleri Kurulu. Tekay “Türkiye’de yargı hiçbir zaman bağımsız olmadı ama hiçbir zaman bu kadar bağımlı hale getirilme çabası da olmadı. YARSAV kapatılmak isteniyor, hükümet bütün yargıç ve savcıların üye olmak zorunda olduğu bir birlik kurmak girişiminde. İşte hem bilim kurulumuz hem izleme kurulları ile takipte olacağız. Hukuk temelli muhalefet de diyebiliriz yapmak istediğimize...” diyor. Yönetim kurulu adayları arasında Bahri Belen, Ergin Cinmen, Nihal Saban gibi isimler de bulunuyor.
8 ciltlik Bireysel ve Toplu İş Hukuku Çalışma Mevzuatı’nın 4 yazarından biri olan Mebuse Tekay, hukukçu kimliğinin ötesinde çok yönlü bir kişilik. Susurluk kazası sonrasında, ‘Aydınlık İçin 1 Dakika Karanlık’ eylemini başlatan beş kişilik ekibin bir üyesi. ‘Anayasamı İstiyorum’ kampanyasında sivil anayasa girişiminin koordinatörü; Deprem İçin Sivil Koordinasyon’un kurucuları ve yürütücülerinden biri. Barış Girişimi’nin ve “Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu”nun da bir üyesi...
Ayrıca “Annem gibi Olamadım” adlı bir öykü ve “Batı Doğu’dan Başlar” adlı bir gezi ve deneme kitabı da var.
ozlem.yuzak@cumhuriyet.com.tr
EKONOMİ POLİTİK
ERİNÇ YELDAN
Avrupa’da Bir Hayalet Dolaşıyor
“Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor -komünizm hayaleti. Yaşlı Avrupa’nın bütün devletleri (...) bu hayalete karşı kutsal bir sürgün avında el ele vermişlerdir”... Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından Komünistler Birliği’nin programı olarak kaleme alınan ve ilk baskısı Şubat 1848’de yapılan Komünist Partisi Manifestosu bu cümlelerle açılır. Ve şu cümlelerle devam eder: “...bu komünizm hayaleti masalına partinin kendisinin bir manifestosuyla karşılık vermesinin tam zamanıdır.”
Küresel krizin derinleşmesi ve sadece iktisadi bir olgu olmaktan çıkarak, neoliberal muhafazakâr ideolojinin tüm varsayım ve çıkarsamalarının da geçersizliğini ortaya dökmesiyle birlikte köktenci liberal çevreleri bir telaş sardı. “İdeolojilerin sonuna gelindiği” ve “piyasa serbestisinin tüm sorunlara çare veren, bir uygarlık projesi olduğu”na dair ezberletilmiş kalıplar artık bozulmuş durumdadır. Kapitalizmin sadece piyasaları değil, aynı zamanda ideolojisiyle birlikte bizzat kendisi sorgulanır hale gelmiştir.
Kısaca günümüzde bütün dünyada yeni bir hayalet dolaşmaktadır, Marx’ın hayaleti...
***
Gerçekten de orijinali sadece 23 sayfa olan Manifesto, kapitalizmin ve günümüz küreselleşmesinin en gerçekçi tahlillerinden birisini sunmakta ve kendisinden sonra gelen Marksist ekonomi politik öğretisinin de temellerini oluşturmaktadır. Örneğin Marx ve Engels, Manifesto’da kapitalizmin günümüz küreselleşmesine de ışık tutan şu satırları yazmaktaydı: “Burjuvazi üretim araçlarını, dolayısıyla üretim ilişkilerini ve bunlarla birlikte bütün toplumsal ilişkileri durmadan devrimcileştirmeksizin var olamaz. Üretimin durmadan altüst edilmesi, bütün toplumsal koşulların aralıksız sarsılışı ve bitmek bilmeyen bir belirsizlik ve çalkantı burjuva dönemini öteki bütün dönemlerden ayırt eder. (...) Ürünleri için durmadan genişleyen bir pazara gerek duyması burjuvaziyi yeryüzünün dört bir bucağına salar. Her yerde yuvalanmak, her yere yerleşmek, her yerle bağlantılar kurmak zorundadır burjuvazi. (...) Ulusal tek yanlılık ve dar kafalılık her geçen gün biraz daha olanaksızlaşmakta ve çeşitli ulusal ve yerel edebiyatlardan bir dünya edebiyatı doğmaktadır.” (*)
***
Marx’ın kriz kuramlarında ortak olan nokta, kârın öneminin ortaya konulması ve kârlılığı devam ettiren etkenin ne olduğu sorusuna yanıt aranıyor olmasıdır. Marx’ta kriz ekonomik bir teori, politik bir sorun olarak ele alınır. Bununla birlikte, Marx’ın analizinin en önemli özelliklerinden birisi, krizlerde parasal ve finansal dolaşımın etkisinin göz ardı edilmemiş olmasıdır. Örneğin Marx, Kapital’in III. cildinde parasal dolaşım süreçlerini ele almış ve kredi ve finansal kurumların reel süreçleri nasıl etkilediğini ortaya koymuştur. Marx’a göre kapitalist sistemin anarşik ve plansız doğası gereği gelecekteki fiyatları doğru hesaplamak genellikle mümkün olamaz ve parasal krizler finansal varlıkların fiyatının azalmasına ve borç alma güçlüklerine neden olur. Parasal krizlerin en önemli özelliği malın satılamaması değil, belli bir zaman diliminde satılamamasıdır.
Gene Manifesto’dan okuyalım: “Dönem dönem tekrarlanarak her seferinde bütün burjuva toplumunun varoluşunu daha da ürkütücü bir biçimde tehdit eden ticari bunalımlar sırasında yalnızca eldeki ürünlerin büyük bir bölümü değil, daha önce yaratılmış üretici güçlerin büyük bir bölümü de yok olur (...). Toplum ansızın geçici bir barbarlığa geri döner; sanki bir açlık, genel bir imha savaşı bütün geçim araçlarının kökünü kurutmuş, sanayi, ticaret yok edilmiştir; peki, neden böyle olur? Çünkü çok fazla uygarlık, çok fazla geçim aracı, çok fazla sanayi, çok fazla ticaret vardır.
Peki, burjuvazi bunalımların nasıl üstesinden gelir? Bir yandan yığınla üretici gücü zorla yok ederek; öte yandan da yeni pazarlar ele geçirerek ve eski pazarları daha da fazla sömürerek. Yani daha yaygın ve daha şiddetli bunalımların yolunu açarak ve bunalımları önleyebilecek araçları gittikçe azaltarak” (age., sf. 27).
***
Elbette 23 sayfalık küçücük bir kitapçıkta kapitalizmin bütün dönemeçlerinin ve küresel çaplı krizlerinin ayrıntılı analizinin bulunması beklenemez. Aksi takdirde Manifesto bilimsel bir belge olmaktan çıkarak, bir inanç öğretisi veya tartışılamaz kutsal bir metin haline dönüşürdü. Oysa, yaşayan bir düşünce sistemi olarak Marksizme yapılan katkılar tüm 20. yüzyıl boyunca süregelmiş ve kapitalizmin tekelci aşaması (Harry Magdoff, Paul Baran ve Paul Sweezy); finansallaşması (James Crotty, Prabhat Patnaik, Giovanni Arrighi ve Samir Amin); kalkınma ekonomisi (David Harvey, Immanuel Wallerstein, Dos Santos, Andre G. Frank) veya iktisat kuramı (Stephen Resnick ve Richard Wolf) gibi çeşitli alanları da içererek genişletilmiştir.
Marx’ın düşünce sistematiğini kabul etmeyenler veya Marx’ın ya da kendisinden sonra gelen Marksist sosyal bilimcilerin politik iktisat yazınına katkılarını yadsımaya çalışan çevreler her zaman var olmuştur. Bu kesimler 160 yılı aşkın süredir Marksist ekonomi politiğin katkılarını “eskilerden gelen hoş bir seda” olarak algılayarak, değersizleştirme gayreti içindedir. Bu çevrelere ilgili yanıtı gene Marx’ın kendisi, Dante’nin İlahi Komedya’sından aktardığı o ünlü dizeyle vermekteydi: segui il tuo corso, e lascia dir le genti. (**)
===============
(*) Komünist Manifesto ve Hakkında Yazılar, çevirenler Nail Satlıgan, Tektaş Ağaoğlu, Olcay Göçmen ve Şükrü Alpagut. İstanbul: Yordam Kitap. Sf.24-25.
(**) “Sen bildiğin yolda devam et, bırak diğerleri konuşsun.”
Şu anda otomotiv ve demir-çelikte hissedilen daralma bütün sektörleri etkileyecek
Kriz 2009’da vuracak
© İhracatçılar, özellikle gelecek yıl bütün sektörleri olumsuz etkilemesi beklenen krize karşı bir dizi önlem alınmasını önerdi.
Ekonomi Servisi - Dünyada yaşanan küresel krizin etkilerini azaltmak isteyen ihracatçılar önlem arayışında. Akdeniz İhracatçı Birlikleri (AKİB) Başkanlar Kurulu Başkanı Bülent Aymen, önlemler alınması yönünde çağrı yaparken Uludağ Taşıt Araçları ve Yan Sanayicileri İhracatçıları Birliği’nin (UTAYSİB) Başkanı Ferit Sünneli de önlemler paketini açıkladı. Pakette yer alan önerilerden bazıları şöyle:
* Hemen DTM ile çalışma komitesi oluşturulmalı. Yeni bir vergi politikası ile bitmiş araç ithalatı azaltılmalı ve iç piyasa canlandırılmalı. 2009’a özel, kamuya ait girdi maliyetlerinde yüzde 25’lik bir indirim sağlanmalı.
* Ar-Ge ve tasarım elemanı yetiştiren kuruluşlar, bu konularda yatırım yapan ve eleman istihdam eden sanayi kuruluşları hızla desteklenmeli.
* Bürokratik engeller ortadan kaldırılmalı. Yeni yatırım teşvik taslağı, endüstriyi harekete geçirecek ve yabancı sermayeyi ülkeye çekecek şekilde düzenlenmeli.





DEFNE GÖLGESİ
TURGAY FİŞEKÇİ
Filiz Ofluoğlu’nun Anıları
Anı yazmak, bizde yaygın bir gelenek değildi ama sanırım bu alışkanlık değişiyor. Anı yazanlar, anı kitapları yayımlayan yayınevleri ve bu kitapları okuyanlar giderek artıyor.
Edebiyatımızın unutulmaz yapıtları arasında anı kitapları önemli yer tutar. Benim bu türe ilgim, Melih Cevdet Anday’ın Akan Zaman, Duran Zaman (Adam Yayınları, 1984) adlı anılarının daha kitaplaşmadan, gazetemizde tefrika edildiği günlerde başladı.
Anı türünün, kişisel, tarihsel, kültürel ya da siyasal olaylara doğrudan tanıklıklar ve yorumlar getirmesi yanında, başka kaynaklarda rastlanmayacak bilgilerle dolu olması da bu türde yazılan kitaplara benzersiz bir zenginlik katıyor.
Yakın yılları düşündüğümde Güzin Dino’nun, Vedat Günyol’un, Fethi Naci’nin, Memet Fuat’ın anı kitaplarını, edebiyatın öteki türlerinde bulamadığım bir coşkuyla okuduğumu hatırlıyorum.
Muhsin Ertuğrul’dan başlayarak Mücap Ofluoğlu, Macide Tanır, Gülriz Sururi, Haldun Dormen, Ülkü Tamer de çağdaş tiyatromuzun nice zenginliğini yansıtan anı kitapları yayımladılar.
Sinemacılar, ressamlar, müzikçiler arasında ise bu alana henüz pek ilgi görülmüyor.
***
Filiz Ofluoğlu’nun İki Dünya (Cumhuriyet Kitapları) adlı anılarını okuduğumda da, bilmediğim, benzersiz bir dünya ile karşılaştım.
Filiz Ofluoğlu, “Cumhuriyet kuşağı” denilen insanlardan. Kurtuluş Savaşı’nda güney cephesinde Fransızlara karşı savaşmış bir babanın kızı. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında aydın bir anne-babanın çocuğu olarak son derece özgür, kişilikli bir birey olarak yetişiyor. Gittiği okullarda, seçtiği işlerde kendi kişiliği belirleyici rol oynuyor. Serüven dolu hayatı, bir yanıyla sanat ve edebiyat dünyası, öte yanıyla da büyük iş çevreleri arasında geçiyor.
Üstelik durağan değil, gezgin bir hayat Ofluoğlu’nunki. Sık sık farklı ülkelerde, farklı kentlerde buluyor kendini. Oranın insanları, yaşam dokusu ile içlidışlı olmayı başarıyor.
Sonuçta, Yeşilköy’de sinarit avına çıktığı balıkçı Hüseyin Ağa’dan Amerikan üniversitelerindeki hocalara, Vehbi Koç’tan Pablo Casals’ın Birleşmiş Milletler binasında verdiği konsere dek çok farklı hayatlardan izlenimlerle, yaşanmışlık zenginlikleriyle dolu bir anılar kitabı elimizdeki.
***
Bu kitabın sunduğu yaşam zenginliğine bakınca, günümüz kuşakları adına üzülmemek elde değil.
Hayat denilen büyülü oyuncak, kimi dönemlerde insanların karşısına bütün zenginliğiyle çıkarken kimi zaman da, günümüzde olduğu gibi yavan, sası bir tatta sürüp gidiyor.
Böyle dönemlerde bu tür anı kitaplarının da önemli bir işlevi ortaya çıkıyor: İçinde yaşadığımız bunaltıcı günlerin dışına çıkıp, hayatın büyük, güzel, anlamlı yanlarını yeniden görebilmemiz için birer kılavuz olabiliyorlar.
Filiz Ofluoğlu’nun anılarının, okuyan gençlere hayata ilişkin yeni ve verimli esinler sunmasını dilerim.
turgay@fisekci.com
GÜZELİN ARDINDA
BERTAN ONARAN
Dağlarca
Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı, 1955-60 arasında Fransız Dili ve Yazın bölümünde okurken gördüm ilk kez; Fen-Edebiyat Fakültesi’nin sağındaki yolda kitapevi vardı. İrfan Yalçın’la derslerden çıkışta uğrardık; kısa boylu, ciddi yüzlü bir insan otururdu bir köşede. Geleni gideni elbette çoktu. Biz daha öğrenci yazınseverler olduğumuz için, yanına gitmeyi göze alamazdık.
1964’ten sonra, sevgili Memet Fuat’ın De Yayınevi’ne gelip gitmeye, çeviriler yapmaya başlayınca, Büyük Usta’nın şiirlerini daha düzenli görüp okur oldum, hem Yeni Dergi’de, hem yıllık seçkilerde.
Yakından tanıyanlar, şiirini derinlemesine sevenler biliyor, ömür boyu bir tutarlılık, soyluluk anıtı olarak kaldı; göze çarpmak, ilgi çekmek, adından söz ettirmek için sözün gerçek anlamında değil parmağını, kılını bile oynatmadı, kimsenin oynatmasına da izin vermedi. Şimdi artık en sıradan, en rezil hokkabazlara bile yakıştırılan sanatçı nitelemesinin canlı, anıtsal örneğiydi. Ne mutlu ona da, canı kadar sevdiği Türk ulusuna da.
Kitaplığımızın raflarında Cem Yayınevi’nin bastığı toplu yapıtlarının 11 cildi var; bu, o inanılmaz üretken insanın kesintisiz akan şiir ırmağının o yıla kadarki dökümüdür elbet; ondan sonra sürekli üretti, yarattı. Şimdi gelin bu doyulmaz şiir pınarından birkaç tas içelim birlikte:
GECELEKLER
Görürdüm uçtuğunu/ Geceleklerin/ Gagaları kıpkızıl
Biri ikisine değercesine/ Yaşıyordum/ Yüzbinini
Yatak odaları sımsıcak/ Yıldız doğurduğu yuvalardır/ Geceleklerin
Gecelekler/ Tanrının son yaratığı/ Tanrıdan sonra oluşan
Yaşı yoktur/ Gözleri yıllanır hep/ Geceleklerin
Soluğu yoktur/ Yüreği dolar boşalır karanlıkla mavilikle/ Geceleklerin
Peki kim gecelek/ En yalnızı/ Sevenlerin daha.
Bu şiiri, daktiloyla saman kâğıda yazmış, 1.8.1975’te bana imzalamış; şiir seçmek için kitabını açınca sekize katlanmış olarak içinde buldum; hangi koşullarda aldım bu eşsiz armağanı, çoktan unuttum; olsun, şu anda yeniden kavuştum ya.
GANALI’CIK
Ganalı’cık/ Yağmurla giderdi okula/ yağmurla gelirdi
Ganalı’cık/ Yağmurla yarış ederdi/ Giderken gelirken
Ganalı’cık/ Yağmura türkü söylerdi uzun yolda
Dinlerdi yağmurun türküsünü
Birgün yağmadı yağmur/ Gitmedi okula/ Sordu annesi: Neden?
Ganalı’cık/ Dedi, okul öyle uzak ki/ Nasıl gideyim ben arkadaşsız?
KALKINAMAMAK
Kırk bin köy, yıllar yılı, yönelmiş Ankara’ya
İnanır inanamaz.
Allar içre gün ama, gökler yasından,
Allanır allanamaz.
Yaşar o, yaşamaz o, açlığa yoksulluğa,
Dayanır dayanamaz.
Gölgesi kavakların Kızılırmak’ta yavaş,
Yıkanır yıkanamaz.
Bir eldir Anadolu’m, batıya ta batıya,
Uzanır uzanamaz.
Dağ gelir gecesinden, kırk bin köy üzre akdağ,
Uyanır uyanamaz.
Sözün gerçek anlamında ardında bize dağlar kadar şiir bırakan bu soylu varlığa kimse Nobel Ödülü vermedi, başkentlerde ağırlamadı, yanında gözüküp saygınlığından pay kapmadı; olsun. Siz alın o güzelim kitaplarını, gittikçe batağa gömülen dünyamıza inat, içinizi yıkayın, şiirinin billuruyla özdeş kılın kendinizi.
bertanonaran@hotmail.com
Neer gen ek onmuş
ERGENEKON terör örgütü davasının başlar başlamaz verilen bir ara kararla iki gün sonra yeniden başlatılmasına karar verilmesi tüm yurtta, dış temsilciliklerimizde ve yavru vatan Kıbrıs’ta sevinçle karşılandı.
Ara karardan sonra televizyona çıkan eski köy imamlarından Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in, tutuklu sanıklarla tutuksuz sanıkların ayrı ayrı yargılanması kararını da veren İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin başkanı Köksal Şengün’den “arkadaş” diye söz etmesi ise ayrı bir sevinç fakat aynı zamanda büyük bir merak konusu oldu. Neyse ki İslamcı iktidarın Başbakanı ve Ergenekon davasının gönüllü savcısı RTE’nin, şair Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı rahmetle anmak için Faruk Nazif Çamlıbel’in şiirini okuması ile halkın merakı büyük ölçüde giderildi. Meraklanmaya devam edenler için, İslamcı iktidarın Cumhurbaşkanı seçtiği Abdullah Gül, okuduğu şiirden sonra RTE’yi hararetle alkışlamak suretiyle hem yüreklere su serpti hem de devletin kurumları arasındaki dengeyi sağladı.
Abdullah Gül’ün sağladığı denge üzerine çok önemli gelişmeler yaşandı. Dava başlar başlamaz iki gün sonraya ertelenen duruşmanın başlangıcında davanın sanıklarından bir mafya babasının, adil yargılamanın selameti için salonun güvenliğini sağladığı görüldü. Bir sanığın, savunma avukatları arasında yer aldığı fark edildi.
Bir mübaşirin ise duruşmadan sonra tutuklu sanıklarla beraber cezaevine gönderildiği anlaşıldı. Mübaşirin tahliye talebinin yeniden ertelenmezse iki gün sonraki duruşmada ele alınması bekleniyor.
Bu arada dava başlar başlamaz duruşmaların iki gün sonraya bırakılması ve tutuklu sanıklarla tutuksuz sanıkların ayrı ayrı yargılanmasına karar verilmesi üzerine, davaya eklenmesi beklenen ek iddianame ile tutuklu sanıkların ve tutuksuz sanıkların da kendi aralarında yeni gruplara ayrılarak yargılanabileceği gündeme geldi.
Örneğin mesela 50 yaşına kadar olan tutuklu sanıklarla 50 yaşından gün almış tutuklu sanıklar ayrı günlerde, boyu 1.70 metreden kısa tutuksuz sanıklarla boyu 1.70 metreden uzun tutuksuz sanıklar ayrı günlerde yargılanacak. Böylece mahkeme salonunda Avrupa kalitesinde bir ferahlık yaratılacak.
Kalbi sıkışmış, konuşamamış!
FETOŞ’UN Amerika’da yarı vatandaşlık sayılan oturma iznini alabilmek için ABD Göçmen Bürosu ile yaptığı “temaslar”ın bir kısmı ortaya çıktı.
Bürodakiler, Fetoş’u karşılarına alıp konuşmuşlar, niye Amerika’da yaşamak istediğine ilişkin sorular sormuşlar. Konuşmaya başlamadan önce Fetoş’a doğruyu söyleyeceğine ilişkin yemin ettirmişler ve görüşmeyi videoya kaydetmişler.
Büronun raportörü David Spaulding, yazdığı rapora göre, görüşme sırasında konu cemaatin mal varlığına gelince Fetoş rahatsızlanmış ve yanındaki özel doktorunun “hafif bir kalp rahatsızlığı” geçirdiğini bildirmesi üzerine görüşme kısa kesilip bitirilmiş ve bu nedenle bazı sorular sorulamamış. Kalbi teklediği için Fetoş’a sorulamayan sorulardan bazıları şöyleymiş:
Cemaatin mal varlığı nedir; banka hesaplarında ne kadar para var; bazı bankalarla ilişkileri nedir; paralar nereden geliyor, nereye gidiyor; kimden geliyor, kime gidiyor, satın alınan bunca gayrimenkulün parasının kaynağı ne; İslamcı terör gruplarına verilen maddi destekle cemaat arasında ilişki hangi boyutta; cemaatin eğitim konularındaki amacı ne?..
Vallahi ah kalbim!
Billahi vah kalbim!
Tamamen kalbi bir durum!
Saat
M. Ali Kılınç: “Acaba saat kaç? Mesut Barzani’nin Türkiye’den toprak talebine iki Aktütün baskını var!”
Yağmur Deniz
16 Mart katliamı davası
düşmüş...
Ergenekon’a yazsalardı!
Ruhsat
Kemal Öncü: “Alkollü içkilerin satışına ağır sınırlamalar getirilirken içki içenlere de ruhsat alma zorunluluğu getirilsin!”
Pas
Avni Kurtuldu: “Pentagon’un Taraf’a yanlış pası RTE’yi ofsayta düşürdü: Siz kimin medyasısınız!”
Üniversite
T. Doğan Özdinç: “İstanbul’da okuyan öğrenciler iki üniversite bitirmiş gibi oluyormuş. Kasımpaşa’dan yetişenler de başbakan oluyor.”
- 16 Mart katliamı zamanaşımına uğratılmış...
“Derin hikâye!”
PANO
DENİZ KAVUKÇUOĞLU
Ciddi Olmak İsterken Komik Olmak
Pazartesi akşamı televizyon kanalları arasında dolaşır, Ergenekon görüntülerini izlerken, belleğimde Atatürk Olimpiyat Stadyumu’nun yapımı bitip de ilk maçın oynanacağı günün öncesinde gazetelerde okuduklarım canlanmıştı. Hem televizyonlarda hem de yazılı basında herkes ağız birliğiyle bu görkemli yapıyı yere göğe sığdıramıyordu. 584 hektarlık bir alanda yapılan, 82.592 kişi kapasiteli Olimpiyat Stadyumu, UEFA’nın ‘5 yıldızlı statlar’ı arasında gösterilmişti. Bunlar hiç kuşkusuz kulağa çok hoş gelen şeylerdi.
Ne var ki 31 Temmuz 2002 günü Olimpiyakos ile Galatasaray arasında oynanan ve 79.513 kişinin izlediği açılış maçıyla birlikte ‘takke düşmüş, kel görünmüştü’. Bir gün öncesine kadar Olimpiyat Stadyumu’nu öve öve bitiremeyenler bir anda ağız değiştirmişlerdi. Futbolun oynandığı çim alanını çevreleyen 9 kulvarlı atletizm pisti nedeniyle tribünlerde oturanlar alanda neler olup bittiğini ancak dürbünle izleyebiliyorlardı. Stadyumun üzerinden eksik olmayan şiddetli rüzgâr, doğru dürüst top kontrolünü olanaksız kılıyordu. Ulaşım ise ayrı bir rezaletti, insanlar yollarda perişan oluyorlar, maç başlamadan tribünlerdeki yerlerini almayı başaranlar kendilerini şanslı sayıyorlardı.
Kısacası şimdilerde lig 15’incisi İst. Büyükşehir Belediyespor’un oynadığı, geçen yıl da sezon sonu küme düşen Kasımpaşaspor’a ev sahipliği yapan Atatürk Olimpiyat Stadyumu birçok yönden, özellikle de futbol açısından bir fiyaskoydu. Dev yatırım medyanın alay konusuydu artık.
***
Ergenekon davasının görüleceği, toplam 10.664 hükümlü ve tutukluyu barındırma kapasitesine sahip Silivri Ceza İnfaz Kurumları Yerleşkesi’nin de ‘alay konusu olma’ açısından Atatürk Olimpiyat Stadyumu’ndan pek farkı olmadığı daha ilk duruşmada ortaya çıktı.
Her biri 1.333 kişi kapasiteli 8 adet L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, 1 adet Açık Ceza İnfaz Kurumu, sağlık ocağı, genel mutfak, personel soyunma binası, genel idare binası, ziyaretçi bekleme salonu, çamaşırhane, ısı merkezi ve jandarma binaları ile 500 adet lojman, alışveriş merkezi, kreş, 6 adet trafo, 2 adet su deposu ve atık su arıtma tesisinden oluşan yerleşkede büyük toplu davalar için öngörülen duruşma salonunun büyüklüğü yalnızca 130 metrekareydi.
86 sanıklı Ergenekon davası bu 130 metrekarelik salonda görülecekti. Yetkililer salon için 280 kişilik bir ‘kapasite’ hesaplamışlardı. Başlı başına bir ‘sivri zekâ örneği’ olan bu hesaba göre adam başına 46 santimetrekarelik bir alan düşüyordu. Fakat hesap tutmamış, sanıklar, avukatlar, sanık yakınları, haberciler, güvenlik güçleri, izleyiciler derken salona bir anda 400 kişi doluverince insanlar ezilme/boğulma tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardı. Çaresiz kalan yargıçlar, yaşanan kaos karşısında salonu boşalttırmışlar, 4.5 saat aradan sonra, duruşmayı iki gün sonrasına, perşembe gününe ertelemek zorunda kalmışlardı. Yetkililer tarafından daha önce duruşmaların kesintisiz olarak her mesai günü yine mesai saatleri içinde yapılacağına ilişkin açıklamaları daha ilk günden fos çıkmıştı.
Öte yandan ‘salon sorunu’ alınacak teknik önlemlerle çözülebilecek bir teknik sorunken bu yola gidilmemiş, duruşmalar tutuklu ve tutuksuz sanıklar için olmak üzere farklı günlere alınmış, duruşmaya girecek avukat sayısı sanık başına üç olarak kısıtlanmış, davanın sağlığı açısından kamuoyunun kafasında yeni kuşkular doğmuştu.
***
Duruşma salonu dışındaki koşullar ise ayrı bir rezaletti. Yerli, yabancı 1000’e yakın medya mensubu, yüzlerce avukat, sanık yakını ve izleyici doğal gereksinimlerini karşılayacakları hijyenik bir ‘yer’ bulamıyorlar, gereksinimlerini çevredeki camilerin, aşevlerinin, kahvelerin helalarında gidermeye çalışıyorlardı.
Ergenekon, ‘yüzyılın davası’ denecek ölçüde ciddi bir davaydı fakat daha ilk duruşmada ciddiyet yerini çizgi film gülmecesi düzeyinde bir komikliğe bırakmıştı. Yaşananlar karşısında duruşma yargıcı Sayın Köksal Şengün de sonunda dayanamayıp patlamış, “Nereye hizmetse burası mahkeme salonu olarak yapılmış,” diyerek bu fiyaskoya trajikomik bir tat katmıştı.
dkavukcuoglu@superonline.com
www.denizkavukcuogluyazilari.blogspot.com
ÇED KÖŞESİ
OKTAY EKİNCİ
Barışın Kalesi: Kars
“Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Küba, Avusturya, Macaristan, Norveç, Makedonya, Bosna Hersek, Bulgaristan, Cezayir, Güney Afrika, Romanya, Rusya, Polonya, Moldova, Yunanistan, KKTC, Gana, Sırbistan, Kırgızistan...”
Bu liste, 3-5 Ekim günlerinde Kars’ta yapılan “4. Kafkas Kültürleri Festivali”ne katılan ülkelere ait...
Sadece “insanlık” ve “barış” duygularıyla gerçekleşen bu “evrensel kucaklaşma” günlerinde, Aktütün Sınır Karakolu’nda da “ayrılıkçı katliam” yaşandı...
Oysa “Kafkasya’da Ortak Geleceğimiz” için bir araya gelerek açılış gecesinde “Kardeş Türküler”i dinleyen herkes şunu söylüyordu: “Tüm kültürlerin türküleri, her türlü ayrılıkçılığın tarihsel yaşanmışlıklara ne denli aykırı olduğunun da en açık kanıtları...”
Hangi dilde “türkü” denince akla “öldürmek” gelebilir ki?
Hele Azeri, Ermeni, Gürcü ve Türk gençlerinin “duygu yüklü birliktelik”le sergiledikleri “halk oyunları” gösterisi, festivalin geleneksel “Kafkas İstikrar Paktına Doğru” hedefine dayanak olan “ortak uygarlık coğrafyası”nın kardeşlik coşkusunu yansıtıyordu.
İşte bu gerçekler Kars’ta sadece “kültür”le kanıtlanırken, Aktütün’de küresel sömürgeciliğin himayesindeki “ırkçı ve bölücü siyaset”in vahşeti yaşandı...
Kars insanlığın, Aktütün insanlık düşmanlığının merkezi oldu...
Nitekim festivale katılarak, Kafkas kültürlerinin anıtsal kenti antik “Ani”nin de Dünya Mirası listesinde yer alması gerektiğini belirten Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay demiş ki: “Artık insanlığın savaşa tahammülü yok; bütün gayretlerimiz kendi coğrafyamızda ve bütün dünyada barışı kalıcı kılmak içindir...”
Belediye Başkanı Naif Alibeyoğlu da heykel sanatçımız Mehmet Aksoy’un Kars Kalesi karşısındaki Üçler Mahallesi tepesinde yaptığı “İnsanlık Anıtı”nın anlamını şöyle özetlemiş: “Buradaki tarihi tabyalar da insanlık müzesi olacak; geçmişteki acıların bir daha çekilmemesi için, Ermenistan’daki Soykırım Anıtı’na karşılık insanlık anıtını yükseltiyoruz...”
“Malakanlar” için...
Kars’ın çağdaş aydınlardan Vedat Akçagöz’ün düzenlediği “Unutulan Barış Kültürü” sergisi ise festivalin anlamını daha da derinleştiren bir çalışma...
Çarlık Rusyası’nın istila “savaş”larına katılmamak için 1871’de kaçıp Kars’a yerleşen ve 1920’lerden sonra ülkelerine dönmeye başlayan “Malakan”ları anlatıyor... Karslıların kuşaktan kuşağa unutamadıkları dostlarını yine geçmişteki o büyük sevgi duygularıyla anmalarını sağlıyor...
Rusya’nın Minara Vodi kenti ile Kars’ın “kardeş” olduklarını ilan etmeleri de festivalin unutulmazları arasında yer alacak. Bakan Günay’ın başkanlığında sade bir törenle imzalanan “kardeşlik protokolü” için Rusya Eyaleti Kültür Bakanı ve Minara Vodi Belediye Başkanı Tamara İvanoskaya demiş ki;
“Bu festival Kafkasya’daki bütün halkların dostluk simgesi olacaktır. Yakın ve uzak gelecekte bizim dostluğumuz taş gibi kırılmaz ve çok sağlam olacaktır...”
TKB dayanışması
İşte bu özlemlerle gerçekleşen festivale “Somut Olmayan Kültürel Miras”ı ele alarak katılan Tarihi Kentler Birliği (TKB) de güz dönemi meclisini Kars’ın kahraman ilçesi Sarıkamış’ta topladı.
UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Arsın Aydınuraz’ın yönettiği panelde, somut olmayan mirasın da tarihi kentlerdeki “kimlikli çağdaş yaşam” açısından taşıdığı önem anlatıldı.
TKB’nin geleneksel “Birlik Meclisi Bildirgesi”nde ise ülkenin tüm kurumları Kars’la dayanışmaya çağrılarak özetle şunlar vurgulanıyor:
“Kars ve çevresindeki tarihsel yerleşmeler, Anadolu tarihinin vazgeçilmez değerleridir. Kültürel miras için öncelikle yörenin karşı karşıya olduğu kaynak sıkıntısını gidermek; devletle birlikte özel sektörün ve olanağı olan her kurum, kuruluş ve kişinin yurttaşlık görevidir...”
ekinci@cumhuriyet.com.tr

Hiç yorum yok: